Dizi düşmanlığı yapmak için söylemiyorum bunları. Zaten dizilerle de sınırlı değil konu. Deşelenmiş hayatlardan sıyrılmak için bilinçli
bir fert olmaktan söz etmek istiyorum. Ayrıca itiraf etmek gerekiyor ki bu ülkede pek çok televizyondan haber seyretmek, zulümlerden zulüm beğenmek gibi bir şey. Nedir o her cümleden sonra insanın kafasına tokmak gibi inen Daaan!
sesleri, nedir o insanın beynine kıymıklar gibi batan Azzzz sonnnrra!
böğürmeleri. Haberin aslını bekliyorsunuz ve anlıyorsunuz ki ortada ne fol var ne yumurta. Kuru bir cayırtı, uyuz bir gürültü ve çiğ bir cazgırlık; hepsi bu! Haber maber hak getire…
Keşke diyorum, kendimize zaman tanısak ve kendimizi dinlesek doya doya. Kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, varlık sebebim, hikmetim, gayem… Bu arada iç huzurumuzu bozan her şeye ama her şeye başkaldırsak. Yeter desek. Yeter! Çünkü hayat su gibi akıp gidiyor ve bir rüzgârın önünde sürüklenip savrulan kuru yapraklar kadar bile irade beyanına muvaffak olamıyoruz.
Önemli gazetelerin önde gelen yazarlarının yazdıklarını izledim. Neredeyse tamamı ağır bir depresyonun içinden yazılmış, yazarların kendilerinden, içinde bulundukları koşullardan, basının halinden şikâyet eden metinlerdi bunlar. Kimse kusura bakmasın bir Çetin Altan'ın yazılarındaki derinlik, insanî duyuş, humor ve ironi
ondan daha sonra gelen ve şimdi başa güreşen yazarların yazdıklarında mevcut değildi. Açık bir bezginliğin, yorgunluğun, şikâyet ve çöküş duygusunun yazılarıydı bunlar.
Ama bu yazılar bir gerçek ve bu yazılar bir gerçeği saptıyor. Çünkü basının genel durumunu yansıtıyor. Türkiye'de basın da köşe yazarları da yorgun artık. Gazeteleri açıp bakın, yeni, yaratıcı, ufuk açıcı, bir meseleyi soğukkanlılıkla ele alan bir ilk sayfayı çok zor göreceksinizdir.
Bütün bunların altında basının da köşe yazarlarının da kendilerini teslim ettikleri okur korkusu
ve onun uzantısı olan okur dalkavukluğu
haydi bu terim ağır geliyorsa daha hafifiyle söyleyelim, popülizm
yatıyor. Basın otoritedir, bilgi otoritedir. Otorite ise mesafe demektir. Bizse hangi konu olursa olsun o mesafeyi ortadan kaldırmanın neredeyse mübtezel çırpınışı içindeyiz. İşte bu nedenle bu ülkenin bir quality paper'ı yok,
referans gazetesi
yok.
Şehit asteğmenin günlüğü:
Bugün var ya aşkım… Bu terörün bitmeyeceğine bir kere daha şahit oldum.
Gözümüzün önünden on katır on kişi geçiyor, gidelim öldürelim diyoruz göndermiyorlar.
Helikopter çağrıyoruz yollamıyorlar.
Bi de bunun üzerine adamları telsizlerinden de dinliyoruz. Hâlâ elimizi kolumuzu bağlı tutuyorlar, çıldırıyoruz.
Adamlar resmen önümüzden geçiyor. Biz de öyle salak saçma dağ başında bekliyoruz, neye kime hizmet ettiğimizi bilmiyoruz, ilk defa burada bulunuşumuzun boş olduğunu anladım.
Aile içinde, Ermeni komitacıları'nın suikastına 1922'de kurban giden dedemle ilgili hikâyeleri dinleyerek büyümüştüm. Zamanla tarihle dedemi karıştırmamayı öğrendim. Acıları karşı karşıya getirmek, eşitlemeye kalkışmak, acıları mukayese etmek yanlıştı çünkü.
Böyle bir tutum, düşmanlık ve nefret kapılarını açıyordu insanoğlunun önünde.
Tarihin sayfalarını çevirirken, yazarken ya da yorumlarken bence tarihten husumet çıkarmak değil, insanı önyargılardan kurtaracak ve insanlığı barışa götürecek bir çizgide yürümekti, böyle bir zihniyet ikliminin oluşumuna elinden geldiğince katkıda bulunmaktı doğru olan…
Karşı karşıya oturduk, çaylar içtik, sohbet ettik. Birbirimize cep telefonlarımızın numaralarını verdik. Armen Gevorgyan arada bir İstanbul'a geliyormuş. Bir dahaki sefere beni de arayacak. Onu Boğaz'a, balık ve rakıya götüreceğim.
Askerin elinde bir ezber
var. Bu ezbere inanıyor. Bu ezberin sorgulanmasına da izin vermiyor.
Oysa askerin inandığı bu ezberdir, Türkiye'de bu yangın'ın bu kadar parlamasına yol açan…
Şimdi asker de sıkıntıda!
Bu biliniyor.
Kendi sıkıntılarını da aşabilmesi için bu ezberi'ni sorguya açması şart askerin…
Bunun gibi, seçilmiş siyasal güçlerin, Meclisle hükümetin de artık kendi varlıklarını hissettirmeleri lâzım, eğer yangının kontrol altına alınıp zamanla sönmesi isteniyorsa…
Uzun lâfın kısası:
'Askerin ezberi'yle de, asker korkusu'yla da ne barış, ne de demokrasi mümkündür!
Türkiye'deki sağlık sistemi, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin de gündemindeki önemli konuların başında.
Geçen aylarda Meclis'ten geçen Genel Sağlık Sigortası yasası, eski adıyla Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı üzerinden sağlık hizmeti alanlar ile yeşil kartlıları kapsıyor. Herkese tek çatı altında, sağlık hizmeti götürülmesini hedefliyor.
Sağlık sistemi nasıl bu kadar eleştirilir hale geldi? Bugünlerde aşama aşama yürürlüğe giren yeni düzenlemelere neden ihtiyaç duyuldu?
30 yıl önce Londra'nın finans merkezinde, güvenlik görevlilerinin sizi kapılardan çevirmediği günlerde, sağa sola gider, bankalara uğrayıp iktisatçılarla konuşurdum.
Kasvetli bir akşam üzeri, kendimi sandalyelere dizilmiş üniformalı adamların oturduğu bir koridorda bulduğum olurdu. Bunlar hava kararmadan son teslimatlarını yapmayı bekleyen banka kuryeleriydi.
Kuryeler Londra'nın finans altyapısının hayatî bir unsuruydu.
Çantalarında, tüm halkın çeklerini takas merkezine götürür, böylece bankaların bunları birbirleri arasında takas edip finans çarklarının dönmesini sağlarlardı.
Ancak yağmurlu günlerde, kuryeler işlerine biraz ara verip, derme çatma bakımsız bir kafeye dalıp yağmurun dinmesini beklerlerdi. Bu da çeklerin takasa gitmesini geciktirirdi.
Dolayısıyla bankalar da yağmurlu günlerde günün sonunda kuryenin çantasından çok yüklü bir çek çıkması ihtimaline karşı, faizlerini birazcık daha yüksek tutarlardı.
Ekonomistlerin yıllardır haber verdiği bu süreci durdurmak için ABD elinden geleni yaptı. Enerji fiyatlarını yüksek tutarak, petrol bağımlısı Çin gibi güçlü ekonomilerin büyümesini yavaşlatmaya çalıştı. Bugün yaşanan kriz, bu çarelerin de işe yaramadığını gösteriyor. ABD'nin hegemonyasının emperyal araçları olan Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların işe yaramaz hale gelmeleri de, bugün yaşananların habercisi idi. Bugün IMF'in borç verdiği ülke neredeyse kalmadı. (…)
Krizin Türkiye'yi ilgilendiren en önemli ayağı, bankacılık sektörünün neredeyse yarısını elinde tutan küresel finans gücünün zorda olması. Çoğullaşan ve kendi arasında rekabet eden bir finans dünyası Türkiye için yararlı. Ama dünyanın hızla dağıldığını ve yepyeni bir dünyanın kurulduğunu fark etmek kaydıyla.
Bense fizikî olarak
modernleşmeyi sürdürsek de, dindarlaşmaktan korkanları hileyle kışkırtanlardan korkuyorum asıl. 28 Şubat dizileri'ne aktör devşiren, din adına Hıristiyan misyonerleri ortadan kaldırmaya çalışan, bütün
gayrimüslim'leri kayıtsız şartsız hain ilân eden, 6-7 Eylül sergilerini basan, vatan sevgisini tekeline alarak kurumayan kanlarla beslenenlerden korkuyorum.
Akademisyen fişleyen profesörlerden, Atatürkçülüğü kullanarak ölme öldürme yemini edenlerden, iktidarını tetikçilerden, çetelerden medet umarak, adam gammazlayarak, iftira atarak, hedef göstererek, yalancı şahitlik yaptırarak muhafaza
edenlerden korkuyorum.
Güneydoğulu çocukların maruz kaldığı zulüm ve yoksulluğu yaygınlaştıranların, kanlı eylemlerin dinmesini istemeyenlerin, Diyarbakır cezaevini yaratanların, faili meçhulleri tezgâhlayanların yargılanamamasından korkuyorum.
Eskiden memlekette dinginlik varmış, huzur varmış, hayat çok ucuzmuş, herkes birbirini sayar severmiş, şimdi ahlâk bozulmuş… Yalan söylüyorlar! Eskiden burası çok geri, çok ilkel bir ülkeydi. Kimsenin küçüklerini sevdiği, büyüklerini saydığı falan yoktu. Yoksul, gene sürünüyordu.
Tramvayda, otobüste yaşlılara yer vermemek için uyur numarası yapılırdı, oradan bilirim.
Ha, kendi yaşadıkları Ankara'nın memur mahalleleri dingindi tabii, zaten orada Menderes'in asılması da coşkuyla karşılanmış!
1948 ve 2008 yıllarının Yümnü Beyler'i bu daüssıla
numarasını hep yaparlar, yutmayınız. Türkiye, 1948'de 1908'dekinden iyiydi, 2008'de 1948'dekinden iyidir, 2048'de de bugünkünden çok daha iyi olacaktır.
Tayyip Erdoğan Aydın Doğan'a çektiği peşrevlerle bu ranta
ve devlete
ortak olacağını ele güne deklare etti. Bu, kendi tabanına yerel seçimlerden önce verilmiş bir müjdeydi. Bir tartışma değil.
Abdurrahman'ın davasıyla hukukun kendi kendini lağvetmesinden önce Erdoğan, bu küstahlığı zinhar yapamazdı. Mahkemenin çaresiz
kararsızlık kararından
sonra anladı ki, küresel ekonomi onun arkasındaydı.
Artık belki de, Türkiye'nin eski yerlileri
küresel destek sayesinde Türkiye'nin yeni ecnebîleri
olabilirlerdi.
Memleketim laik Türk ecnebîlerden
sonra şimdi de yavaş yavaş Müslüman Türk ecnebî
üretmeye başlamıştı. Onlar da elbet rantı yukardan aşağıya
nasibine göre herkese dağıtacaktı.
Batı'da sekülerliği ilk üreten manastırdır. Çatışma 11. yy.da Kilise ile krallar arasında toprak üzerindeki hakimiyet ihtilâfından çıktı. O güne kadar toprak Tanrı'ya, yani Kilise'ye aitti; krallar ve lâikler vatan
fikrini öne çıkararak toprağı sekülerleştirdiler.
Bu aslında Kilise'nin toprak üzerindeki hakimiyetine karşı, toprağı kralların mülkîyetine geçirmeyi hedefleyen bir işlemdi ve bunu vatan fikrini yücelterek, vatan sevgisini kutsallaştırarak
yaptılar. Vatan
fikri olmasaydı ne ulus devletler ne milliyetçi ideolojiler mümkün olurdu.
Zaman içinde toprak gibi Kilise'nin denetiminde olan bütün dünyevî alanlar (siyaset, hukuk, bilim, iktisat, beden-cinsellik, eğlence, sanat, sinema, medya, spor ve diğerleri) dinden özerkleştirildi, bu alanların tümü insanın krallığına devredildi (yani krallar, senyörler ve burjuvazi söz sahibi oldu), böylelikle din, yani Kilise hayatın dışına çıkartıldı.
İnsanın babası Tanrısal bir varlıktır. Babalık daima ebedîyet düşüncesiyle bütünleşir. Tanrı olmasaydı suç olmaz mıydı Dostoyevski'nin dediği gibi, bilmiyorum. Ama ebedîlik düşüncesi olmasaydı Tanrı'nın olmayacağını biliyorum. O nedenle bir babanın varlığına tahammül etmek zordur. Ancak güçlerini varlıklarından alanlar kendilerini babalık hükümranlığına sıkıştırmazlar. Babalık bir eylem olmaz öylece, oğulların onurla benimsediği bir sıfata dönüşür.
Aslında bize ait olmayan, bizde olmayan sonsuzluk duygusu yaratılan bu hafızayla kaimdir ancak. Ölümün aciz kaldığı tek yer budur ve bunu yaratabilenler hayattan çekip gidenler değil, onu ceplerine koyup götürenlerdir. Bazı babalar öyle ölür!
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.