Savcılık'tan dönerken, özgür Çekoslovakya'nın ilk cumhurbaşkanlığını yapmış olan büyük yazar ve aydın Vaclav Havel ile 1991'de Prag'da yaptığım konuşma aklıma geldi. Tarihi Hradcany Şatosu'ndaydık. Turgut Özal'ın yanında, içinde ölümsüz makalesi Güçsüzün İktidarı'nın da yer aldığı
Living in Truth
(Doğruluk'ta Yaşamak) adlı kitabını imzalarken, bir sorum üzerine Biliyor musunuz
demişti, Hapishane günlerim hiç de fena geçmedi aslında… Orada hiç değilse kitap yazabiliyordum.
Havel ile o diyalogum aklıma gelince, ironik bir şekilde, beni bu yaştan sonra hapse atarlarsa, belki de nihayet vakit bulur ve kitap yazabilirim, diye düşünürken yakaladım kendimi.
Ne tuhaftır ki, 60 yaşın üzerinde seyrederken, baskıyı hâlâ ırgala-mıyor olmam, tuhaf gelmedi bana.
Ama itiraf etmeliyim ki, iki gün sonra, kendi aşireti'nden olmadığım halde avukatlığını
yapmış olduğum Başbakan'ın bana kimin avukatısın?
diye kükremesi bayağı bir tuhaf geldi.
Tuhaflık, mağdur'un iktidar sahibi olduğu vakit, mağdurluk günlerini unutarak iktidar söylemine hızla ve kolayca geçmeye yatkınlığında.
'İktidar bozar kuralını bildiğime göre, belki bunun da tuhaf gelmemesi gerekiyordu.
balyoz'u mu işaret etti?
Hürriyet'in haberine göre, savcılar, Balyoz belgeleri arasında, 2003 kasımındaki saldırılardan sekiz ay önce, Mart 2003'te oluşturulmuş bir belge ele geçirmişlerdi. Belge, İstanbul'daki kilise ve sinagogların bir listesini içeriyordu ve bunlar arasında sadece 8. ve 21. sırada yer alan iki sinagog, diğerlerinden farklı olarak kırmızıyla yazılmıştı. Onlar da, sekiz ay sonra bombalanacak olan Neve Şalom ve Beth Israel sinagoglarıydı.
Ben eczacıyım, o günlerde adamın biri eczaneye geldi. Bana iki reçete gösterdi. Eczacı Bey, ikisi aynı mıdır?
dedi. Baktım… Biri 2004'ün ikinci ayına ait. Diğeri 2005'e ait. Aradan bir yıl geçmiş. Baktım verilen ilâç aynı. Adama, Evet reçeteler aynı. Niye sordun
dedim. O zaman çocuk hastaydı. İlacını alamadım. Şimdi bu hak çıktı. İlacını almaya şimdi geldim
dedi. Bu adam hasta çocuğunun ilâcını almak için bir yıl beklemiş.
İnsanın bu şehirde ruh sağlığını koruması çok zor olmalı, değil mi?
Ben, elimde alışveriş poşeti taşımaktan utanıyorum. Çocuğu bir yıl ilâç bekleyen biri bu devlete aidiyet duygusuyla nasıl bağlı olabilir ki? Böyle bir toplum var burada. Bugün Öcalan'ı istedikleri kadar öncelikleri olarak koysunlar. Yarın Öcalan'ı serbest bırakın. Üç ay sonra yine çatışmalı ortam ortaya çıkacaktır. Yoksulluğu çözmediğiniz sürece bu kızgınlık, bu öfke dinmez bitmez burada.
İtilaf Kuvvetleri'nin Çanakkale'ye ilk saldırısı 19 Şubat 1915'tedir. Savaş, Batı Cephesi'nde, siperlerde kilitlenmiştir. Bu durumu aşmak için (Churchill'in planıyla) doğuda manevra savaşı
başlatmaya karar vermişlerdir. Çanakkale'ye saldırmalarında savaş hukukunu çiğneyen hiç bir şey yoktur. Onun için, hangi nedenle bizden özür dilemeleri gerektiğini anlamış değilim. Başbakan, Viyana'ya iki kere sefer yaptığımız için Avusturya'dan özür dilemeyi, ayrıca Budapeşte, Belgrad, Sofya vb. bütün bunlar için özür dilemeyi düşünüyor mu?
Gümrü'de yaşıyordum. Türkiye'ye 30 km. uzaklıkta. Yüksekokul mezunuyum, büyük bir fabrikada işçi olarak çalışıyordum. Annem çalışmıyordu, babamın büyük bir deposu vardı ama asıl mesleği öğretmenlikti. 15 kardeştik, şimdi az kaldık, çoğu öldü. Bir gün anneme sordum Neden boyun bu kadar kısa?
diye. Dedi ki Oğlum bir duvardan 15 taş çekersen ne kalır geriye?
Biz çok zengindik aslında; şu anda büyük bir dağın tepesinden aşağı inmiş gibiyim. 1988'deki depremden sonra hiç bir şey kalmadı Ermenistan'da. 24 akrabamı kaybettim depremde. Tırım vardı, onu sattık, elde avuçta ne varsa hepsini sattık. Torunuma süt almak için karım altın dişlerini sattı, iki litre süt alabilmek için hem de… İki çocuğum var, biri Ermenistan'da, biri Rusya'da. 12 yıl böyle direndik, yaşamaya çalıştık. Komünizmi biliyor musun sen, çok iyiydi. En fakir insan bile güzel yaşıyordu o zamanlar.
Andıç iftirası bilerek atıldı
Medya temizlenebilecek mi sizce?
Çok zor. Medya üzerinden güç sağlama, ilişki kurma, siyasete yakın durma işleri bitmedikçe medya temizlenemez. Bugünkü sistem hâlâ bu. Gazete kendi başına bir ürün olmaktan çıkmış, patronun diğer işlerini kolaylaştırmak için bir araç olmuş durumda. Bugün Hürriyet dışında kâr eden gazete yok. Herhalde gazeteler gazetecilik aşkından çıkarılmıyorlar. Ayrıca medyanın seviyesi gittikçe düşüyor. Çünkü medyaya yeni ve kaliteli insanlar gelmiyor. Eğer güdülerine hakim olamazsan, bugün gazetecilik imkânların ötesinde bir hayat sağlıyor insana.
Modern kaos tanımı, klâsik kaos tanımını reddeder. Eski tanımlama kargaşa, düzensizlik, başıbozukluk, biçimsizlik, insanların birbirini boğazlaması veya mahşer, kıyamet belirtisi ya da en uygun tabiriyle Babil Kulesi insanları; herkesin ayrı dilden konuştuğu, ayrı telden çaldığı karmakarışık bir dünyayı ima eder.
Modern tanıma göre, hiç biri kendi başına egemen olmayan birçok davranış ve bileşke vardır; biz bunları bilemiyoruz.
Çünkü düzenli olmayan bir dünya vardır. Bu tanım tabii bir düzen fikri varsayar. Bu ruh ve hayat çemberi tabii düzenin sonucudur. Canlı ve cansızlardan müteşekkil biyolojik bir çeşitlilik vardır. Yıldızlar, galaksi, güneş sistemi varlıklarını bu kaosa borçludurlar. Yine ışık, ısı ve kimyasal moleküllerin birbirleriyle ilişkileri yine bunun sonucudur.
Bunlar olurken, bunların yanı sıra, Abdi İpekçi cinayeti gibi olağanüstü bir cinayetin sanığı sıkıyönetim askerî hapishanesinden çıkıp giderken (su yüzüne, Roma'da Papa öldürme girişimiyle çıkmak üzere) herhangi bir komutan çıkıp personelinin moralinin bozulduğuna dair bir şey söylemedi. Şimdiki gidişata bakınca anlaşılıyor ki, o gün gazetelerde birileri çıkıp O adam askerî hapishaneden nasıl kaçar
diye sorsa, Silahlı Kuvvetler'in morali bozulurmuş. Kaçırınca bozulmayan moral, Nasıl kaçar
diye sorunca bozulurmuş. Ama o zaman herhangi birine böyle soru sordurmayan bir düzen, sıkıyönetim rejimi vardı -yani ideal
durumda yaşıyorduk ve her şey iyiydi. Mantıkî sonuç, şimdi de herkesi sustursak, işler gene yoluna girer; morali düzelen personel
gemiyi yüzdürmeye yeniden başlar.
İşin tuhafı, ben de, ömrümü dolduran bu siyasî cinayetlerden, darbelerden, çözülemeyen kumpaslardan, kesilmeyen şiddetten, hukuku hukuksuzluğun pragmatik âleti haline getiren anlayıştan çok şikâyetçiydim. Hâlâ da öyleyim. Öyleyim ama şu son beş, on yıllık dönem içinde bir şeyler değişmeye başladı. Bu ne. Kim yaptı. Nasıl yaptı
türünden sorularımızın bazıları cevaplarını bulur gibi oluyor. Oldukça, benim moral
im de düzeliyor.
Polonya'da son zamanlarda birçok insanın sandık odasından Yahudi neneler ve dedeler çıkmaya başlamış -doğal olarak, orada da, dede
den çok nene
. Bundan beş yıl önce Varşova'da bütün Yahudi cemaat topu topu 250 aileye kadar inmişmiş. Ama şimdi bu sayı yeniden 600'e çıkmış. Kimse dünyanın başka bir yerinden kalkıp Polonya'ya göçmediğine göre, bu artış, yeni keşfedilen eski kökenlerle ilgili. Burada da, böyle bir durum vardır hep ve son zamanlarda varlığından yeni haberdar olunan Ermeni büyükanne sayısında ciddi artış var.
Sonuçta hepsi de vatansever
olan bu gençler, en büyük engellemeyi, Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuat Paşa gibi bürokratlardan gördükleri için, Padişah'tan çok Tanzimat bürokrasisine düşman oldular.
Ahmet Mithat Efendi gibi yeni filizlenen burjuvaziden yetişen aydınlar bile güçlü bir bürokrasiye karşı çıkarken, bir kurum olarak Padişahı ve dînî toplumun bekası için önemli dayanak noktaları olarak görüyordu. Osmanlı Devleti'nin geleceğini İslâm kültürüyle Batı kültürünün evliliğinde görmelerine karşın, 19.yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'daki, siyasi ve fikrî faaliyetlerin dışında kaldılar ve Aydınlanma süresince oluşan yeni fikrî durumun farkında olmadılar. İslâmî düşünceyi de, Osmanlı deneyimi ile sınırlı bir şekilde ele aldılar, tüm İslâm dünyasında olup bitenlere karşı ilgisiz kaldılar.
(Şerif Mardin, Osmanlı aydınının daemon dediği iç fırtınaya sahip olmadığı için sıra dışı fikirler üretemediğini, dolayısıyla gerçek anlamda entelektüel olmadığını söyler. O'na göre, Osmanlı düşünce adamları, literati =okumuş, edip
kavramıyla açıklanmaya daha müsaittir.)
Malta Sürgünleri arasında bulunan Yakup Şevki (Subaşı) Paşa, Cemal (Mersinli) Paşa, Cevat (Çobanlı) Paşa, Dr. Esat (Işık) Paşa, Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ali Fethi (Okyar), Hüseyin Rauf (Orbay), Ahmet Agayef (Ağaoğlu) gibi İttihat ve Terakki politikalarının oluşmasında ve yürütülmesinde önemli rolleri olan kişilerin Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık, generallik gibi görevlerle taltif edildiklerini unutmayalım.
Elbette Malta'ya gönderilmemiş yüzlerce Tehcir ve savaş suçlusu vardı. Onlar da yargılanmadılar ve Cumhuriyet döneminde önemli görevlere getirildiler. Böylece savaş ve Tehcir suçluları Cumhuriyet'in harcına katıldılar. Zaman içinde bu kişilerin çocukları, torunları arasında da devletin önemli görevlerine gelenler oldu. Böylece İTC zihniyeti (bazı değişimler geçirmişse de en azından Ermeni Tehciri'ne yaklaşım açısından) günümüze kadar geldi. Deniz Baykal'ın ağzından duyduklarımız, bu gerçeğin tescilinden başka bir şey değil. Baykal'ın Malta Sürgünleri ile Balyoz Darbecileri arasında kurduğu paralellik de bu tarihçeyi bilince başka bir anlam kazanıyor. İşte bu devamlılık (buna suç ortaklığı da diyebilirsiniz) yüzünden, üzerinden tam 95 yıl geçtiği halde, 1915 Ermeni Tehciri'ne (buna soykırım da diyebilirsiniz) ilişkin gerçeklerin deşilmesine izin verilmiyor. Bu zihniyet akrabalığı (isterseniz buna Malta Kardeşliği
diyebilirsiniz) yüzünden bu ülke sürekli darbe ikliminde yaşatılıyor
1977 seçimlerinde Şehremini'de sandık müşahidiydim. Bir ara yaklaşık 40 kişilik sakallı-çarşaflı bir grup geldi, oylarını kullandı. İçlerinden birini tanıyordum, dışarıda kime oy verdiklerini sordum, AP'ye, yani Demirel'e
dedi. Sebebini sorunca CHP korkusu
dedi. İçim cız etti. Sağ partiler, bu mazlum insanların derdine çare olmazken, sadece CHP sopası
nı gösterip oylarını cebe indiriyorlar. Özgürlükler sağlanamıyor, yoksulluk önlenemiyor. Bu oyun bozulmalıdır.
Her şey değişiyor… Gazeteciler de, gazeteci maddî çıkar ve telkin kabul edemez
türünde ilkeler ilan edip sonra bir daha yüzüne bakmayan, kendi yöneticileri de bu ikramlara gönül indiren meslek örgütleri de değişecek.
Ancak zaman alacak bu değişim. O zamana kadar, misal TEKEL işçilerine Açıklamalarınızı Paris'te yapın
, küçük şirketlere Bütçenize gazeteci ödeneği koyun
diyemeyeceğimize göre, şirket gezileri rezaletine karşı nasıl bir yol izleyeceğiz?
yandaşder misiniz?
Sokaktaki cahil
insanların bu partiye oy vermesine kerhen tahammül edilebiliyor. Ama toplumun seçkinleri arasında kabul edilen insanlar AK Parti'nin kimi politikalarına sempati izhar etmeye kalkışsınlar derhal yandaş
etiketi yapışıyor üzerlerine. Bu yandaş
lafının içinde masum taraftar
anlamından çok menfaat temin etmeye dayanan, samimi olmayan
bir destekçilik iması var.
Bir sanatçı, bir bilim adamı, bir gazeteci CHP'li olabilir, hatta -artık ona da izin çıktı!- MHP'li de olabilir. Bu durumda yandaş
olmaz. Ama aynı adam AK Parti'yi destekliyorsa veya hükümet politikalarını beğendiğini gizlemiyorsa muhakkak bu bir menfaat karşılığı olmalıdır!
Menfaat peşindeymiş gibi algılanmamak için politik görüşlerini gizlemek zorunda olan aydınların ülkesinde yaşıyoruz.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.