Patronsuz Medya

Üçüncü el duman

Dördüncü el duman terimi, bir apartman dairesinde içilen sigaranın komşuları etkilemesini ifade ediyor. Komşuda içilen sigara dumanının duvarlar ve apartman içi boşluklar aracılığıyla komşu evlerin havasına karıştığı düşünülüyor.

Amerika'da 6-18 yaşları arasındaki 5 bin çocuk üzerinde yapılan bir araştırmada kotinin isimli maddenin apartmanlarda yaşayan çocukların kanında, müstakil evlerde yaşayan çocuklarınkine göre yüzde 45 fazla olduğu belirlendi. Kotinin, nikotin parçalanma ürünü olan bir madde ve pasif olarak sigaraya maruz kalmanın kanıtı olarak kabul ediliyor. Bu çocukların kanında kotinin seviyeleri çok yüksek olmamakla beraber pasif dumana maruz kalmanın güvenilir bir sınırı yok. Tek bir sigaranın bile genleri olumsuz etkilediği göz önüne alınacak olursa tehlikenin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır.

* Ahmet Rasim Küçükusta (Zaman)

Unutulan ikinci dil

Bir ulus devlet, bir üniter devlet kurarken, Batı'da da yaşanmış örneklerin mevcudiyetini göz önüne alarak, ilk Cumhuriyet yıllarındaki bilinçli, katı ve keskin kopukluğa gönül indirelim ama demokratikleşmenin dalgalar halinde geliştiği şu dönemde, okullara Osmanlıcayı koymak niye kimsenin aklına gelmiyor? Öteden beri yazdığım yazılarda orta eğitimin ileriki yıllarında, iki önemli dersin seçmeli olarak konulması gerektiğini belirttim: Divan edebiyatı ve Osmanlıca. Eğitimin düğümü daima kolaydan zora gidilirse açıldığından, önce 19. yüzyıl matbu harflerini, yazısını öğretelim, kısa bir sürede öğrenilip başarılabilecek bu ilk aşamadan sonra, dileyen diğer çeşitlere yönelsin. Bunu da herkese zorunlu tutmayalım. Bu işin niye gündeme gelmediğini herkes biliyor: Osmanlıcanın okutulması, öğretilmesi bir gericilik olarak görülüyor. İler tutar yanı olmayan bu düşüncenin kökleri hem radikal, zorlayıcı modernleşme anlayışında yatıyordu hem de eski yazıyla dinsellik iç içe geçiriliyordu. Eski yazı dinden bağımsız bir biçimde ele alınıp bir kültürel sorunsal olarak değerlendirilmiyordu. Daha saçma bir düşünce olmaz…

* Hasan Bülent Kahraman (Sabah)

Teyp Sülo ve biz sosyalistler…

Çok teorik tartışma yaptık. Kavga ettik, birbirimizin toplantılarını bastık. (Teoriye bu kadar vurgu yapmamıza rağmen, teorik derinliğimiz yeterli düzeyde değildi.) Silahlar çektik. Başlangıçtaki vicdan', adalet gibi kavramlar geri plana itildi, bizim örgüt en devrimcidir bencilliği öne çıktı. Diğer örgütler burjuvazinin ajanıydı', bizler işçi sınıfının temsilcileri'. Bölüne bölüne bir hal olduk. Ortada ne işçi sınıfı vardı, ne de devrimci durum. Örgütlerin kapalı dünyasında yaşamak, bir alışkanlığa, kültüre dönüşmekteydi.

İçe dönük tartışma alışkanlığı, dünya ve Türkiye'deki gelişmeleri doğru okumamıza engel oldu. Gerçeği algılamaktan uzaklaştığımız oranda, yenilgilerimiz ağırlaştı.

Ezberci ve milliyetçi genel okul eğitiminin üzerine eklediğimiz ezberci ve hayattan kopuk sosyalist teoriler, cehaletimizi körüklemekten, düşünce sistemimizi katılaştırmaktan başka bir sonuç vermedi.

İnsan odaklı; yaratıcılığımızı geliştirmenin mümkün olduğu bir yolculuk, içe kapanık sosyalist teorik tartışmalarla tıkandı. Eğitim sistemindeki devletçi', milliyetçi', ezberci mantıkla sosyalizmi harmanlayıp bir milliyetçi-devletçi-elitist sosyalizm yarattık… Başlarda halkçı bir çizgi izleyen, fabrika fabrika, köy köy dolaşan sol hareketin giderek halktan koptuğuna tanık olduk.

* Oral Çalışlar (Radikal)

Propaganda filmleri, sinemamızı köstekliyor

O kadar imrenilip taklit edilmesine rağmen yanına bile yaklaşılamayan Hollywood bu işin kalesidir. Dünyanın en ücra köşesindeki kişiyi bir Amerikan FBI ajanıyla özdeşleştirmeyi becerir. Bizse Nene Hatun'u elinde balta, saçları dağılmış, yüzü kanlı haliyle Cesuryürek'e benzetecek, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi Sultanın Sırrı için Da Vinci Şifresi sakilliğini örnek alacak kadar estetik bilinçten yoksunuz.

Hele Dersimiz Atatürk, Veda vb. Atatürkçü propaganda filmlerinin Atatürk'e ettikleri! Aktörleri balmumu heykele çeviren makyajları ve karakteri üç beş anekdota indirgeyip insanî yönünü yok eden didaktik tavırlarıyla nereye varabilirler? Askerlerin rica minnet köy boşaltırken Kürt köylülerine Bey diye hitap ettiği Güneşi Gördüm, Türklerin asker, Kürtlerin terörist olduğu Nefes, halkın yobaz askerlerin aydın olduğu Kubilay, insanların ancak dinle yola geldiği Eşrefpaşalılar, başörtülü kadın fantezisi kuran Büşra, metinle imge arasındaki ilişkiyi kuramadığı için vb. filmlerin körüklediği toplumsal kutuplaşma çok kaygı verici. İzleyici kitlesini alenen sinema dışında amaçlarla bölüyor bu filmler. Bu manipülatif ve saldırgan medya ortamında her propaganda filminin kendine birkaç şakşakçı bulabilmesi de ayrıca üzücü.

* Alin Taşçıyan (Star)

Devrim ve sol şimdi nerede?

Şimdiye değin tarihsel karşıtlığı çözüme bağlayacak ve bunu kolektif bir akla dönüştürecek maddî koşullara sahip değildik. Ama tarihin tam bu aşamasında kapitalizmin teknoloji tekelinin kırıldığını ve zenginliğin kaynağı olan teknolojinin kolektifleştiğini görüyoruz. Bu dönüşüm(devrim) için yalnızca bir fırsat değil; bu dönüşümün sürekli olması için bir fırsat özünde.

Ve bu dönüşümün öznesi, kapitalizmin tekelci yapısını elinde tutan ulus-devlet egemenleri ve ulus-devlete dayanan tekeller dışında kalan tüm insanlık. Kapitalizm, ulus-devlete dayalı sermaye birikim rejiminin sonuna gelirken, bu tarihi fırsatı insanlığın önüne koyuyor.

Bu cümleden olmak üzere, solu artık tam burada aramak lâzım; bu anlamda sol, çeşitli sınıf ve kesimlerden bir kadın hareketi, kültürel ve dini özgürlükleri yayma ve koruma çabası, çevre hareketi, binlerce yıl dilini, kültürünü baskılamış bir halkın diline ve onun kültürüne sahip çıkma kararlığı ve mücadelesi, bilme özgürlüğü vb… olarak yeniden tanımlanabilir.

Ama solu, 20.yüzyıldaki gibi tek bir sınıfın (işçi sınıfının) kurtuluş mücadelesi ve bu mücadelenin sonucunda iktidarı ele geçirme hareketi olarak nitelerseniz, yalnız onu marjinalize etmiş olmazsanız; solu yok olmakta olan ulus-devlet aparatlarının kullanacağı fraksiyonlar olarak aşağılarsınız da…

* Cemil Ertem (Taraf)

Vapurdan inince toprak konuştu

Gelişmiş ülkelerde Zoning diye bir şey var. Bölgeler zone'lara yani kuşaklara ayrılır, konut, ticaret, endüstri için ayrı ayrı yerler belirlenir. Ticarethane olan yerlerde imalât yapılmaz, konut olan yerlerde fabrika kurulmaz. Zoning mahalle, ilçe, il hatta ülke bazında yapılabilir. Bunun amacı ve neden uygar bir uygulama olduğu en geri zekâlının anlayabileceği kadar açık olduğu için uzun uzun anlatmaya gerek yok. Konut olan yerde kaportacı açılırsa bütün mahalle halkı rahatsız olur. Zoning Türkiye'de yoktur. Daha doğrusu vardır ama durağan değil değişkendir, kimin kimin avucuna ne kadar para konduğuna göre değişir. Yeşil alan birisi orada konut veya fabrika yapmak istemediği müddetçe yeşildir. İstediği anda kara alan oluverir. Fabrikalar için ayrılan sahalara linyit santralı kurulur. Düşünecek olursanız kanunları sadece Meclis yapmaz. Rüşvet de bir yasa yapma tekniğidir. Parayı ödersiniz, bürokratlar, belediyeciler, politikacılar kanunları sizin çıkarınıza göre ayarlar. Bu şekilde yeni bir yasa ortaya çıkmış olur. Bu açıdan baktığınızda, rüşvet millet iradesinin üstündedir ve hakimiyet kayıtsız şartsız ona aittir.

* Metin Münir (Milliyet)

Füze Kapanındaki Türkiye

Türkiye'nin sistem içindeki rolü, bir tür yardım yataklık ve ihbarcılık mertebesindedir. Türkiye'de radarlar konuşlandırılacaktır. Bunların işlevi, hedefi saptamak ve koordinatlarını komuta-kontrol merkezine bildirmekle sınırlıdır. Sonrasını komuta-kontrol merkezi belirleyecek ve ateşleme düğmesi de oraya bağlı olacaktır.

Yani, bir ara Erdoğan'ın sözünü ettiği düğmeye biz basarız böbürlenmesi boş bir laftır. Nitekim daha sonra O da bunu bir daha telâffuz etmedi ve bu sefer kontrol NATO'da olsun diye malûmu ilan eden başka bir boş lâf etti. Kontrol elbette NATO'da ve onun patronu, sistemin de sahibi, ABD'de olacak. Ayrıca, bütün sistem saniyelerle ölçülebilecek aşamaları içerdiğinden, sürecin herhangi bir politik/diplomatik istişareyi içermesi olanaksızdır.

Dolayısıyla, sisteme dahil ülkeler saldırı emrini daha baştan kabul etmiş, daha doğrusu, bu hakkı komuta-kontrol merkezine ve eli düğmede bulunan ABD'ye baştan devretmiş durumdadırlar. Bu durumda Türkiye'nin herhangi bir söz hakkından söz etmek saçmalığın daniskasıdır.

* Haluk Gerger (Sosyalist Demokrasi)

Asıl şirk Kürtçe'yi putlaştırmak değil miydi?

Demirtaş, nasıl bir akıl tutulmasıyla başkasını şirk ile itham edebilmektedir meçhul. Zira eğer şirk üzerine konuşacak isek, asıl İmralı-BDP çizgisinin, Kürtçü siyasetin uğruna ölmeyi ve öldürmeyi göze aldığı dil meselesini putlaştırdığı ve bu şekilde şirkin en hasını yaptığı açık değil midir? Geçmişinde İslâmcılık var diye, bir partiyi Müslümanlığından utandırma gayretiyle dinin içinden Ali Cengiz üslupları devşirmeye kalkarsanız, muhatabınız da kalkıp size şunu söyleyebilir: Cahiliye Araplarından ne farkın var? Onlar kendilerini Lat, Menat ve Uzza'ya adıyorlardı. Sen de Kürtçe'ye adıyorsun. Onlar dünyevî iktidarlarını Lat, Menat ve Uzza etrafında örgütlemişlerdi ve birbirlerini bu putlar üzerinden eziyorlardı; sen de dil üzerinden kendi tahakküm alanını genişletmeye çalışıyorsun. Doğrusu, Allah nazarında kimlik davasının bir önemi var mıdır, Allah'a iyi bir kul olmakla ilgisi olmayan ve tümüyle biz insanların tasavvurları ile sınırlı meseleler itikadi anlamda bir değer ifade etmekte midir, meselelerine hiç ama hiç girmemek olurdu.

* Nihal Bengisu Karaca (Habertürk)

Sarı Protesto

Hem suçlu hem güçlü diye bir halk deyişimiz vardır. Bu metne imza atan kişilerin davranışını yansıtıyor. Ya da mahalle kavgasında hem bel altından vuran, sonra biraz dayak yiyince şirretlik yapanları. Bu metni kaleme alanların, imzalayanların iktidarda olsalar, olayları nasıl tahrif edebileceklerini, her birinin bir Stalin dönemi siyasal komiseri Andrey Vyschinski türünde bir savcı olmaya nasıl aday olduklarını da sezinleyebiliyoruz. Gerçeğin sadece siyasal amaçların ışığında şekillendiği, her yere eğilip büküldüğü bir zihniyet dünyası var karşımızda. Mücadele ettiğini zannettiği iktidarın niteliklerini içselleştirdiği için ona öykünen, geleneksel toplumsal yapının salgıladığı otoriter kibri ve hep haklı olma refleksini sindirmiş bir zihniyet bu. Yaşadıkları büyük şaşkınlıktan ve etraflarındaki dünyayı hiç anlayamamaktan mıdır bilinmez, sanki ergenlik öncesi dönem arazları sergiliyorlar.

* Ahmet İnsel (Marksist)

Şirketlerin doymak bilmez ihtiraslarına karşı…

Kaç on bin yıl geçerse geçsin 100 binlerce yıl sonra tekrar yeni dengeye kavuşunca doğa, belki de insansız olarak da yeni bir doğa dengesi kurulur diye mazoşistçe ve sapıkça bir umut belirliyordum kendime. Eh, yani, insan bir virüs, kanser gibi davranıyorsa, doğa onsuz varolmakta ve yeniden dengesini kurmakta haklıdır diye!… Maalesef son kitabında James Hansen onu da biraz elimden aldı. Çünkü, önlem alınıp küresel ısınmanın ve kontrolden çıkan iklimin önü alınmazsa, Venüs Sendromu gelir diyor. Venüs Sendromu dediği şey de şu: ortalama sıcaklığın çeşitli tetikleme mekanizmalarıyla, feedback (geri besleme) dedikleri mekanizmalarla çığrından çıkıp ortalama küresel sıcaklığın 100oC'ye çıkması mümkün! Şimdi 100oC'ye çıkarsa zaten, değil insan; bir bakterinin bile yaşayacağını düşünmek çok zor. Venüs böyle bir gezegen. Atmosferi 450 oC sıcaklıkta. Çünkü karbondioksit seviyesi çok yüksek. Ve Hansen da Dünya Venüs'e benzeyecek diyor. Şimdi bunu Hansen'dan başka birisi söyleseydi biraz bilimkurgu gözüyle bakabilirdik. Yalnız, James Hansen dünyanın atmosferiyle uğraşmaya başlamadan önceki yıllarını NASA'da Venüs'ü incelemekle geçirmişti! En iyi bildiği alan Venüs'ün atmosferi idi. O zaman Hansen'ın söylemesi çok anlam ifade ediyor!

* Ömer Madra (Marksist)

 

45
Derkenar'da     Google'da   ARA