Patronsuz Medya

Temel soru: Patron kim?

Gazete ve televizyon sahibi olmanın işadamlarına ayrıcalık sağlamadığı iyice anlaşıldığında medyadaki sermaye yapısı köklü bir değişime uğrayacaktır. Bazı maddeleri iptal edildiği için hükümetin yeniden çıkarması gereken RTÜK Yasası, beklendiği gibi, sermayeye dünya ölçütlerine uygun kısıtlamalar getirirse, bu da, bazı işadamlarının medya alanını terk etmesiyle sonuçlanacaktır. Korunma içgüdüsüyle medya patronu olanlar ile medya patronu olduğu için devlet ihalelerine giremeyenlerin ortalıktan çekilmesi hayırlı bir gelişmedir; ancak böyle bir ortamda medya patronu kim olacak? Basın-yayın dünyası henüz bu sorunun cevabına hazır değil.

* Fehmi Koru (Yeni Şafak)

Ufak bir oğlan çocuğu öldü diye devlet meşgul edilir mi?

Dilekçe metnini de yanıma alarak Başsavcının odasına girdim (Ayşe). Başsavcı Ertan Erbay kaç saattir beni ve savcımızı meşgul ediyorsunuz, burada önemli misafirlerim var dedi. Gerçekten de odasında misafirleri vardı. Fakat dışarıda iki saat bekleyerek

Nasıl meşgul ettiğimizi (!) anlayabilmiş değildim. Üstelik memuru aracılığıyla görüşme için beklememizi ileten de Başsavcı idi. Daha önce Savcı tarafından da yöneltilen çocuk ile herhangi bir akrabalık/tanışıklığımız olup olmadığı sorusunu Başsavcı da yineledi ve vereceğim yanıtı beklemeden de neden hariçten gazel okuduğumu (!) sordu. Bunun üzerine ben ben bu ülkede yaşayan bir insan olarak bu olaydan rahatsızlık duyuyor ve duyarlılık gösteriyorum, dilekçenin kabul edilmesini istiyorum dedim. Dilekçeyi kabul etmeyen Başsavcı odasından çıkmamı söyledi. Dilekçemiz savcılıklar tarafından kabul edilmediği için veremedik!

Ayşe Acarİrfan Kuzu

Michael Moor'la korkunç gerçek

Son programlarından birinde alternatif bir New York turu düzenliyordu Moore… Büyük Elma da denilen New York metropolünde çürük elma adıyla düzenlenen turistik gezide bu kentin gizli kalmış pisliklerinde, bir zamanlar köle ticareti yapılan Wall Street'te, zencilerin öldürüldüğü ve işkence yapıldığı polis departmanlarında, ucuz tekstil atölyelerinin insanlık dışı koşullarında, John Lennon'un vurulduğu yerde, tıklım tıkış varoş okullarında, sokakta yatan evsizlerin yanıbaşındaki köpek kuaförlerinde ve zengin semtlerinin hemen dibinde başlayan yoksul mahallelerde dolaştırıyordu otobüsünü.

Hemen aklıma İstanbul geldi… Bizim sevgili metropolümüz için benzer bir alternatif tur düzenlesem; tinerci çocuklardan başlayıp çürük zeminlere eksik malzemeyle dikilmiş binaları göstersem, oradan öğrencilerin coplandığı meydanlara ve meçhul zenginler yaratılan seçim kaldırımlarına uğrasam… Bana televizyonda program yaptırırlar mı, yoksa ülkemizi kötü gösteriyorsun diye dava mı açarlar?

* Can Barslan (Radikal)

Üç tarafımız zehirle çevrili

1987 - 88 yılları arasında Karadeniz'e boşaltılan tam 3 bin zehirli varilin sorumlusu, İtalyan gemileri. Bu varillerin bugüne kadar sadece 370'i bulundu. Karadeniz'in dibinde binlerce varilin yattığını iddia eden Vardar, İtalyanların varillerin para karşılığı Türkiye'de imhası önerisini Çevre Bakanlığı'nın kabul etmediğini, sorunun görüşüldüğünü söyledi.

* Önay Yılmaz (Milliyet)

İnsanat bahçeleri

Sonra, vahşilerin bir kısmı medenîleştiriliyor; çıplak göğüsler kapatılıyor, erkeklere kravat, kadınlara uzun etek, çocuklara kısa pantalon, iskarpin giydiriliyor, okuma yazma öğretiliyor. Fuarı gezenler, zaman içinde yolculuk yapıyor. Beyaz adam kendi başarısını ötekiler üzerinde de test ediyor ve gene başarıyor. Ama başarı hanesine yazılamayacak şeyler de oluyor; farklı türlerden yüzlerce insan kendi yurtlarından uzakta, seyredilmek üzere gittikleri soğuk ülkelerde (ziyaretçilerin bakışlarından uzakta) can veriyorlar. Yavaş yavaş hata yapıldığına dair bir fikir yerleşiyor beyaz insana.

Belki de ileride, dünyanın doğusunda altından kalkılamayacak kinlere neden olabilecek İnsanat bahçeleri fikrinden vazgeçiliyor; 1930'ların başında Paris'in doğusundaki Vincennes parkındaki fuara son veriliyor; pavyonlar, kulübeler hiç bir iz bırakmayacak şekilde yıkılıyor; daha sonraları utancı hatırlatacak ipuçları ortadan kaldırılıyor. yüzyılın başında insanat bahçelerinde sergilenirken, geniş kalça yapısıyla bilimin ilgisini çeken siyah bir kadının iskeleti 1990'lı yıllarda, Güney Afrika Cumhuriyeti'ne törenle iade ediliyor. Doğal ve tarihsel bir mirasın iadesinde olduğu gibi…

* Ferhat Kentel (Gazetem)

Kızıl Elma'nın sonu

Bütün bu kesimlerin ortak bir yönü var: toplumda varolan bir takım duyarlılıklardan hezeyan yaratarak siyaset yapmak. Bu kesimler hezeyan ve infial yaratabildikleri ölçüde ya da varolan hezeyan dalgalarının üzerine binebildikleri ölçüde başarılı olacakları yönünde bir inanışa sahipler. En büyük sıkıntıları da buradan kaynaklanıyor.

Korkular en kolay işlenebilecek siyasal motiflerdendir ve hiç bir entellektüel çaba gerektirmez. Sadece korkularla beslenenler, sadece korku besleyenler sonunda korkunun kendisine dönüşürler. Her şeyleri, bütün duyargaları derilerinin yüzeyindedir. Onlar için, düşünmek, sorgulamak sıkıntı yaratır; alabildiğine bir yüzeysellik içinde, aynı sloganları tekrar edip dururlar.

Yani aynı ezberleri tekrar ederek, değişen ve gelişen bir toplumda, zora başvurmadıkça, krizlerden beslenmedikçe, var olmaları (o da ancak belli bir süre için) mümkün değil. Ayrıca, insanların, toplumumuzun sadece korkularla yaşamasına imkân yok. Türkiye artık rahatlamak istiyor. Türklüğü baskı aracı olarak, Atatürk'ü, tehlike paranoyaları eşliğinde bir tehdit unsuru olarak görmek istemiyor. Kürtlüğü veya başka aidiyetleri bir kenara bırakın; Türkler bile artık Türk olmanın zorluklarından sıyrılıp, Türklüklerini rahat ve huzur içinde yaşamak istiyorlar; Atatürk'ü, adam gibi, sorunsuz, komplekssiz sevmek -ya da sevmemek- istiyorlar. Ve bu basit şeyler için, örgütlere, koalisyonlara, bekçilere, tehditlere falan hiç ihtiyaçları yok.

* Ferhat Kentel (Gazetem)

Ben rica ediyorum

Her dediğini yaptırdı babam bize ama, bir tek alanda ne korkutma ve tehditler, ne de dayak kâr etti: Kızkardeşimize karşı oluşturduğumuz duvarı yıkmayı, bizi koruduğumuz tek mevziden çıkartmayı hiç bir baba politikası başaramadı.

Babam sonunda Barışın kızkardeşinizle, bakın rica ediyoruma gerilediğinde biz artık kızcağıza neden küstüğümüzü de hatırlamıyorduk ama, babamın bu ricacı çaresizliğini içimizin zafer çığlıklarıyla kutladığımız bugün bile aklımda…

İşte o reklam filmindeki Ben rica ediyorumda canımı yakan da, bunun ne kadar erken bir zafer kutlaması olduğunu sonradan yaşamış olmam…

Çünkü babamın o yalvarışının bile barıştıramadığı bizleri, birkaç yıl sonra, aynı örgütün küs elemanları olarak götürüldüğümüz İstanbul Emniyeti'nde sırayla alındığımız elektrik işkencesi seansları bağırta bağırta kucaklaştırdı…

Demek ki, kimi zaman, hatta çoğu zaman, Yol yakınken dön, adamı perişan ederleri anlatmak için denenmemiş yol kalmasın diye Ben rica ediyorum deniyor, çaresizlikten değil…

* Alev Er (Gazetem)

Çölaşan, Özal'ın ölümüne ışık tuttu!

Hastalarına şu kadar ömrün kaldı demeyi Hipokrat Yemini'nin bir bölümü gibi kabul eden Houston'lu doktorlar, Özal'a Birşeyin yok, sapasağlamsın derken, Ankara'ya Bu adam gidici diye Devlet Bilgisi gönderiyorlar.

Bu Devlet Bilgisi de, devletin başındaki Cumhurbaşkanı'ndan saklanıyor ama Bizim Gazetenin görevlilerine bile veriliyor.

Açıkçası Özal zehirlendi mi sorusuna ben hep ihtiyatlı yaklaşıyordum.

Ama Emin Çölaşan'ı okuyunca, benim de şüphelerim arttı.

Sahi. Acaba ölüm gecesi, Ankara'da kutlamalar yapılan evler hangileriydi?

Mehmet Barlas (Yeni Şafak)

Alpay Özalan-Cem Uzan

Bu ülke çok ilginç bir tarihe sahip sevgili dostlarım. Bu ülkede göç edeceği zaman, değerli altınları, hazinelerini yolda eşkıyalara kaptırmamak için, evinin avlusuna yatır yapan gayrımüslimler varmış bir dönem. Yasal olmayan arsasına, belediye bulaşmasın diye türbe diken, son dönemlerde büst koyan insanlar olduğunu okuduk, gördük… Bir çeşit derin meşruiyet kazanmak için, yazılarına, kitaplarına, programlarına, yayınlarına yaşadıkları dönemin kutsalı ne ise onu iliştiren, devrine göre milliyetçi, devrimci, kapitalist, sosyalist, dindar, liberal vs olan, renkten renge giren binlerle insan, zihniyet tanıdı bu toplum. Ama hiç biri tarihte kahraman ya da maznun olarak yad edilmedi. Hepsinin ne gibi üçkağıt ve menfaat uğruna bu kisvelere büründüğünü çok iyi biliyor tarih.

Cem Uzan, maç arası reklamlarında ellerinde bayrak sallayarak haykırdı millete. Mitinglerinde yedirdiği nohutlu pilavın paralarının nereden geldiğini anladık. Merak ettiğimiz, geri kalanların nerede olduğu. Anlaşılıyor ki, medya grubunun kasasında bir şey yok. Acaba nerede?

Medya emekçilerine gelince; hükümet kadar patronlarına da kaşlarını çatsalar, bakışlarını milletin cebinden çevirip, binalarının çatısına dikseler. Kendilerine birkaç ay yetecek maaşlık helikopter hâlâ duruyor Star'ın çatısında.

* Nedim Hazar (Zaman)

Komutanlar neden konuşur?

… Türkiye gibi siyaset kazanının sürekli kaynadığı bir yerde, resmi ideoloji sözcülüğü sayesinde neredeyse filozof muamelesi görerek ülkeye yön vermesi beklenen insanların pasif kalmaları kolay değildir. Hele kendilerini gerçekten de birer bilge olarak görmek gibi bir zaaf içerisindeyseler…

Bu durumda kendinize atfettiğiniz önem ve değer, yaptığınız objektif gözlemlerin önüne geçebilir. Kendinizi diğerlerinden üstün olarak algılayabilir; sivil dünyanın müstehzi bakışını ise fark edemeyebilirsiniz. Dahası pasif kalmayı kişiliğinize yediremeyip özellikle çıkış yapma ihtiyacı duyabilir, hatta dolduruşa gelmeye bile teşne olabilirsiniz. İşte o zaman ağzınızdan çıkanlar fazla basit ve çiğ kaçabilir; ve tabii sadece sizi değil, bütün bir camiayı yaralar. Çünkü siz bütünün bir parçası, kurumun taşıyıcısı, camianın bizzat kendisisiniz…

Asıl ironik olan ise, siz konuştukça diğer çalışma arkadaşlarınızın içinde olduğu psikolojik ortamın daha da ağırlaşmasıdır. Çünkü her sözünüz toplum nezdinde onları şimdiden emekliliğe sevk eder…

* Etyen Mahçupyan (Zaman)

CHP neden sağcı, AKP solcu oldu?

Peki, CHP bugünkü statükocu konumuna mahkûm mudur? Tarihine şöyle bir bakalım: Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan CHP, 1950'de çok partili düzene geçişin öncülüğünü yaptığı gibi, 1950'lerde temel haklar, 1960'larda sosyal haklar, 1990'larda kültürel haklar söylemini Türkiye'nin gündemine soktu. 1960'larda Ortanın Solu, 1970'lerde Demokratik Sol söylemiyle kendini yenileme, çevrenin sözcüsü olmaya yöneldi ve bir ölçüde de başardı.

Ama CHP içinde yenilenme, günün zaruretlerine uyum uzun zamandır sağlanamıyor. Bunun içindir ki CHP bugün karşımıza kurulu düzenin baş sözcüsü olarak çıktı. Demokratik rekabetin icapları eninde sonunda CHP'yi yenilenmeye zorlayabilir. CHP kendini yenilemeden, AKP ile lâik ve demokratik düzenin temel ilkeleri üzerinde ittifak edip, siyaset rejim tartışması değil problem çözme haline gelmeden Türkiye'de demokrasinin geri dönülmez bir hal alması kolay olmayacak.

* Şahin Alpay (Zaman)

Kapitalizm ve Yoksulluk

Kapitalizm aynı anda hem yoksulluk, hem de zenginlik üretmeye mahkûmdur. Zira, bir sömürü metabolizması gibi işliyor. Böylesi bir dünya'da, yoksullukla mücadele etmek isteyenler, gerçekten samimi bir niyet taşıyorlarsa, sorunların kökenine inmek ve mülkîyet ilişkilerini, üretim ilişkilerini tartışmak durumundadırlar. Aksi halde, hayırseverlik, iyilikçilik', pek de insânî olmayan insânî yardım türü söylemler ve araçlarla seyirciyi oyalamak şimdilik mümkün olabilir, ama, sorunları daha da büyütmek pahasına.

Aslında genel bir çerçevede iyilikçilik', yardımseverlik', son tahlilde kötülükleri üreten sosyal ilişkiler bütününü meşrulaştırmaya, dolayısıyla yeniden üretmeye', yarar. İnsanlığın yoksulluk ayıbından kurtulması için nesnel koşullar çoktan oluşmuş sayılır, öyleyse geriye bilinçli müdahaleye cüret etmek kalıyor. Sorun, zenginlik ve yoksulluk kavramlarının sözlüklerden çıktığı bir dünya kurmakla ilgilidir ve bu mümkündür.

* Fikret Başkaya (Özgür Üniversite)

 

71
Derkenar'da     Google'da   ARA