İddiam şu: Rejim değişmedi, rejimin maskesi düştü. Yani Türkiye'deki siyasî rejim zaten böyleydi; şimdilerde apaçık görünür oldu.
Herkes biliyor: Ülkedeki iktidar yapılanması çift başlı.
Bir yanda halkın oylarıyla biçimlenen sivil siyaset var, diğer yanda ise bürokratik elit.
Bürokratik elit, siyasete diyor ki: Sen ekonomiyle uğraş. Pastayı büyüt. Daha fazla vergi topla. O parayla bana lojman yap. Altıma otomobil çek. Maaşımı, ek ödeneklerimi, harcırahımı artır. Silah alacağım; bana para ver. Ama bu parayı harcama şeklime karışma, denetleme, sorma. Kıbrıs meselesine karışma; ben orada çözüm istemiyorum, gerilimi sürdüreceğim. Kürtleri döveceğim, barıştan filân söz edip kafaları bulandırma. Avrupa Birliği'ne de fazla yanaşıp canımı sıkma. Tamam mı?
'Ordu ne işe yarar? başlıklı yazısının İdea Politika
adlı dergide yayınlanması (2001) ve Genelkurmay'ın isteğiyle derginin toplatılıp dava açılması, ardından da yazıyı yayınlanan internet sitesinin de kapatılması ile son dönemde Türkiye kamuoyunun gündemine oturan Erol Özkoray Paris'te TC. Turizm Bakanlığı'nı mahkûm ettirdi. (…) Yurtdışında devlete karşı ilk kez açılan alacak davası, süreç içinde yolsuzluk davası görünümü de kazanarak, toplam 15 dava ve 5 hukuki prosedürden oluşan 20 dosyalık dev bir hukuk mücadelesine dönüştü. Özellikle AKP Hükümetleri döneminde Turizm Bakanlığı'nın yanı sıra, Maliye Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlıkları'nın da sürece aktif bir biçimde katılmalarıyla bu hukuk mücadelesi daha geniş bir boyut kazandı. Erol Özkotay; karar sonrası Sesonline.net'e yaptığı açıklamada; Bu aslında bir bireyin, otoriter ve baskıcı bir devlete karşı kişi haklarının nasıl korunacağı ile ilgili bir demokrasi mücadelesi, büyük bir örnek ve etik bir derstir
dedi.
Bir kabuğa verdiğin bu önem, bu özen, bu sevgi ne
diye soracaksınız. Anlatayım.
Avuç içi kadar bir ağaç kabuğu düşünün. Onu bana armağan eden Japon kadın, içine yarım avuç toprak koyup fidanlar ekmiş. Kedi tırnağından yıldız çiçeğine kadar 56 tür bitki. Onlar zamanla büyümüş ve minyatür bir bahçeye, hayır ormana dönüşmüş. Arasıra sadece birkaç damla su isteyen ormana. Şimdi sabahları kalkınca ilk işim o ağaç kabuğunu ve onu kaplayan minyatür ormanı öpmek oluyor. Sonra avucuma su dolduruyor, usul usul gezdiriyorum. Çoğu kez su damlalarına gözyaşım da ekleniyor. Sevgiden. Sonsuz sevgiden. Doğanın anlatmaya sözcüklerin yetmediği, hiç bir dilde yetmeyeceği mucizesine, gücüne, sırrına duyduğum hayranlık-şaşkınlık-büyülenmişlik yumağı duygu selinden.
Adına Türk siyaseti
denilen dipsiz kuyunun çevresinde bostan beygirleri gibi gözleriniz kapalı, kuşaklar boyudur dönüp durmak, sizleri de bıktırmadı mı?
Yaşamak dediğimiz sınırlı süreli kozmik piyangonun büyük ikramiyesi, bilinen evrende sadece sizin dünyanıza vurmuş. Balıklar, böcekler, çiçekler gibi siz de bu ikramiyeyi paylaşmışsınız.
Belirsiz ve çok uzun olmadığı kesin bir süre için, siz de canlı
sınız.
Ve siz yaşamınızı Ankaralıların kavgalarını izleyip, kamplara ayrılarak ziyan ediyorsunuz.
Sizden sonra yaşayacak olanların da, sizden önce yaşayanlar gibi aynı kısır döngünün esiri olacağını bilerek, ömrünüzü geçireceksiniz. En iyi kavga edenin en başarılı sayılacağı bir anlayış ortamında, önyargılarınızı ve saplantılarınızı kamuoyuna, aydınlanma, bilgi ve çağdaşlık olarak sunacaksınız.
Dünyanın hemen her yerinde sol partilere yoksullar başta olmak üzere kurulu düzenin işleyişinden pek de memnuniyet duymayan kesimler ilgi ve yakınlıkduyarlar. (Sol da onların itirazlarını sisteme zarar vermeden absorbe etme işlevini üstlenir.) Sağ partiler ise nispeten daha varlıklı, en azından geçim sıkıntısıyla ilgisi olmayan kesimlerden destek bulur. Türkiye'de durum bunun tam tersi. Varlıklı kesimler daha ziyade sol partilere teveccüh ediyor; yoksullar ise sağ partilere destek veriyor. Çünkü Türkiye'nin uzunca süredir yaşamakta olduğu kimlik krizi doğrultusunda şekilleniyor burada siyasî tercihler.
Kabul edin ki bugün otoriter lâikçi anlayışın gönüllü üyeleri
bu seçkinçi, ırkı ve faşist anlayışı türlü bahanelerle paylaşmaktadırlar.
Kabul edelim ki, lâiklik böyle algılandığı yerde ve anda politik olarak bir hükümranlık arayışı kadar, psikolojik olarak patolojik bir ruh halini işaret eder.
Bu patalojik hali uzun bir süre önce sembolik bozukluk
olarak adlandırmıştık. Doğru yapmışız…
Rönesans İtalya'sının kentlerini gezen bir Türk ile bir Amerikalı arasındaki en büyük fark tarih
e bakışlarında görülür.
Örneğin 11'inci yüzyılda yapılmış bir katedralin varlığı, bir Amerikalı için şaşılacak kadar uzak bir geçmişi ifade eder. Çünkü Kuzey Amerika'ya ilk ayak basan ve devlet kuran Avrupalıların bu topraklardaki tarihi 17'nci yüzyıldan başlar.
İstanbullu bir Türk ise, Rönesans İtalya'sındaki 11'inci yüzyıl yapımı katedrale bakarken, Ayasofya'nın 6'ncı yüzyılda inşa edildiğini düşünüp, gülümser.
Buna karşı bir Amerikalı kendisini sade İtalya'da değil, tüm Batı Avrupa'da hiç yabancı hissetmez. Çünkü genlerindeki bilgiler, bu coğrafyanın kültürünün birikimlerini taşımaktadır.
Ama bir Türk bu coğrafyaya yabancı
gibi bakar. Onlar
ve Biz
diye başlayan cümlelerle, çeşitli alanlarda ne kadar farklı olduğumuzu sıralamaya başlar…
Son yıllarda doğal sularda çok sayıda 'cinsiyetsiz balık'
bulunduğunu, bu durumun bilim insanlarını 'hormon
ların etkilerini düşünmeye yönelttiğini kaydeden Denizli, yapılan araştırmalarda su veya su ürünlerinde, ağrı kesicilerden 'asetaminofen
, antimikrobiyal sabunlardan 'triklosan'
gibi kimyasalların ortaya çıktığını kaydetti. Prof. Dr. Adil Denizli, 'sudaki kimyasalların, çoğunluğu beş yaşın altında olmak üzere, her yıl iki milyon insanın ölümüne neden olduğunu'
belirtti. Yüzey ve yer altı sularının artan şekilde kimyasal maddelerle kirlenmesinin, sudaki yaşam ve insan üzerinde uzun vadeli ve tehlikeli sonuçlar doğurmasının beklendiğini kaydeden Denizli, 'Her yıl yaklaşık 300 milyon ton endüstriyel ve tüketiciler tarafından kullanılan yapay bileşiklerin atıkları, tarımsal olarak kullanılan 140 milyon ton gübre ve bir kaç milyon ton tarımsal ilâç ve kazayla 0, 4 milyon ton petrol ve petrol ürünleri doğal sulara karışıyor'
dedi.
* (Bugün)
Açın televizyonları. Herhangi bir cumartesi günü öğleden sonra başlayan futbol muhabbeti
bütün kanallara yayılarak ta salı akşamına kadar devam ediyor.
Açın gazeteleri. Türkiye'nin bütün namlı
yazarları, üniversite hocaları, burnundan kıl aldırmayan akademisyenleri, Marksist aydınları
futbol yazıyor. Dişe dokunur şeyler söyleseler ne alâ. İncir çekirdeğini doldurmaz lâflarla zaman öldürüyorlar. O arada giyim kuşam ona göre, tarztavır ona göre! Arkasına zerre kadar düşünce kırıntısı yerleştirilmemiş bu faaliyetin
neye yaradığını bir daha irdelemenin anlamı olabilir mi?
Saatlerce süren ve hiç kimsenin kuşkusu olmasın bizim tulûat kültürümüzün etkisi altında Hacivat-Karagöz veya Kavuklu-Pişekar modeli içinde cereyan eden programlar
saatlerce, günlerce devam ediyor.
Ben buna lümpenliği meşrulaştırma diyorum. Bu medya aracılığıyla oluyor ve müsebbibi aydınlardır.
Dikkat buyrulsun ki NATO'ya katılmak yanlışdı anlamına söylemiyorum. Konumuz RİYÁKÁRLIK!
Bunlar bir yana, siz Yüce Atatürk'ün EN YÜCE HÜKÜMRANLIK MERCİİ olarak tesbît etdiği Büyük MİLLET Meclisi'ni üç kere silâhla basıp temsilcilerini ise sâdece hapse atmakla yetinmeyip birkaçını da asacaksınız, iş artık silâhlılarla yürümeyince görevi külâhlılara havâle edeceksiniz, Meclis'in yanına bir de MONARŞİ KALINTISI senato koyacaksınız ve ondan sonra utanmadan sıkılmadan ATATÜRK İLKELERİ'nden bahsedeceksiniz!
Bir an için asıl derdinizin imtiyazlarınızı kaybetme korkusu olmadığı yalanınızı yutmuş gibi yapalım. O vakit şunu da siz kabûl ediniz ki bir cumhûriyetin ille KEMALİST olması gerekmez! Dünyâda Kemalist olmadığı halde DEMOKRATİK olan, hattâ kırallık olduğu halde DEMOKRATİK olan devletler de var.
Denetimsiz izleme, toplumu izleyici kılarken izleyenleri de oyuncu haline getiriyor… Demokrasinin yozlaşması gibi gözüken bu durum aslında çok daha vahimini ima etmekte, çünkü demokrasi
aslında tam da istenmeyen şeyin adı… Devletin istekleri belirsiz bir topluma tahammülü yok. O nedenle de bizi izliyor, hakkımızda olabildiğince bilgi topluyor, o bilgileri depoluyor, hizipsel siyaset için kullanıyor ve bütün bunları bizlerin de bilmesinden rahatsız oluyor…
Konu başörtüsünü aşmıştır, parti kapatma davasının nasıl sonuçlanacağı sorusunu sollamıştır.
Anayasa Mahkemesi'nin anayasayı çiğnediği bir ülkede artık kimsenin hukuka riayet etmesini bekleyemezsiniz.
Hukukçular bunu yapabildiğine göre, sıradan insanlar da hukuk tanımayabilir; kim ne diyebilir ki!
Kimse şaşkınlığını bilgisizliğine yormasın. Bu ülkede bir oyun oynanmıyor; aksine her şey çok açıktır. Açık olan bir savaşın başladığıdır.
Şerif Hoca'nın dediği kuru bir ideoloji
hadisesi ne yazık ki Atatürk'ü hayattan koparan, onu gerçeklerden kovan, yerine kendi çıkarlarını
koyan hızlı Kemalistlerin eseridir. Hatırlayın bu hızlı Kemalistlerden Önder Sav'ın son iki skandalını. Ardından Atatürk'ün partisi
unvanının kimseye kaptırmayan CHP'nin genel başkanı Baykal'ın her fırsatta devleti ve sistemi yıpratan heyecanlı çıkışlarını. Kemalizm'in talihsizliği ona tam inanmamış kişi ve kurumların elinde araç
haline gelmesidir. Onların derdi Kemalizm'i yaşatmak değil, Kemalizm üzerinden yaşamaktır. Bunlara bakınca insan sormadan edemiyor, Kemalizm darbe mi devrim mi?
Türkiye'nin nüfusu arttı. Toplum çeşitlendi. Geleneksel dindar muhafazakâr çevreler sosyal, ekonomik ve siyasî hayatta daha fazla yer almaya başladılar. Buna karşılık, eskiden beridir sistemi kontrol etmiş ve ondan hem maddî çıkar hem de statü sağlama anlamında yararlanmış olanlar bu imkânları kaybetmeyi veya onları yeni gelenlerle paylaşmayı istemiyor. O yüzden direniyor ve direnirken sınıfsal taleplerini açık menfaat
kavramıyla değil, özel anlam yükledikleri değerlerle ifade ediyorlar.
Dün, Baykal'ı izlerken her zamanki retoriğinin artık fayda etmediğini gördüm. Konuştuğuna kendisi inanmıyordu; moral vermek istediği genel sekreteri ise hiç inanmıyordu. İki yaşlı ve tecrübeli insan birbirlerine koltuk değneği olmaya çalışıyorlar ama kelimeler bu kez kâfî gelmiyordu.
Peygambere hakaretle açılan, telefon dinleme komedisiyle yoğunlaşan ve nihayet ahlâksız anlaşma belgesiyle artık tahammül edilemez hale gelen bir temponun ardından Baykal'ı da Sav'ı da anlamak lâzım.
1 Mayıs'taki şiddet neden acaba iddia edildiği gibi hükümete otoriter güçler karşısında nefes alma fırsatı vermedi de, tam tersine üzerindeki baskıyı daha da artırmanın araçlarından biri olarak kullanıldı?
Bu sorunun cevabı, 6 mayıstaki yazımda var, benim oraya ilâve edecek bir sözüm yok. Yine de, konu üzerinde düşünecek arkadaşlarıma, düşünme süreçlerinde yardımcı olacağına inandığım şu iki soruyu sormak isterim:
1) Siz, devlet içindeki otoriter-darbeci güçlerin sendikalara (hadi biraz daha tehlikeli bir lâf edeyim, hatta 1 Mayıs gösterilerine) meselâ 12 Mart ya da 12 Eylül generallerininkine benzer bir nefret beslediklerini mi düşünüyorsunuz?
2) Siz, devlet içindeki otoriter-darbeci güçlerin, hükümetin Bakın, biz de devletin sopasını birilerinin kafasına indirebiliyoruz, yani biz de sizdeniz bir nevi
mesajının samimiyetine inanmaları için bu şiddetin kimlere yönelmesi gerektiğini gerçekten algılayamıyor musunuz?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.