Patronsuz Medya

İşte o 100 bin Ermeniden biri

Narine ve Zhora bu korkunç olayın hiç bir aşamasında polise gidemediler. Kimseden yardım isteyemediler. Çünkü kayıtdışıydılar. Sınırdışı edilmeyi göze alamadılar çünkü paraya ihtiyaçları vardı. Hiç kimse statüsünde kaldıkları bu ülkede mutlaka çalışmaya devam etmeleri gerekiyordu.

Narine intihar etti. Cenazesi işyerinden arkadaşlarının yardımıyla kaldırıldı. Ölümüyle ilgili soruşturma dosyası ve otopsi raporu, Narine'nin ağabeyi Zhora'ya sahip çıkan Agos gazetesinin avukatına gösterilmedi. Ortada hukuki hiç bir gerekçe olmamasına rağmen. Niyet belli.

Tam iki yıl önce bu zamanlar Başbakan Erdoğan, Ermeni tasarılarıyla ilgili şöyle demişti: Türkiye'deki 170 bin Ermeninin 100 bini Türk vatandaşı değil. Biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım.

Siyasi bir koz olarak, savunmasız şekilde hayatını kazanmaya çalışan o 100 bin kişiden biriydi Narine. Gitti.

* Ezgi Başaran (Radikal) 28 Mart 2012

Siyaset, ilâhî varlık ve ölümden sonra hayat

Yüzde 91'i dindar olan bir toplumda sosyalist siyaset yapmak için dindar olmak gerekmez. Dindarmış gibi yapmak, tersinden takıyye yapmak da gerekmez. Allah'la ve hurilerle ilgili bir söylem kullanmaya da gerek yoktur.

Ama yüzde 91'in önemli bulduğu, ciddiye aldığı inançları düşman ilân etmemek, işi gücü bırakıp bunlarla uğraşmamak gerekir.

Bu yüzde 91, karşısına devlete ve orduya yakın duran, darbecileri ve Ergenekon'u aklamaya çalışan biri çıktığında arkasını döner, dinlemez, ilgilenmez.

Nitekim yıllardır öyle yapıyor.

Sol deyince aklına CHP gibi, devletle, Genelkurmayla, Silivri sakinleriyle ilişkili bir şey geliyor, midesi bulanıyor, doğal olarak bir dahaki seçimleri bekleyip AK Parti'ye oy veriyor.

* Roni Margulies (İlke Haber) 21 Mart 2012

A'dan Z'ye / Toplumu dönüştürmek

Böylece, duvarlar, koruganlar, siperler, her türlü koruyucu kabuk akıl edildi, icat edildi ve gerçekleştirildi. Bunun adına da hukuk dendi.

En basit, en sıradan bir örnek: Mahkemede yargıç ile savcının yan yana oturduğunu düşünün. Bu, Türkiye'de, ne kadar alışılmış bir manzaradır. Televizyona şükür, dünya kadar Amerikan, Anglo-Sakson kökenli film ya da dizi görüyoruz ve bunların arasında mahkeme mekânlarında vakit geçireni, avukat bürolu falan filmlerin sayısı hiç de az değil. O Amerikan film veya dizilerinde savcıyı yargıcın yanına kurulmuş otururken düşünebiliyor musunuz? Gördüğünüz o duruşmalı filmlerin bütün mantığını yerle bir etmez miydi bu durum?

Bütün ilişkiler bambaşka: yargıçla savcının, yargıçla avukatın, savcıyla avukatın ilişkileri bambaşka. Jürinin hepsi ile ilişkisi bambaşka. O filmlerin mantığı değil de, bir voleybol maçının mantığı bizim mahkemelerde durum: savcı pasör, yargıç kütör.

* Murat Belge (Küyerel) 17 Mart 2012

Bir düşman aranıyor

Hey gidi günler hey… Meselâ, fena mı olurdu şu sıralar yeni bir Apo olsaydı. Ah ah… Neydi o Suriye'ye efelendiğimiz günler. İran dersen gayrı Amerika'yla bile flört ediyor, bize mi düşmanlık taslayacak. Şu Barzani'yle Talabani fena lokma değiller ama onların da bir öyle bir böyle davranmaları yok mu, düşmanlığın raconunu bozdular vallahi. Geriye kalıyor bir Ermenistan ama onun da her tarafı düşman olsa ne yazar. Hem sonra bu Azerî kardeşlerimize de bir türlü güven olmuyor ki kardeşim. Vallahi yani, eyvah ki eyvah…

Şimdi anladınız mı niye sağda solda aydınlardan, gazetecilerden iç düşman listeleri ürettiğimizi. Bir biz kaldık bize düşman içeri de ondan… Ama nafile… Adı üstünde: Yerli düşman… Yerli malı gibi bi şey… Dozu hafif geliyor… Kesmiyor.

* Hrant Dink (Birgün) 17 Mayıs 2004

Çölaşan'ın dekontları

Bir de kendini 'namus timsali' olarak gösterme özelliği var tabii. Salı günkü yazımda örnekler verdim. Bunun üzerine lâfı dolandıran bir cevap yazmış. O zaman biz de somut tarihleriyle konuşalım: 1998'de Korkmaz Yiğit, Milliyet'i aldığında, Çölaşan kaynaklı bir dedikodu çıkıyor medya piyasasında: 'Çölaşan, Yiğit'le anlaşmış, oraya geçecekmiş.' Bunun Türkçesi, 'Bana şu kadar para vermezsen gider Korkmaz Yiğit'in adamı olur, sana saldırırım'. Doğan'la Yiğit arası soğuk savaşın olduğu puslu dönemden istifade ediyor kısacası. Sonuçta 'başarı'ya da ulaşıyor, Aydın Doğan'dan 400 bin dolar 'cukka'lıyor. İsterse dekontları yayınlayayım.

Şantaj taktikleri burada da bitmiyor Çölaşan'ın. 1999'da Uzan-Doğan kavgasının kızıştığı dönemde 'Uzan'a gider, onun adamı olurum, her gün saldırırım' mesajını yine dedikodu mekanizmasıyla patronuna yakın isimlere yayıyor. Böylece Aydın Doğan'dan tam 700 bin dolar daha 'cukka'lıyor. Ben 500 bin dolar yazmıştım, düzeltiyorum tam 700 bin dolar! Çölaşan söylesin bakalım, bu rakamlar hayal mi? Dekontlar yalan söylemez…

İşler bu kadarla da bitmiyor ama fazla yerim yok maalesef. 3 Aralık 2002 tarihi ve 300 bin dolar rakamı her halde kendisine bir şeyler hatırlatıyordur. Yine tehditleri karşılığında aldığı para olmasın?

* Nagehan Alçı (Akşam) 3 Mart 2012

Mübarek rejimi eşkıya ile sürüyor

Son bir yılda daha kötüye giden başka bir şey güvenlik. Sokaklar tekin değil. Özgürlüğün kalesi Tahrir Meydanı bile adına 'Baltacılar 'denen eşkıyaya teslim. Aslında başıboş suç grubu olarak görmemek lâzım Baltacıları. Bunlar bir yanıyla Mısır'ın JİTEM'i. Rejim ve istihbaratın kontrolündeki insanlar. Bir kısmı cezaevinden çıkanlar. İşsiz, güçsüz kişiler de var grup içinde. Temel işlevleri eylem kırıcılık. Tahrir'deki göstericilerin üzerine at ve develerle saldıran bunlardı. Tahrir'i resmen ele geçirmiş durumdalar. Ne zaman, nasıl ortaya çıktıkları belli olmuyor. Şehrin göbeğinde ellerinde bıçaklarla yol kesip, haraç alıp, adam dövebilecek kadar pervasızlar. Zaten çatışma çıkabileceği korkusuyla asker, polis Tahrir'e giremiyor. Kahire'de her yol Tahrir'e çıkıyor da Tahrir'den her yere çıkış yok. Parlamento binası gibi kritik mekânlara çıkan sokaklara beton barikatlar konmuş ki, eylemciler gidemesin. Hemen her gün küçük çaplı olan eylemler Tahrir'in çevresiyle sınırlı kalıyor.

* Ömer Şahin (Radikal) 18 Mart 2012

Ciguli

Ciguli ajansa hiç yabancılık çekmedi. Sanki doğma büyüme oralıydı ve sanki her yeri bizden daha iyi biliyordu. Artık her sabah Ciguli ile birlikte ajansa giriyordum. Normal zamanda bana selâm vermeyen soğuk tipler Ciguli'nin hatırına Ooo, hoş geldiniz diyordu.

Ajans bahçesinde onlarca köpek olmasına rağmen, bina içine köpek sokulmazdı. Arada sırada Feryal Pere'nin oyuncu Golden'ı teşrif etse de, kirli bir sokak köpeğinin içeride dolaşmasına birilerinin karşı çıkmasını bekliyordum. Ama böyle bir itiraz hiç gelmedi. Bunun nedeni belki ajansın sahibinin de köpek delisi olması, belki kimsenin bana bulaşmak istememesi veya belki (ki en mantıklı açıklama bu olmalıydı, Ciguli'nin inanılmaz sevimliliğiydi.

Ciguli kısa sürede ajansın demirbaşı oldu. Gün içinde ayaklarımın dibinde uyuyor, atölyede bir yürüyüşe başlarsam hemen uyanıp peşimden geliyordu. Akşamları beraber çıkıyorduk. Ben arabama binerken, o da gecekondusuna giriyor, koşturmayla geçen bir günün yorgunluyla babasının kollarına atlıyordu.

* Ilyas Başsoy (Birgün) 12 Mart 2012

Bireyin Son Kaleleri Düşüyor: Cep Telefonu ve Ötesi

Denetimin sınırlarının genişletilmesi, küresel iletişim sisteminde yapısal dönüşümlere yol açmaktadır. Artık sabit şebekelerden, hareketli ve çok daha büyük kapasiteli yayın ağlarına geçilmektedir. Bireyin coğrafî konumunun, iletişimin denetimi açısından artık öneminin kalmaması gibi, şebekenin kendisi de, eskisine oranla çok daha az sabit bir özellik arz etmektedir. Bugünden görülebilen en kayda değer gelişme, belki hat kavramının ortadan kalkmaya başlaması, en azından belli bir coğrafî konumda yer alış anlamından kurtulup iletişim kanalı (çoğunlukla yayın dalgaları, olarak algılanmasıdır. Bakır kablo teknolojisinden uydu dalgaları teknolojisine geçmekteyiz. Her ne kadar bugün, bu adam adama markaj türü denetim, kapsama alanı dışı tanımıyla belirlenen bazı teknik boşluklar içeriyorsa da, bunların yakın bir gelecekte bertaraf edilebileceğini ve iletişim şebekesinin tam bir bütünleşik küresel ağ halini alacağını öne sürmek fazla iddialı bir tahmin sayılmasa gerektir. İşte belki o zaman ya da ondan hemen sonraki teknolojik gelişmelerle, bireyin, kendi iradesine bağlıymış gibi görünen denetimi işlemi (sahte-özerklik), cep telefonundan sonra varılmış en önemli aşamaya ulaşarak, sahte de olsa en azından kuramsal olarak var olan iradîlik ögesini ortadan kaldıran bir buluşla karşımıza çıkabilecektir.

* Ali Ergur (Birikim

'Pırıl pırıl' vicdanıyla Nur Serter

Şu sözler ona ait: Vicdanen pırıl pırılım. Hayatta yaptığım en iyi şey ikna odalarıydı. Eğer o çocuklara o günkü mevzuat, yönetmelik gösterilip de kayıt olmak için şartlar şunlar denmemiş olsaydı, gelin ne olur okuyun denmeseydi, bu kızlarımız şimdi üniversiteye girememiş olacaklardı. Konuşulmuş, durum anlatılmıştır, asla baskı olmamıştır. Mevzuatı göstererek okumaları için onların önünü açmaktan başka bir şey yapmadım ben. Zaman zaman haksız saldırılara karşı keşke yapmasaydım, kapının önünde bekleselerdi dediğim oluyor çünkü çok haksızlık yapıldı bana. Ama sonra düşündüğümde vicdanen pırıl pırılım.

Nur Serter'in temsil ettiği ideolojiyi de dünya görüşünü de iyi tanıyoruz. İnsan zekâsının olabilecek en yüksek noktasını temsil eden bu ideoloji artık bir duvara dayanmış durumda. Toplumun bir kesimini zararlı gören, küçümseyen, kamplaşmayı kışkırtan Nur Serterlerle CHP'nin nereye kadar gidebileceği üzerine uzun uzun konuşmaya gerek yok.

Bizi tek parti iktidarına mahkûm eden bu anlayıştan kurtulamadan, Türkiye'de çok partili gerçek bir demokrasi kurmak pek mümkün görünmüyor. Muhalefete mahkûm bir muhalefetle yaşamak artık fazla gelmeye başladı. Bir parti 10 yıldır iktidardaysa, muhalefet muhalefet etmesini bilmiyorsa ve hâlâ öğrenemediyse elden ne gelir?

Nur Serter'in 'pırıl pırıl vicdanı' CHP için bir çaresizliğin ilânından başka bir şey değil.

* Oral Çalışlar (Radikal) 17 Mart 2012

Vicdan Mektupları

Bana göre ayrıca Birleşik Devletler'deki insanların imtiyaz sahibi olmayan insanların bu mücadeleyi her ne pahasına olursa olsun yapmaya devam edeceklerini fark etmeleri, çünkü onlar kendi yaşamları için mücadele etmekteler. Biz onlarla birlikte mücadele de edebiliriz ve onlar da onlarla birlikte mücadele ettiğimizi bilirler ya da onları bu mücadeleyi kendi başlarına yapmaları için ve onların katledilişindeki suç ortaklığımız yüzünden bize lânet okumaları için yalnız da bırakabiliriz. Ben hakikaten burada kimsenin bize lânet okuduğunu hissetmiyorum.

Ayrıca, özellikle buradaki insanların, bizim onlar adına hayatımızı tehlikeye atışımızdan daha çok, öncelikle rahatımız ve sağlığımızla ilgilendiğini hissediyorum. En azından bu benim için böyle. Silah sesleri ve bomba patlamaları ortasında, insanlar bana bir dolu çay ve yiyecek vermeye çabalıyor.

* Rachel Corrie (If Americans Knew) 1979-2003

Adı Rachel Corrie

Bu durmalı. Hepimizin her şeyi bırakıp hayatlarımızı bunu durdurmaya adamamızın iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Dünyaya geldiğimde istediğim şey bu değildi asla. Capital Gölü'ne bakıp 'işte büyük dünya bu ve ben onun bir parçası olacağım 'dediğimde bunu kastetmemiştim. Ben içinde hiç bir çaba göstermeksizin müreffeh bir hayat yaşayıp bir soykırımın parçası olduğumun farkına bile varmadan çıkıp gideceğim bir hayata gelmedim…

Başkaları Filistin'de yaşananlara nasıl bakarsa baksın Rachel yaşadıklarından ötürü mutluydu fakat yine de kendi sonunu da tahmin eden bir mektubunda ise şöyle bitiriyor:

Filistin'den geri döndüğümde muhtemelen uykumda kâbuslar göreceğimi, burada kalmadığım için suçluluk hissiyle kıvranacağımı biliyorum. Bunları daha fazla çalışmaya yönlendirebilirim. Buraya gelmek hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biri. Oraya geldiğimde deli saçması şeyler söyleyip çıldırırsam ya da İsrail ordusu beyaz adamları yaralamama şeklindeki ırkçı eğilimlerinden vazgeçip bir şey yaparsa, şu yargıya varmakta hiç dereddüt etmeyin: dolaylı olarak desteklediğim ve hükümetimin büyük oranda sorumlusu olduğu bir soykırımın göbeğindeyim.

Ve annesine yazdığı mektubu şöyle tamamlıyordu Rachel: En ağır koşullarda bile insan kalabilme gücü ve yeteneğini keşfetmekte olduğunu yazmalıyım ki, bunu daha önce bilmezdim. Galiba aslolan onur…

* (Adil Medya)

 

52
Derkenar'da     Google'da   ARA