İstanbul'daki Dink operasyonunu düzenleyen istihbarat müdürü Ankara'ya çağrılıp görevinden alındı. Yerine Trabzon'dan Ankara'ya gelen ekipten bir isim atandı. Bugün yani olaydan 5 yıl sonra Hrant Dink cinayeti sonrasında yaşanan o heyecanlı günlere soğukkanlılıkla baktığımızda ortada asker ve emniyet yetkililerin ihmalinin araştırılmasındaki gerekliliği çok net görüyorsunuz. Ancak Hrant Dink cinayeti aynı zamanda emniyetin içinde ne zamandır ertelenen bir kavgayı da ateşlemişti. Başta istihbarat olmak üzere zaten saflar çoktan birbirinden ayrılmış, çeşitli emniyet müdürleri etrafında kümeleşmeler başlamıştı. 'Cemaatçi iddia edilen polislerin başka polisleri cemaatçi ilân ettiği bir kavga' şeklinde özetleyebileceğimiz bu gerilim yıllardır yükselerek büyümüştü.
Hrant Dink cinayeti tartışmalarının başladığı o günlerde ilginç ve tarihi bir olay daha yaşandı. Ergenekon, emniyette herkesin yıllardır bildiği ancak bir grup emniyet müdürünün inanmadığı bir örgüttü. Trabzon'dan Ankara'ya, Ankara'dan İstanbul'a gelen ekip Ergenekon operasyonlarını başlattı. Böylece İstanbul'da Hrant Dink'in yargılandığı mahkemeyi kuşatan isimler, Trabzon'da Hrant Dink'in öldürüleceğini daha önceden bilmesi muhtemel emniyetçiler tarafından dalga dalga gelen operasyonlarla tutuklanmaya başladı. Her şey birbirine karıştı!
Diyorlar ki, memleket hasta oldu. Her taşın altında cemaat arayan bir patolojiye düştü. E peki… Tedavisi nedir?
Ekrem Dumanlı, Cemaate cemaat diyerek marjinalize ediyorlar
diyor ama marjinallik algısı sadece din kaynaklı her şeye öcü gibi bakan Kemalistlerin eseri mi? Birazı belki öyle ama birazı da cemaatin büyüklüğüne rağmen görünür, bilinebilir bir hale geçmek istememesi nedeniyle oluştu.
Parti mi kursun? İster kursun, ister kurmasın.
Benim kısa vadede temennim ise cemaat mensubu kişilerin muzdarip olduklarını söyledikleri 'paranoyadan', 'tasalluttan' kurtulmaları için yapmaları gereken şeyler olduğunu anlamaları.
Komplo teorilerine pek bayılan vatandaşları satır aralarını okumaya mecbur ederek hazzetmediğiniz algıları değiştiremezsiniz.
15 Haziran 1926'da İzmir Suikasti
adı verilen tuhaf komplo ortaya çıkarılır. 26 Haziran'da Ankara'da İstiklal Mahkemesi kurulur. Milli Mücadele'nin örgütleyicisi ve ilk yöneticileri olan kadronun neredeyse TÜMÜ tutuklanır. Bir hafta kadar süren duruşmalarda ondördü idama mahkûm edilir. Sıra Karabekir'e gelince Başbakan İsmet Paşa bir telgrafla Gazi'ye başvurur, Milli Mücadele'nin iki numaralı kahramanını idam etmenin birtakım sıkıntılar doğuracağını belirterek şefaat önerir. Bunun üzerine mahkeme başkanı Kel Ali [Çetinkaya] İnönü'nün de tutuklanmasını emreder. Gazi bu kararı uygulatmaz.
Duruşma günü elli kadar subay siyah sivil takım elbiseyle (ve şüphesiz silâhlı olarak) mahkeme salonunda yer alır. Mahkeme heyeti gelince ayağa kalkarlar. Otur
emrine rağmen oturmazlar, mutlak sessizlik içinde ayakta durmaya devam ederler. Karabekir onlara dönüp oturun çocuklarım
deyince otururlar. Mahkeme heyetinde bet beniz atar. Beraat kararı verilir.
Filmi yapılacak sahne, değil mi?
Neredeyse bir ay oluyor Uludere, Roboski sınırında bombayla ölen çocukların, gençlerin mezarlarında yatması. Kar yağdı üzerlerine ve ortada hâlâ net bir şey yok söylenecek. Bir teselli bekliyor aileler, sorumlular budur
şeklinde. Devlet kibrimiz insandan önce ya, hâlâ soruşturuyoruz. Bu arada cezaevlerinde 100'e yakın gazeteci var. İkiye bölsen orta ölçekli iki ayrı gazete çıkarır bu arkadaşlar. Sorarsan onlar gazeteci değiller. Hem ne demiş üzerimizden hiç gitmeyecekmiş gibi duran İçişleri Bakanımız: Yazarlar, çizerler, müzik yaparlar, resim yaparlar, teröre hizmet ederler.
Az önce aynaya baktım kendimi 'potansiyel terörist' olarak gördüm nedense…
KCK soruşturması desen ayrı bir muamma. Büşra Ersanlı'dan Ragıp Zarakolu'na derken, bizim Evrim Alataş'a kadar uzandı. Gecen yıl, hayatının baharında aramızdan ayırılan güzel insan Evrim'i savcının huzuruna çıkarabilmek için ruh çağırma seanslarına mı katılsak bilemedim şimdi. Aslında bu liste böyle uzar gider, oysa yerimiz dar. İşte bütün bu olup bitenlere hep bir ağızdan heceleyerek ve bağırarak ne diyoruz; HA-KU-NA MA-TA-TA…
resmin tamamı"dır
Kürt sorununda hangi yol yöntemin seçildiği, hangi sonucun alınacağını belirler. O ne bir kaza, ne bir hata, ne de bir kusurdur, o seçilmiş yolun kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Ölme ve öldürme yolunu seçtiğiniz zaman, sonuç ölme ve öldürme olur. Devlet olarak, siyasal egemen olarak öldürme emrini verirseniz, emri alan öldürür. İktidar
a da Masum ölü
ve masum olmayan ölü
ayrımına dayalı retorikle kitleleri yeni ölümlere ayartmak kalır. Mağdurların acısı mı? O da bir iki üzüntü beyanı ve üç kuruş teklifiyle çözülecek bir tazminat hukuku meselesine çevrilip unutturuluverir. Emri alan öldürmeyecek olursa, vuruşmayalım da konuşalım diyecek olursa örneğin, bir gece ansızın özel yetkili savcılar kapısına dayanır mı dayanır. İktidar gücünü kullanıp, egemenlik yetkisini devreye sokup, olağanüstü hal hukukunu işletip bir kişiyi o savcılardan kurtardınız diyelim, başkası gelir. Kaosu artmış, hacmi şişmiş bir mevzuattan başkası kalmaz elinizde.
Sizce bugün Türkiye'nin en önemli meselesi nedir?
Ahlaksızlıktır. Riyadır. En önemli meselemiz riyadır. Yani hayatımızın yalan üstüne kurulu olması ve bundan ötürü herkesin, aslında ahlâksızlık olan, yalan olan, normalde insanlar arası ilişkileri bozacağı kabul edilen şeyleri çok doğal ve hayatın normali saymasıdır. En önemli mesele budur. Bunun olduğu yerde hiç bir şeyi halledemezsiniz. Tarihimiz riya üstüne kurulu. Sen birilerini öldürmüşsün, sürmüşsün, malına mülküne el koyup üstünde oturuyorsun. Ve bunu da biliyorsun. Sordukları zaman da inkâr ediyorsun. Bu kompleksle yaşamaya çalışıyorsun. Dolayısıyla hiç bir meseleyi de halledemiyorsun. Problemli bir ergen olmaktan kurtulamıyorsun. Bir milli eğitim sistemi kurmuşsun, düşünmeyi öğretmen gereken yerde buna karşı çalışıyorsun. Aydınlanma, çağdaşlık falan diye getirdiğin şey, bunun tam tersi. Aydınlanma temelde bireyin özgürlüğü etrafında dönen bir şeyken sen devlet güdümünde cemaat yaratan bir ideolojiye bunu kılıf yapmışsın. Orda bir riya var. İşte öbür tarafta yüzde 99'u Müslüman diye övünüyorsun. Burada kastettiğin şey aslında ben bu ülkeden birilerini temizledim
demek. Bunu da herkes biliyor.
Elbette Türkiye'de sol hareketin demokrasiyi dert etmemesinin 'sınıfsal', tarihsel nedenleri de vardı. Sol hareketin omurgasını üniversite gençliği oluşturuyordu. Liderleri öğrenciler arasından çıkıyordu. Üniversitelerse birer 'sınıf 'değiştirme yerleridir. Öğrenciler oraya sınıf atlama amacıyla gelirler. Zaten aldıkları eğitim de onlarda farklı olma
, sıradan insan gibi olmama
bilincini yerleştirecek biçimde kurgulanmıştır. Hiyerarşiyi üretmenin, yeniden üretmenin bir gereği olarak… Bu yüzden de eğitim süreleri sürekli uzatılır. Zira farklı olma bilincinin yerleşmesi belirli bir zaman gerektirir. Bir kere 'farklı olma' bilinci yerleşince, o bilinci taşıyan şöyle demeye başlar: Eğer farklıysam farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, yönetmeye de hakkım vardır… Bu yüzden bu kesimden gelen unsurların sosyalizm mücadelesine katılımı, ancak bu bilinçle hesaplaşıldığı durumda ve mücadele içinde bir önem kazanabilir.
Şu bir haftada olup bitenlerden çıkan sonuç şu, özetle: Bu kanadın etkinliğinden AKP bile çekinir hale gelmiştir. MİT krizi patlak verdiğinde Cumhurbaşkanı dahil tüm AKP kanadının son derece dikkatli
bir dil kullanması bunu gösteriyor. Keza iktidar bloku
dışındaki /karşısındaki kamuoyu da en az AKP kadar ürkmüş
, (Başbakan'a bunu yapan bize ne yapmaz, demiş) bu kanadın geriletilmesi için neredeyse AKP'ye destek verecek bir psikoloji içine girmiştir. AKP'ye yakın olsun uzak olsun tüm analistlerin yazarken çizerken ya cemaat
kelimesini kullanmamaya özen göstermesi ya da çok dikkatli bir dil kullanması da bununla ilgili. Bir bilinemezlik
ile karşı karşıyayız, zira. Parti desen parti değil, devlet desen devlet değil. Ama hedefindeysen, işin zor. Tablo böyle olunca hem AKP tabanı, hem de Türkiye'nin geri kalanı iki güçlü otorite arasındaki mücadeleyi izlemeye başlamış, dikkatler tüm sert
liğine rağmen en azından oyla seçilebilir, oyla indirilebilir bir aktör olan AKP'nin ne yapacağına yönelmiştir.
Tayyib Erdoğan, örneğin Büşra Ersanlı'nın tutuklanma nedeni hakkında kamuoyunu aydınlatma
ihtiyacı duyan ve bu konuda bazı hükümet yanlısı gazetelere önceden servis edilmiş bilgileri
tekrarlayan İçişleri Bakanı'nın Büşra Ersanlı'nın Yahudi asıllı eski eşinden dikkatinizi çekerim
üslubuyla bahsedecek kadar müptezelleşmesini normal karşılıyor olabilir. Güçlendikçe ve gücüyle şişindikçe üzerindeki demokrat
ve hoşgörü cilası da çatlayıp dökülerek asli malzeme
si, yani ülkemiz sağcılığının alâmet-i farikası olagelmiş o mücadele ettiğine karşı ahlâkî yükümlülüğün yoktur, kullandığın aracın doğruluğuna değil etkililiğine bakacaksın
diyen ilke
siyle belirlenmiş bir tutumla karşılaşmamızı da bizim normal karşıladığımızı bilmesini isteriz.
Gerçi, hiç bir geçerli nedeni olmadığı halde kendilerini sol
veya sosyal demokrat
diye etiketleyen; ama -yukarıda AKP vesilesiyle değindiğimiz- siyaset anlayış ve mantığına dair söylenenleri özellikle paylaşan; dolayısıyla aslen sağcılığın bir diğer versiyonu olan Atatürkçü, ulusalcı cenah
, AKP'nin ve Erdoğan'ın bu bahsedilen tutumunu işaret edip, yine beklediğimiz üzre gördünüz işte, ihtiyaçları kalmayınca nasılda silkeleyip hapse bile tıkıyorlar
deyip yüreklerini ferahlatma fırsatını kaçırmamış oluyorlar.
Size iki muhtemel felâket senaryosu
ndan söz edelim:
1) Diyelim ki, Türkiye güvenli tampon bölge oluşturmak gerekçesiyle Suriye'ye girdi, 5 ile 30 km arası hattı işgal etti. Siz Suriye'nin Irak'ın ve İran'ın, Türk askerini çiçekle karşılayacağını, Rusya'nın bize 'başarı telgrafları' çekeceğini mi sanıyorsunuz? Türk askerinin tahkim edeceği hattın tek hedefi, Kuzey Irak Kürdistan'ını Akdeniz'e açmak. Bu ikinci Çekiç Güç projesi
olacaktır. Oysa bölgenin ihtiyacı, birinin diğerinin aleyhine bölgeler ilhak etmesi değil, bölgenin tamamının hiç değilse AB ülkeleri gibi birbirleriyle entegrasyona gitmesidir.
2) Diyelim ki İsrail'in bugünkü çılgın yöneticileri İran'ın nükleer tesislerini vurdu. İran da doğal olarak İsrail'i vurmak üzere füzelerini ateşledi. Malatya'daki tesisler füzelerin yerini, hızını, hedefini tespit edip Romanya'daki NATO merkezine bildirdi, Romanya'dan fırlatılan NATO füzeleri İran'ı vurdu, İran da Malatya'yı vurdu. Ne olacak? İran'la yeni bir Çaldıran Meydan Muharebesi'ne mi girişeceğiz? Ve neden?
Gizlemeye, tevil etmeye gerek yok. Mısır başta olmak üzere bir bir eski otokrat yönetimlerin yerine geçmekte olan Müslüman Kardeşler de, bıkmadan usanmadan onlara yol gösteren, nasıl ve hangi siyasî zeminde anayasa yapacakları konusunda ilköğretim müfredat seviyesi
nde ders veren Türkiye'nin laik başöğretmen
tavrından, kibrinden hiç mutlu değiller. Birebir konuştuklarımız, Türkiye halkına duydukları derin sevgi ve Batılı ejderhaların öfkelerini üzerlerine çekmemek için nezaketen ve sabırla yüzümüze tebessüm ediyorlar. Bazen patlıyorlar da. Meselâ geçen ay Gaziantep'te düzenlenen sempozyumda Ortadoğu'dan katılan konuşmacıların neredeyse tamamı Türkiye'nin kendilerine model olmasını, ağabeylik yapmasını istemedikleri
ni, sadece tecrübesinden yararlanmak istediklerini ve bölgenin eşit şartlarda karşılıklı işbirliği ve kardeşlik ruhuyla yeni bir şekil alması gerektiğini en açık cümlelerle ifade ettiler. Biz kesinlikle mesajı alamadık.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.