Öcalan'ın hedefi ne sizce?
Bütün amacı kendisini kurtarmak. Yaşamı karşılığında, kendisine dayatılan şeyleri yapıyor. Eğer İmralı'da kendisine şunu yap, bunu yap
denmese, dışarıda iki asker öldürüldüğü zaman Öcalan'ın ödü kopar. Ama şimdi kendisine çatışma dayatılıyor. Öcalan artık derin devletin denetimindedir ve onun dediğini yapıyor. Son dönemde Mustafa Kemal'i, Kemalizm'i Kürt halkına sevdirmeye gayret ediyor. Geçmiş Kürdistan ayaklanmalarını da gerici isyan olarak niteledi. Derin devletin istediği şey değil mi bu? Ama şunu da belirteyim…
Ali arkadaş'tı
Mehmet Ali Birand'la kalktık Bekaa'ya gittik. Apo hazırlanmış, beyaz elbiseler giymişti. O konuşmada Apo ilk kez, Biz bağımsızlık istemiyoruz. Bizim ülkeyi bölmek istediğimizi kim söylüyor?
dedi. Ben, ilk kurşunu işte orada aldım.
Niye?
Eğer bağımsızlık istenmiyorsa, silâhlı mücadele niye yapılıyordu o zaman? İnsanlar, Diyarbakır'da Bağımsız Kürdistan
sloganı atıyorlardı. Bu lafı, PKK'da bir başkası söylese, o anda PKK tarafından kurşuna dizilirdi. Birand bile şaşırdı. Bu bir strateji değişikliğidir. Merkez komitenizden, politbüronuzdan onay aldınız mı
diye sordu.
Ne cevap verdi?
Apo, Bizim merkez komitesi, politbüro diye bir yapılanmamız yok. PKK, genellikle benim yönetimimde gelişen bir harekettir
dedi. Ve işte o gün, diktatörlüğünü resmen ilan etti.
Hürriyet Diyarbakır cezaevini övdü
O işkencelerden sonra ben şuna inandım. Yeryüzünde en dayanıklı canlı insandır. Akşam oldu, nöbetçi bana acıdı ve beni lağımın içinden betonun üstüne çıkardı. Bana bir sigara verdi. O da bir askerdi. Size söyleyeyim, o cehennemin içinde melekler de vardı. Sabah oldu ulan avukat
diye gene geldiler. Beni lağımın içine gene yatırdılar. Öyle dövdüler ki bayılmışım. Zaten bir müddet sonra acıdan göğsün tıkanıyor ve bağırman da kesiliyor. Kendime geldiğimde ayaklarımdan akan birikmiş simsiyah kanı gördüm. Yavaş yavaş ayaklarımı içime doğru çektim ve betonun üstüne yattım.
Her işkence gören yaşadıklarını bu kadar ayrıntılı hatırlar mı?
Hiçbir zaman unutmaz. Hiçbir şeyi unutmaz. Orada ölüm bir an önce gelsin istedim. Diyarbakır cezaevinde herkesi böyle imtihan ettiler. Ben dört aydan fazla hücrede kaldım ve dört ay her gün işkence gördüm. Bir de hücrelere kedi büyüklüğünde fareler saldırıyordu.
Bu insanlar nasıl sanık olur?
Ergenekon ve darbe sanıklarının kahraman
oldukları için kendilerine isnat edilen suçları işlemiş olamayacakları argümanı, Ergenekon davalarıyla ilgili olarak bugüne kadar internet sitelerinde yayımlanan haberlerin altına girilen okur yorumlarının en has argümanı olageldi.
Bu zavallı ve temelsiz argüman, zaman içinde milliyetçi-ulusalcı köşe yazarlarının önce deste küçük boy
ve deste büyük boy
, ardından da küçük orta boy
ve büyük orta boy
seviyelerinden de alıcı buldu.
Fakat inanın, salgının baş altı
ve baş
seviyelerine de sirayet edeceğine asla ihtimal vermemiştim.
Zihinsel açıdan bir üst evreyi ifade eden insan
ise başkalaşmaya direnmediği gibi, neredeyse bunu arzular. İnsan her ortama uyum sağlayabilen ve içgüdüsel sağduyusunu sürekli olarak yeniden programlayan
bir yaratık. Bunun sonucu olarak, kendi ilkelliğine mahkûm olmayan, kendisini kültürel olarak kurgulayan bir canlı. Bunun bir gelişmişlik
olduğunu söyleyebiliriz tabii ki… Ama aynı gelişmişlik, insanı çok edilgen bir konuma da sürükler. Basitçe ifade edersek soru şudur: Ya insanın içinde bulunduğu kültür, ona bir hayat tarzı olarak ilkelliği sunuyor, giderek onu ilkelliğe davet ediyorsa? İnsanın buna direnmesini beklemek pek gerçekçi değildir, çünkü bu canlının esas yeteneği ortama uyum sağlamasıdır. Diğer bir deyişle insan kültür bağımlı
bir varlık olduğu ölçüde, ona sunulan medeniyete
razı gelir ve sonuçta bazen yaşamakta olduğu ilkelliğe bile medeniyet
payesi verebilir. Bunun anlamı insanın yozlaşmaya direncinin olmaması, yozlaşmayı normalleştirmeye hazır olmasıdır.
1989'da Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nden PKK'ya katılan, 10 öğrencinin başına geleni duyduk mu hiç? Aralarında bir polis kızı olduğu için dağa çıktıktan birkaç gün sonra ajan diye infaz edildiler. Onları dağa getiren Ankara Üniversitesi öğrencisi Mehmet de Getirdiği herkes ajan olduğuna göre o da ajandır
denerek öldürüldü, öldürülmeden önce de konuşması için işkencede bir parça naylon yakılıp midesine bırakıldı.
Aliza Marcus yazmasa duymayacaktık.
Allah'ın mülkü/ülkesi (yeryüzü) kişisel zenginler üretme çiftliği değildir. Bilakis zenginlikleri eşitçe dağıtma, bölüşme, paylaşma, barış, adalet ve kardeşlik yurdudur. (Dârusselâm). Burada herkes kendi kısmetine
(bütünden eşit pay) razı olarak, nasibine
(bütünden kendi ihtiyacı kadar) düşene razı olarak yaşayacaktır.
Demek ki…
Mülkiyet bir hak değil; görevdir!
Görev (emanet) ise ehil olana verilir. Ehil olmanın birinci şartı ise mülkiyeti (emaneti) kendine yontmamak, emanet olarak verilmiş kamu (Allah/halk) mülkiyetini özel mülkiyete çevirmemek, ihtiyacından fazlasını infak etmektir.
Yeryüzünü Allah'ın ülkesi, kendinizi de bu ülkede görev verilmiş birisi olarak düşünün…
Öldürüp, kelle vergisi aldılar
Bu savaşta büyük rant var. Savaş deyince akla PKK geliyor. PKK'yla savaştan çok daha büyük bir savaş var. O da bu savaşın gerisinde yatan büyük rantla savaşmak. İşte bu rantla savaşmak çok zor! Bu rantın içinde her türlü cinayet ve kirli iş var. Ergenekon sürecinde bunların bazıları ortaya çıkmaya başladı. Bu rantı paylaşan ve devletin içine iyice yerleşmiş olan bu derin yapılar henüz tasfiye edilmediler. Terörden, uyuşturucudan, her türlü kaçakçılıktan, çatışmanın rantından beslenenler artık tasfiye olsunlar!
Suç'u sadece misafir olarak gittiği o evde bulunmaktı. Yasadışı sorgulandı. Mahkeme aşamasında Türkçe bilmediği için ve o tarihlerde Kürtçe tercüman konusunda büyük sorunlar yaşandığı için, uzun yıllar mahkemece ayrıntılı ifadesi alınmadı. Bu süre içinde o devamlı suçsuz olduğunu anlatmaya çalıştı. Cezaevinde kalp hastası oldu. Hastalığı tespit edildiği halde çok uzun yıllar tutuklu kaldı. Azat'ın yaşadığı işkenceler ise gerek İstanbul Tabip odası gerekse İnsan Hakları Vakfı İstanbul Temsilciliği tarafından belgelendi. Ancak dosya her zaman olduğu gibi resmibilirkişilik kurumu olan Adli Tıp'a gönderildi. Adli Tıp'ın verdiği işkence bulgularını onaylayan ancak belirsizlik taşıyan rapor savcılık tarafından benimsendi ve küçük Azat'a işkence yapanlar cezasız kaldılar.
Bu garip tutum sonunda bizim kendi kendimizi, kendi tarihimizi, geçmişimizi, değer sistemimizi ötekileştirmemizi
doğurdu. Biz bize yabancılaşmıştık, biz biz olabilmek için Batılılaşmak zorunda kalmıştık.
Tek yanlı olmayan bu tutumun karşısında Batı'nın yarattığı Oryantalizm yani hayalî Doğu vardı. Doğu yoksul, gelişmemiş, modernleşme ihtiyacı içinde olan bir imgesel yerdi, Şarkçılara göre. O dünyanın da sokaktakiyle hiç bir ilişkisi yoktu. Batı oraya uygarlık
götürmek için, oraları boyunduruğu altına alabilmek ve sömürebilmek için böyle bir bahaneye ihtiyaç duyuyordu.
Ona söyleyecek bir şey yok. Türkiye'deki Garpçılar da içinde yaşadıkları toplumu aynen Garplıların o garip tasavvuruyla kavrıyordu. Geri kalmış ülkeyiz, uygarlaşmamız gerekir, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayalım türünden modellerin hepsi bu Oryantalizmin izini taşır. Çok ilginç, çok şaşırtıcı biçimde bizdeki Oksidentalistler Oryantalist bir muhakemeyle bakıyordu topluma.
Bu ideoloji-siyaset-eylem çerçevesi çağdaş Türkiye'deki en büyük kafa karışıklığını ve siyaset yanılsamasını doğurmuştur. Çünkü ne Kemalizm söylendiği gibi bir sol içeriğe sahiptir (sadece tarihsel anlamda solcudur. Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli yapıtımın 1. ve 2. ciltlerinde niye öyle/böyle olduğunu anlatıyorum) ne ordu söylendiği anlamda ilerici/solcudur ne de darbeyle demokrasi gelir.
Ama Selçuk bu çizgide direndi. Bu maksatla son defa 2007 girişimlerinin düşünce zeminini hazırladı. İdeolojik çizgisini çekti. Şimdi bütün bunların unutulup görüşlerini hiç değiştirmediği için övülmesi şaşırtıcıdır. Değiştirmediği söylenen görüşleri bunlardır. Ve bu görüşler yakın tarihin en anti-demokratik olaylarının arkasındadır. Bunları unutmak demokrasiyi hatırlamamak anlamına gelmiyor mu, hiç değilse bir grup için?
Özellikle 11 Eylül sonrasında rasyonalite zeminini kaybeden Amerikan dış politikası bir türlü toparlanamadı. ABD için bağcıyı dövmek uzunca bir süredir üzüm yemekten daha önemli. Amerikan dış politikası çoğu konuda sorun çözmeye değil güç gösterisine odaklı görünüyor. Oğul Bush döneminde yönetime hakim olan psikolojik atmosfer hâlâ dağılmamış görünüyor.
Çünkü Obama yönetimi kendisinden beklenen değişimi gerçekleştirmekte zorlanıyor. Onun da özellikle iç politikayla ve yönetimin iç dengeleriyle bağlantılı problemleri var. En başta da Dışişleri Bakanlığı koltuğunu vermek zorunda kaldığı eski rakibi Hillary Clinton'un İsrail lobilerinden güç alan kontra tutumu elini kolunu bağlıyor. Önümüzdeki Kasımda yapılacak kısmi parlamento seçimi bir diğer sınırlayıcı faktör. Yani Obama güç gösterisi yapmak zorunda. Diğer yandan kendi çözmesi gereken soruna Türkiye ile Brezilya'nın çözüm üretmesi de kabul edilebilir bir durum değil. Öyle anlaşılıyor ki aynı kompleks Avrupalı güçlerde de var.
Bizim doktor, canım gülüm doktor, Recep Tayyip Erdoğan'ın gelişerek değişmiş
olabileceğine inanmıyor.
Orduda bazı komutanların darbe planları yapmış olabileceklerine de inanmıyor.
Kanıt var diyorsun, olamaz
diyor.
Adam altına ıslak imza atmış diyorsun, yapmaz
diyor.
İmzanın gerçek olduğunu askeri savcı söyledi diyorsun, inanmıyorum
diyor.
Hiç mi gazete okumuyorsun? diyorum, okumuyorum
diyor.
Peki olup bitenleri nereden biliyorsun? diyorum, biliyorum
diyor.
Bazı gazetecilerin de bu komplonun içinde olabileceklerine hiç mi hiç inanmıyor, koskoca gazeteci böyle şey yapar mıymış? (Ama onları okumuyor.)
Sonunda güldüm, haklısın
dedim, ordunun darbe yaptığı nerede görülmüş, sen hiç yakın tarihimizde ordunun darbe yaptığını duydun işittin mi? Bizim bildiğimiz, darbeleri kasap çırakları ve berber kalfaları yaparlar, öyle değil mi?
Durdu durdu, baklayı ağzından çıkardı kenara koydu: Canım,
dedi, bugüne kadar darbeler hep solu ezdi, bir kerecik de sağı ezsin, ne olur yani?
Başkan sözü aldı: - Ali Bey, dedi, ben projeleri önceden okumam. Bana projenizi anlatır mısınız? Biliyorum inanılır gibi değil ama aynen böyle söyledi. Sayın Çiğdem Atakuman o günü anımsar sanıyorum, kendisine de sorabilirsiniz. Dayanamayıp bunun nedenini sordum. - Çünkü projelerden habersiz geldiğimde çok ilginç sorular soruyorum, başkalarının hiç dikkatini çekmeyen şeyleri görüyorum… Öyle değil mi arkadaşlar? diye sorup etrafındaki gençlere baktı onay bekleyerek. Diğerleri, neredeyse tek bir ağızdan, - Evet efendim, öyle efendim, dediler, çok ilginç sorular soruyorsunuz… Neden çağrıldığımı anlamıştım. Bu saygısızlık karşısında bana sadece susmak düşüyordu. Projeyi anlatmam istendi. Anlattım. Başkan, - Ali Bey, dedi, derslerinizde soracağınız sorulardan birkaçını rica edebilir miyim? En ilginç bulduğum birkaç soruyu söyledim. Kısa bir sessizlik oldu. Başkan etrafına bakındı. Herhalde kendisinden soruların yanıtlarını beklediğimi sanmış olmalı ki, sinirli sinirli gülümseyerek, - Eskiden olsaydı bunların hepsine şıp diye cevap verirdim, dedi, ama unuttum bu konuları şimdi…
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.