Askeri vesayetle de demokrasi olmaz, haksız ve gerekçesiz keyfi tutuklamalarla da. Bu, Balyoz davasındaki herkes masumdur anlamına gelmez. Ancak demokrasi yolunda hukuk teferruattır
diye bakıp, kurunun yanında yanan yaşlara ses çıkartmamak ileride demokrasiyi de bir teferruat haline getirir.
Merak eden, zamanında Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir
diye kulaklara üfleyenlere ve eski genelkurmay başkanlarını Meclis'e taşıyan kahramanlara sorabilir.
Bir de o danışmanlar, o başbakanlar ve meselâ o Mehmet Ağarlar bugün kimin safında, ona bakabilir.
Asker, hükümetin memurudur ve haddini bilmelidir. Kişi hak ve özgürlüklerinde de iktidar, halkın memurudur ve haddini bilmelidir.
dextra': Norveçli katili tanıyalım
Sol, (Latince sinistra
) insanın kötü
doğmayacağını, olsa olsa sonradan çevre ve yaşam koşulları nedeniyle kötü işler yapacağını, eğitim ve bilgi ile gelişebileceğini/değişebileceğini savunur, atalardan alınan genetik mirası kaçınılamaz bir veri olarak görmez.
Sağ (dextra) ise insanın tabiatına işlemiş kodların asla değişmeyeceğini, şiddetin doğamızın ayrılmaz bir parçası olduğunu, onu aşamayacağımızı, olsa olsa faydalı
bir mecraya kanalize edebileceğimizi iddia eder.
Dizideki Dexter
karakteri tam da bunu yapar. Değişmeye ve iyi bir insan olmaya çalışmaz, yok etme dürtüsünü toplum düşmanlarına yönlendirerek, kendi kötülüğünü toplumsal faydanın hizmetine sunar. Dürtülerini bastırmadığı için zaman içinde, bir farkındalık
geliştirir. Fakat bu asla sol
un teşvik ettiği türde bir değişim
e yol açmaz.
Bu Norveçli tuhaf terörist, on yıllarca sürecek bir savaşın işaret fişeğini yaktığını düşünüyor. Kendini, İslâm Avrupa'dan atılana ve yeryüzünün bir köşesinde yalıtılana kadar sürecek bir savaşın askeri olarak konumluyor.
Manifestosu bir bulamaç. Biraz siyasî fikirleri, biraz günlüğü, biraz da teröristin el rehberi. Siyasi fikirleri oradan buradan apartılmış metinlerin kolajı. Ancak işin terör taktikleri kısmı tehlikeli. Sıradan bir insanın bazı yasal malzemeleri internetten toplayarak nasıl bomba yapabileceğini ayrıntılarıyla anlatıyor.
Amacı, bir ateş yakmak ve diğerlerinin de manifestosunu okuyarak peşine düşmesini sağlamak.
Yöntemi canice, ancak fikirleri sıradan. Herhangi bir yabancı düşmanı Batılıdan farkı yok. Bahçeşehir Üniversitesi'nin yaptığı Türkiye'nin değerleri
araştırmasını temel alırsak, Breivik'in fikirlerinin birçok vatandaşımızdan da farkı yok.
Anne babasına meyve tabağı hazırladıktan, babasının çoraplarını yıkayıp başucuna bıraktıktan sonra 02.00'de bahçedeki kanalın yanında, babasının dört gecedir elinde fener, yastık yaptığı taşa başını koyup ağladığı erik ağacının altında çakıyor çakmağı Evin. Kahramanlaştırdığı, Diyarbakır Hapishanesi'nde kendini yakanlar gibi…
Hemen suyun kenarında yapıyor bunu. Su ve ateşin yan yanalığı, minibüs şoförlerinden BDP'den Mahinur Taş'a, kahvedeki yaşlılardan sokaktaki gençlere pek çok kişiye göre iradenin kuvvetinin ispatı. Mustafa Malkoç da öyle yapmıştı.
Annesi kızını bulduğunda, şokla bir döşek kapıp geliyor. Kızını döşeğe yatırıp, üzerine çarşaf örtüyor.Evin Anne su anne su
diyor. Hastane yolunda slogan atıyor. Hastanede polis, hepimizin sorması gereken soruyu, sorgu mahiyetli soruyor; Seni kim yaktı? Seni kim yaktı?
Polisin alındığı odaya anne alınmıyor. Evin içeride Anne anne
diye inliyor.
Kürtler tam olarak ne istiyor? Bunu siz de pek bilmiyorsunuz, anlaşılan.
Evet, dil, kimlik, temsil gibi konularda Kürtlerin özgürlük isteyeceği açık. Kürtler, sizin epeyce muğlâk biçimde tanımladığınız ve ilân ettiğiniz türden bir özerklik istiyor olabilirler. Bir kısmı bağımsız bir devlet de istiyor olabilir. Bunlar anlaşılabilir şeyler.
Ama bunları birlikte konuşabilmemiz için sizin de yapmanız gereken bir şeyler yok mu Allah aşkına?
PKK var. KCK var. DTK var. BDP var. İmralı var. Bunların arasında belirli bir eşgüdüm yok. Hanginiz Kürtleri temsil ediyorsunuz belli değil.
Hanginizi muhatap alacağımı şaşırdım ben.
Benden ne istediğinizi anlamakta güçlük çekiyorum.
8 yılda ne kadar demokrat, özgürlükçü, barışçı ve emek ile demokrasiden yana olduğunu göstermiş olan AKP iktidarına karşı, CHP'nin sol eğilimli tabanını da etkileyebilecek, o kesimi de kendine çekebilecek ciddi bir muhalefet çizgisi, AKP yanlısı liberal görünümlü yandaşların da foyasını ortaya dökebilir.
Bu genel yayın politikası özellikle habercilikte, haber işleme ve sunumunda, röportajdan incelemeye, dizi yazılardan fotograf ve karikatüre kadar gazeteciliğin tüm alanlarında ne kadar muhalif olabilirse o kadar başarılı olacak. Profesyonellik kriterlerini mutlaka her seferinde en önemli ikinci unsur olarak uygulamak şartıyla. Geleneksel yani klâsik gazeteciliğe dönüş, işin temel formülü: Sessizlerin sesi olmak, iktidar sahiplerini rahatsız etmek, yönetilenlere umut ve huzur vermek.
Bir başka yol, üçüncü bir yol var. İşte BDP'nin özerklik programı bu yolu gösteriyor. Yerel komünal birliklerin özyönetimi. Kürtleri gerçekten tüm dünyaya da örnek kılacak yol budur. Ama hem parlamento hem özerk yönetim olmaz. Merkezi devletin merkezi aygıtına tabi olduğunuz an özerk yönetimi falan unutun. Bu noktadan sonra Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisi ile merkezi düzeyde kaynaşması başlayacaktır. O parlamento sıralarında ezilen, sokaklarda lo lo
çeken Kürt kadınlarının ve çocuklarının değil, palazlanan Kürt burjuvazisinin temsilcileri oturacaktır.
O zaman yemin
in bir riyakârlığa bile izin vermeyip tamamen gerçeği, Kürt halk kitlelerinin istismarı gerçeğini ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır.
Şu anda muhalefet sıfatını hak eden tek güç, Kürt siyaseti
. Fakat iktidar partisi hâlâ ona nasıl davranacağını bilemiyor. Elbette burada da bir ikiyüzlülük, arkasını çoğunluğa dayamış olmaktan gelen bir nobranlık, küstahlık var. Sen, aylarca, Ahmet Türk gibi bir insanın elini sıkmıyorsun. Sonra büyük iddialarla İmralı
yla görüşmeye başlıyorsun. Tepkilerini bahane ettiğin millet
sana bir referandumda bir de seçimde ne verebilecekse veriyor. Kabaca, Kardeşim çöz de nasıl çözersen çöz, biz bakmıyoruz
diyor. Fakat -çoğu abartılı yorumların aksine- hâlâ esas devlet olan devlet Kürtlere yeni bir tuzak kurduğunda, sinsice, kurnazca sabotajlar yaptığında, Efendim, kanun maddeleri açık…
teraneleriyle riya yoluna sapıyorsun. Ve gidip milletvekilliklerini çalıyorsun. Diyarbakırlı Oya Hanım aracılığıyla yapılanın adı budur.
Her zaman söylüyorum, Kürt meselesi özünde bir psikoloji
meselesidir ve çözümü de Kürtler'in gönlünü almaktan geçiyor (bu işin lafla olmayacağını söylemeye gerek yok). Bunu anlamazsanız, Bu ülkede Kürt sorunu yoktur, benim Kürt kardeşlerimin sorunları vardır
cümlesinin, Bu ülkede Kürtler vardır ama Türkler onlardan daha eşittir
biçimindealgılanacağını anlayamazsınız.
Geldiğimiz noktada artık yeni bir 2004 momenti görünmüyor. Dolayısıyla bugünün hakikati şudur: PKK'yı ve Kürtler'i birbirinden ayıramazsınız, yani Kürt sorunu ve PKK sorunu ayrı ayrı sorunlar değildir ve ikisini aynı anda çözmek zorundasınız.
Yalnız: PKK sorunun çözmek PKK'yı silâhla kırmak değildir, PKK'yı siyasete katmaktır.
Diyelim tersini yaptınız ve hatta günün birinde Onur Öymen'in hayalini kurduğu gibi Türkiye Sri Lanka oluverdi…
Hiç kuşkunuz olmasın: Öyle bir Türkiye, Kürt sorununun hiç bir hak
la giderilemeyecek yepyeni bir versiyonuyla yüz yüze kalacaktır.
Kürtler'in küslüğünü bilen bilir…
Ben de bilmiyordum, ta ki aşağıdaki makaleyi okuyana kadar. Çok yeni değil, 2003 yılına ait, ancak güncelliğini hiç yitirmeyen bir konu. Zaman üstü. Bir markanın aydınlık ve karanlık yüzünün bu kadar etkileyici sunulduğu başka bir çalışma bilmiyorum. Cevabını bulduğunuz sorulardan biri de, neden G-8 gibi zirvelerde gençlerin bu kadar çileden çıkıp bu kadar saldırgan olduklarıdır. Diğeri ise üretim ile satış fiyatı arasındaki büyük farkın nerelerde kimler için kullanıldığıdır.
İşte bu makaleyi okuduktan sonra tekrar sormamız lâzım: İnsan Olandan Kapitalist Olur Mu?
.
Ya da, insancıl bir kapitalizm mümkün mü?
Kıdemli bir radyolog anlatıyor: Çok sık ultrasona geldikleri için artık ahbap olduğumuz üç teyzeden biri geçen gün yoktu.
Nerede Hamiyet Hanım, hayırdır
dedim. Bugün hasta. gelemedi
dediler. Budur yani…
Olay ne biliyor musunuz? Kurulan bu düzen ne tıp etiğiyle, ne hasta haklarıyla ne de dürüstlükle bağdaşıyor. Hem hastalar hem de doktorlar bu sistemi suistimal etmek için her tür patikayı anayola çeviriyor. Anlayacağınız hepimiz birer bonus puanı olmuşuz, haberimiz yok.
Kabahatin büyük kısmı, kârı özelleştirip riski toplumsallaştıran mali sistemimizde. (Britanya Ulusal İstatistik Dairesi'ne göre geçen yıl ülkenin bankacıları ve sigorta aracıları kendilerini hâlâ 14 milyar poundluk ikramiyelere değer görüyordu.) Kabahatin bir kısmı, reklamcıların aslında zerre kadar gerekli olmayan ihtiyaçlar
imal etmenin daha da rafine yollarını keşfettiği bir dünyadaki tüketim çılgınlığında. Bir kısmı da savaş sonrasındaki doğum patlamasının öznelerinin daha fazla sağlık, refah, sosyal güvenlik ve emeklilik maaşı beklentilerinde: Gayet makul bir istek diyebilirsiniz, eğer kabak çocuklarımızın başında patlamayacak olsaydı.
Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için her şeyin mübah
sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer bireysel zenginlik yaşamın yegâne ereği sayılırsa, çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse ve birinin [azınlığın] durumunun iyileşmesi
ötekilerin [çoğunluğun] durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır.
Mâlûm: birilerinin iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor. Çelişik bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlâksızlığı, yağma ve talanı yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar oluşturuluyor… Sözde etik kurallar vâzediyor…
Tutanamayanlar'ın iyi bir kitap olmadığına eminim, ama Atay'ın akıllı bir insan olduğuna da eminim. Bu özellik, görebildiğim kadarıyla, hayranları arasında o kadar yaygın değil. Ama olsun: akıl insanı tedirgin ve mutsuz etmekten başka neye yarar? Yobazlık ise paha biçilmez bir hazinedir. Körü körüne bağlandıkları inançları olanların bir daha bu inançları da, başka herhangi bir şeyi de sorgulamalarına gerek kalmaz. İnanılan eğer bir kitapsa giderek bu kitabı okumak (ve belki de yobazlıkla o kadar bağdaşmayan mesajını görmek) bile gereksiz hale gelir. Geriye yalnızca muska gibi boynumuza astığımız kitabın bizi otomatik olarak aydınlığa boğduğuna ve kitaba dil uzatanların haç görmüş vampirler gibi oracıkta çarpılıvereceğine inanmanın derin huzuru kalır. Umarım bir gün ben de kendime böyle bir kitap bulurum.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.