Nefis sürekli yemek, içmek, seks gibi fiziksel ihtiyaçlar peşinde koşacak kadar salak değildir. Nefsin biricik gayesi sahip olmaktır. Zaten o fiziksel şeylere olan düşkünlüğün ana nedeni de budur. Nefis her zaman ve her yerde her şeyi sahiplenmeyi dünyaya gelmiş olmanın biricik gayesi sayar. O nedenle içinde yaşamakta olduğumuz çağın hallerine ben şaşırmıyorum. Nefis mücadelesi aşamalarında daha ilk basamaklarda olan insanlığın şimdilik bulduğu ve uyguladığı en yaygın düzenin kapitalizm olması doğal bir süreçtir. Hiçbir devrim olmasa, evrim yoluyla da olsa kapitalizmin sonu eninde sonunda gelecektir. Üstelik sosyal evrimlerin biyolojik evrimler gibi izafeten çok uzun sürelerde gerçekleşmediğini hatırlamak gerek. Ne var ki, devrimler doğanın ve insanlık tarihinin kaçınılmaz gerçeklerinden biridir. Bu nedenle evrimin yavaşlığını sık sık devrimler kapatacaktır. Kapitalizm insan nefsinin son sosyal saltanatı olmasaydı yüzde 99 adına bir avuç 'insan' bugün sokaklarda orayı burayı işgal etmek yerine başka işlerle meşgul olurdu.
Bazen bakıcısız çocuk büyüten ebeveynler de aynı hataya düşer.
Hiçbir limit ve sınır olmayan bu ortamda çocuklar limitsiz ve sınırsız davranmaya başlar.
Bu şekilde davranış, aslında, çocukların Biri idareyi ele alsın, beni sorumluluktan kurtarsın
çığlıklarıdır.
Kontrolden çıkan
çıkan çocuğun ihtiyacı kontrolü ele alacak
birisidir.
Hazin ve basit.
Komünizmin içinde de bir hiyerarşi, askervari bir örgütlenme olduğunu düşünüyorum. Bu yapılanma, iktidarı ele geçirmek için etkiliydi. Leninist bir partinin Leninist bir kavramıydı. Anarşizm tarafında ise kolektif bir örgütlenme vardı. Kendi kendini örgütleyen ve organize eden bir hareket hayali vardı. Bugünkü kafa yormamız gereken şey şu olmalı: Harekete sadık kalan, hareketin ruhunu taşıyan ve hiyerarşinin dışında kalacak yeni örgütlenme biçimleri bulmak. Marx da manifestosunda komünist partilerin işçi sınıfının içinde var olan bir yapılanma olması gerektiğini söylüyordu. Oysa günümüzün komünist partileri işçi sınıfının dışında varolur hale geldiler. Bu fikre geri dönmemiz gerek. Hayalimiz ve hedefimiz, anarşizmin özgürlükçülüğünü ve komünizmin disiplinini bir araya getiren bir yapı oluşturmak olmalı. Bunun mümkün olup olmadığını henüz bilmiyoruz tabi.
Aslında kapitalizm altında zaten epeyce planlama yapılır. Karmaşık, birbiriyle bağlantılı ekonomiler, koordinasyon için epeyce çaba gösterilmeden ve ileriyi düşünmeden işleyemez. Sorun, bu tür planlamaların hiç de demokratik olmamasıdır. Bu planlama, rekabet eden şirketlerin ve devletlerin önceliklerini yansıtır. Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'nin sözde sosyalist
toplumları bunun bir örneğiydiler. 1917 Rus Devrimi'nin yenilgisi, devrimi yapan işçi konseylerinin ortadan kalkmasıyla kendini gösterdi. Parti-devlet bürokrasisi iktidarı gasp etti. Bu yeni egemen sınıf, Batılı emperyalist güçlerle rekabet etmek zorundaydı. Bu yüzden kaynaklar, Batı'nın silâhlarıyla boy ölçüşebilecek silâhların üretimi için gerekli olan ağır sanayinin inşası için yoğunlaştırıldı. SSCB'de planlamanın özü buydu. İktidarın devasa ölçüde merkezileşmesine neden olan bu sürece yön veren, sıradan çalışan insanların ihtiyaçları değil, askerî rekabetin ekonomik zorunluluklarıydı. Bu, demokratik planlamanın işleyemeyeceği anlamına gelmiyor.
'Sırça köşk' yazarlarımızın daha net anlayabilmesi için bir cümleyle söylemek gerekirse… Alevîler ve Atatürkçülük arasındaki ilişki, 'ölümü görüp, sıtmaya razı olma' halidir! Bu 'hal'in ne kadar anlamlı olduğunu anlayabilmek için, Madımak katliamı sırasında şehrin belediye başkanı olan zatın Yangından değil, dumandan öldüler
deme pişkinliğini göstermesine bakmak yeterlidir. Haydi diyelim ki, Başbakan Erdoğan (kendisine acil şifalar dilerim) hasta yatağında olduğu için Dersim'e gösterdiği hassasiyeti gösterip, o dumanın 'sigara dumanı' olmadığını söyleyecek durumda değildi; peki ya diğerleri?
Örneğin Bülent Arınç'ın, Temel kardeşim, o yangın, derin devletin oyununa gelen, tekbir getiren ve birlikte Cuma namazı kıldığımız kardeşlerimiz tarafından çıkarıldı
demek için ne bekliyor?
Aslına bakarsanız ben de eğer Türkiye'ye 'şeriat' gelirse bunun aynen İran modeliyle geleceğini düşünüyorum. Fakat sanırım İran'a 'şeriatın' nasıl geldiği konusunda büyük bir anlaşmazlık var aramızda. Bence 'İran İslâm Devrimi' 1978'de değil, İran başbakanı Muhammed Musaddık'ın devrildiği 1953 darbesiyle başladı. Musaddık ne şeriatçıydı ne de fundamentalist. Tek suçu İran'daki tüm petrol rezervlerinin tamamını elinde bulunduran British Petrol'ü kamulaştırmak oldu. CIA hemen başarılı bir darbeyle Musaddık'ı iktidardan indirdi ve yerine 'Şah'ı getirdi. Şah tam 25 yıl boyunca ülkeyi demir yumrukla yönetti ve tüm muhalefeti ezdi. Rejim muhaliflerinin inim inim inletildiği bir dönemdi bu.
Türkiye'ye de 'şeriat getirmek' istiyorsanız aynısını yapmanız lâzım. Hükümeti bir askeri darbeyle devirin. Herkesi hapishaneye tıkıp işkencelerden geçirin ve bunu bir 25-30 sene sürdürün. Evet ondan sonra ciddi bir 'radikal İslâm' tehdidini karşınızda bulabilirsiniz. Dünyada ve Türkiye'deki oryantalist kafaların görmek istemediği tam da budur aslında. Sürekli baskı ve dış müdahalelerle bütün bu coğrafyada fundamentalist hareketleri sürekli olarak kendileri besledi ve hiç bir zaman normalleşmeye izin vermediler.
Muhafazakar basına bakın, sopanın nasıl onların eline verildiğini görürsünüz
Türkiye Bizansist ülkedir. 500 yıldır, Bizans devralındığından bu yana Türkiye'de bir devlet vardır. Ondan evvel akıncı beylikleriydi, tam devlet değildi. İstanbul'un fethinden sonra imparatorluk oldu, devlet haline geldi ve 3 bin yıllık Mezopotamya-Akdeniz coğrafyasının devlet geleneği, Mısır'dan, İran'dan, Bizans'tan sonra Osmanlı'ya geçti. Osmanlı'nın din tercihinin Bizans'tan farkı yok. Burada asıl olan devlettir, din onun güdümüne verilir. Din devletin ayakta durması için bir payandadır. Diyanet'in temsil ettiği, dinin afyon yüzüdür. Halkı uyuşturmak için vardır, insanları aydınlatmak için değil. Otoritenin yanlış kullanımına karşı halk ayaklansa diyanet hemen açıklama yapar itaat edin,
diye. Ayetler filân okur. Bu, devletin güdümüne verilmiş bir dindir. Bir defa dini buradan kurtarmak gerekir. Her şeyin özgürleşmesinden bahsediyorsunuz ama dinin özgürleşmesinden neden bahsetmiyorsunuz? Din devletin güdümüne bağlı olamaz. Din tamamen halkın gönüllü tercihlerine ve vicdanî yönelişlerine bağlı olarak var olur.
Bir ülkenin zenginliği, ülkenin insanları arasında nasıl dağılmış olursa olsun, o ülkenin zenginliğidir. Uzun vadede asıl önemli olan şey, zenginliğin dağılım biçiminden çok zenginlik yaratan değer ve süreçlerin muhafaza edilmesidir. Zenginlik birilerinin bir şekilde bir defa ele geçirdikten
sonra insanların geri kalanından tecrit ve yalnızca kendilerinin kullanımına tahsis edebileceği bir varlıklar bütünü değildir. Zenginlerin elinde zenginlik iki şekilde kullanılır. İlki kişisel tüketimdir. Zenginler, zengin olmayanlardan daha fazla ve daha lüks şahsî tüketime yönelir. Ancak, bir kişinin zenginliği arttıkça kişisel tüketiminin zenginliği içindeki oranı kaçınılmaz olarak küçülür. İkincisi, tamamlanmış veya sürmekte olan yatırımlardır. Zenginlerin zenginliğinin asıl büyük bölümü üretim araçları ve süreçleri biçiminde var olur. Bu, emeğini kiralayarak geçinenlere istihdam, tüketicilereyse ihtiyaç tatminine yarayacak mal ve hizmetlere karşılanabilir fiyatlarla ve sürekli ulaşma imkânı sağlar. Zenginliği devlet eliyle doğrudan doğruya gasp ettikçe veya abartılı vergilerle devlete aktardıkça bunun olması zorlaşır.
Bütün bir toplum ve devlet bir 'suç' işlerken dolayısıyla da artık o suç, 'gündelik hayatın' olağan bir parçası, yeni statükonun alâmetifarikası haline geldiğinde, bazı insanların tamamen kendi kişisel vicdanlarına dayanarak bu suça iştirak etmeyi reddetmesinin ne demek olduğunu bilmiyoruz.
Bizim de Oscar Schindler'lerimiz vardı. Ama onlar için bir film çevrilmedi bu ülkede. Onların ismi tarih kitaplarında geçmiyor. Onlar, bizim resmi tarihimiz için hâlâ 'vatan hainleri'.
Ben 1915 trajedisiyle yüzleşmememizin en büyük kayıplarından birisinin onları tanımaktan mahrum bırakılmamız olduğunu düşünüyorum. Aslında hepimizin bilinçaltında 1915'in suçluluk duygusu var. Ama biz, bu ülkede başka türlü davranmış, sırf vicdanı öyle emrediyor diye, bütün bir toplumun suç ortağı haline getirildiği o büyük alçaklığa alet olmamış, emirleri reddetmiş, Ermeni komşularını evlerinde saklamış o insanların hikâyelerini bilmiyoruz. Onları tanımıyoruz.
Tüm bu karakterlerin şöyle bir ortak özelliği var: Hepsinin çok paraları var. Ve yasal değiller… Beyaz ya da siyah atlı, bazen de cipli prensler. Kurtarmaya geliyorlar bizi, ailemizi ama bunlar sıradan erkekler değil. Hem vücutları güçlü, antrenman görmüş, bakımlı; hem de çoğu eğitimli. Bütün bu karakterlerin bir tür vizyonu var; Gerçeği biliyorlar.
. Bu gücü ilkin akıl sermayesinden alıyorlar, deneyimliler. İkincisi gerçek sermayeden, paradan alıyorlar. Sosyal sermayeleri de var. Her yerle bağlantıları var. Bunu da iyi kullanıyorlar. Yakışıklılar. Giyim kodlarına gelirsek, istisnasız hepsi takım elbise giyiyor. Tamamına yakını beyaz gömlek giyiyor. Saçları bakımlı ve kısa kesim. Marka giyiniyorlar. Giydikleri kıyafet, bindikleri araba moda oluyor. Ayrıca bu karakterlerin devraldığı kutsal nesneler var. Meselâ kimi babasının silâhını alıyor, kimi ustasının yüzüğünü alıyor, kimisi tespih alıyor. Maskülen kültür sembollerinden istifade ediliyor. Hep bir nesne kanalıyla gücün ya da bağlılığın metanomik bir aktarımı var.
Ömer Lütfü Topal öldürüldüğünde, polis soruşturmasına Murat Topal ile birlikte katılan ve Ayhan Çarkın başta olmak üzere şüpheli polislere sorular yönelten televizyoncu/gazetecinin ifadesi mutlaka alınmalıdır. Soruşturmaya bir gazeteci/televizyoncu olarak mı? Yoksa o günkü patronuyla, sonradan patronuna rakip olacak bir işadamı arasındaki hesaplaşmanın yönlendirmecisi olarak mı katıldığı açığa çıkarılmalıdır. Topal'ın öldürülmesi sıradan bir kumarhaneci cinayeti değildir çok daha büyük boyutları vardır. Dediğim gibi halen mevcutlar içinde olan iki medya patronunun hesaplaşması da buna dahildir. Tabii bu arada Mehmet Eymür'ün halen Sudi Özkan'ın sağ kolu olarak çalıştığı da gözlerden uzak tutulmamalıdır. Sudi Özkan'ın (kumarhaneler kralı) defalarca çıkarılan vergi affına rağmen neden halen kaçak
olarak yurt dışında yaşadığı da incelenmelidir tabii…
Hürriyet muhabiri Günay Aslan Kasaplar Deresindeki vahşeti ortaya çıkartan gazeteciydi. Bugün yurtdışında bulunan Aslan toplu mezar vahşetini ve buradaki siyaset-ordu işbirliğini şöyle anlatıyor: 8 Ocak 1989 günü Kasaplar Deresine gittim. Soğuk bir kış günüydü. Yasak bölge kapsamına alınan Kasaplar Deresiyle ilgili söylenenler çok büyük bir tedirginlik yaratıyordu buna rağmen oraya gittim. Karlara bata çıka aşağı yukarı 1 kilometre yürüdüm. O dönem çok kar ve köpekler vardı. Bol bol elektrik direklerini çektim. Ama önemli olan dereyi çekebilmekti. Aynı gün Kasaplar deresine atılmış insanların yakınlarıyla söyleşiler yaptım. Korkunç şeyler anlatıyorlardı. İşkence edildikten sonra dereye atılan insanlardan söz ediyorlardı. Bir babayla konuştum. İki oğlu Kasaplar Deresine atılmıştı. Belgeleri toplayarak Diyarbakır Ohal Valisi Hayri Kozakçıoğlu ile görüştüm. Kozakçıoğlu üç kişinin dereye atılmış olduğunu kabul etti. Ardından şunu ekledi: Ben görevim gereği ölü teröristler ya da ölü ele geçirilmiş teröristlerin herhangi biriyle ilgilenmem. Fakat bu olayın kendisine intikal ettiğini, bir Suriye uyruklu ve iki TC uyruklu kişinin orada gömülü olduğunu öğrendiğini ve gereken talimatı vererek çıkarttığını söyledi.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.