Patronsuz Medya

Saddam idam edilmesin

Makiya kitabında bir Kürt, bir Şii Arap ve bir Sunni Arap kahramanın hikâyesini anlatır. Saddam diktatörlüğünden nasibini almış kahramanları yaşadıklarını anlatıyorlar Makiya'ya. Aslında anlatılan hikâyeler, bütün Irak halklarının ortak hikâyesidir. Mazlum kimdir, ne zamana kadar mazlumdur ve mazlum iktidarı ele geçirdiğinde nasıl zalimleşir sorularının yanıtları da var Makiya'nın kitabında.

Körfez Savaşı'nın hemen ertesinde Güney Irak'ta başlayan Şii ayaklanmasının bastırılmasından sonra uygulanan vahşeti şöyle anlatır Vahşet ve Sessizlik kitabında Makiya:

Ebeveynlerinin isimlerini askerlere vermeyen çocuklar benzin tanklarına daldırıldı ve sonra ateşe verildi. Bazıları tanklara bağlanarak asilerden gelebilecek kurşunlara karşı siper olarak kullanıldı. Güvenlik güçleri, evin reisinin kaldığı yeri söylemeyen veya orayı bilmeyen aileleri bazen de tümüyle yakıyordu. Amara'da yüz elli insan, ayaklarına beton bloklar bağlanarak nehre atıldı, Basra'da otuz kişi aynı akıbeti paylaştı.

Bir olayda, Turfi ailesinin en büyüğü dokuz yaşında olan üç çocuğu boyunlarına kadar benzin tankerine sokuldu ve sonra ateşe verildi. İddia edildiğine göre, asilerden bazıları vurulmadan önce benzin içmeye zorlandı. Kurbanlar kurşuna dizilince patladı ve kısa bir süre sonra meşale gibi yanmaya başladı. İdamların bu türü, izleyiciler üzerinde duvara dizilerek kurşuna dizmekten daha fazla iz bırakıyordu.

* Muhsin Kızılkaya (Radikal 2)

Gözetleyen organizasyonun felâketi

Organizasyonun bir zamanlar ilerlemenin teorisine ihtiyacı vardı; şimdi ise felâketin teorisine. Onunki bir hayatî bir ihtiyaç meselesi. Ama daha vahimi, organizasyonun yetiştirdiği ideologların durumu. Onlar, organizasyonun ürettiklerinden başka kavram, başka bir düşünce geliştirme kapasitesinden bile yoksun kaldılar.

Onun için, cenaze namazında sadece takkeler, sarıklar, cübbeler, sakallar görüyorlar ya da sakal öpenler görmeye çalışıyorlar; asker üniformalı bir Atatürk resmi hakkında düşüncesini açıklayana, yazdığı makalede sistemin bozukluğunu anlatıp, İslâm'a referans verene tahammül edemiyorlar: Felâket! Felâket! çığlıkları atabiliyorlar ancak. ama teorisini bile yapamıyorlar. Onlar ara yerde olmak ve başka bir şey olmak gibi müphemlik içeren haller karşısında krize giriyorlar; bu yüzden, kendilerinden olmayanı tanıdıkları, bildikleri, ezberledikleri teorinin içine, ötekileştirerek sokmaya çalışıyorlar.

Organizasyon bir zamanlar çok güçlüydü; o kadar güçlüydü ki her şeyi kontrol edebileceğini, gözetleyebileceğini zannediyordu. Doğrudan, baskıyla denetlediği modern kamusal hayatın ötesi hakkında ise hiç bir zaman emin olamadı. Teorisi gereği açıkça müdahale edemediği özel hayatlara, gündelik hayata hep şüpheyle baktı. Bugün korkmakta ne kadar haklı olduğu anlaşılıyor. Çünkü en derin anlamıyla insanın hayatı, gündelik hayat esir alınabilecek bir şey değil. Ve bu hayattan çıkan şüpheler, müphemlikler organizasyonun felâketi oluyor.

* Ferhat Kentel (Gazetem)

Artık bu kadar Atatürk yeter

Yeri gelir Atatürk'ten bir cümle, yeri gelir Yunus'tan bir mısra, yeri gelir Cenap Şahabettin'den bir özdeyiş söylersiniz.

Ama yerli yersiz Atatürk diye bağırıp, tarihimizin önemli bir şahsiyetini yapay gerilimleri yaratmak için alet olarak kullanmazsınız.

Atatürk'ün ne dediğini, ne yaptığını biliyoruz.

Onun kendi fikirleri vardı.

Bugün Atatürk'ten bahseden insanların çoğu, onun öldüğü yaştan daha ileri bir yaşa ulaşmış durumda, bunca zamanda kendilerine ait bir fikir geliştiremediler mi?

Atatürk sözcüğü bu ülkede fikirsel bir sefaletin işareti olmaya başladı, aklına söyleyecek başka lâf gelmeyen Atatürk diyor.

Üstelik de bunu ortamı germek, olmayan sorunlar yaratmak için yapıyor.

* Ahmet Altan (Gazetem)

Medya'ya bir öneri

Evet, istenildiği kadar inkâr edilsin, resmi ağızlar istenildiği kadarkilitlensin, hepimiz şunu çok iyi biliyoruz

Bugün Türkiye'de bazı çevreler, hesaplarını 2004 sonrasında böyle bir hesaplaşma üzerine yapmaktalar.

'Şu Avrupa defteri bir kapansın, biz size gösteririz sloganı, sessiz bir çığlık kulaklarımızı tırmalar hale geldi.

Adı konmayan, telâffuz edilmeyen bu stratejinin savaş alanı da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'dir.

Ve bu strateji etrafında dünyanın en tuhaf ittifakı kurulmuş durumdadır.

* Mehmet Altan (Gazetem)

İki profesör; Mümtaz Soysal, Nevzat Yalçıntaş

Ne var ki, AK Parti olayını yüzeysel değerlendirmemek gerekir. Bugün hükümet olup da iktidar olma mücadelesini veren AK Parti olayını, Anadolu burjuvazisinin Kemalist elit bürokrasiye karşı verdiği iktidar mücadelesi olarak görmek mümkündür. Prof. Yalçıntaş; …YıllarcaTürkiye kamplara bölündü. 1950'liler doğru (ben hatırlıyorum) bir CHP İmtiyazlılar Partisi vardı; bir de onların deyimiyle Haso-Memo yani DP taraftarları. Köylüler, fakirler, şehirlere geçmiş insanlar… Birinci ayrım buydu. Biz bu memleketi Memolara-Hasolara mı teslim edeceğiz diyorlardı. Hasolar- Memolar öyle oy kullandılar ki kendilerini imtiyazlı zanneden CHP'liler çekip gitti.

İkinci ayrım 27 Mays İhtilali sonucunda yaşandı. Bu sefer DP'lilere kuyruklar dediler. Siz mi bu memleketi yöneteceksiniz bizler dururken deyip bir ayrım daha yapıldı ve kamplaşma yaratıldı. Anayasa referandumu ve seçimlerde halk kuyruklardan mı yana, yoksa kendilerini imtiyazlı sananlardan mı yana olduğunu gösterdi. Erzurumdan gelen Gümüşpala, Adalet Patisi'nin başına geçti ve öbür grubu sandığa mahkûm etti…

derken aslında bunu anlatmak istiyor.

Şimdi kendime soruyorum: İki profesörden hangisi bana daha yakındır?

* Ruşen Aslan (Gelawej)

CHP, AB ve İkinci Cumhuriyet

Anlaşılan CHP aynı CHP…

Halka güvenmeyen, dünyaya güvenmeyen, insana güvenmeyen…

Onun yerine asker ve sivil bürokrasiyi kutsayan, yönetenlere tapınan bir yapı…

AB standartları cumhuriyeti demokratikleştirdiği için ona da kuşku ile yaklaşıyor.

Belki ciddiye almamak gerek. Böylesine dünyadan kopuk, artık burjuvazinin kendisinin bile vazgeçtiği 1789 devrimlerine bugün hâlâ solculuk adına sahip çıkanlar yazı konusu bile yapılmamalı. Ama, neden çöküp gidiyorlar onu da tespit etmeden geçip gitmeye insanın içi elvermiyor. Siyasi partilerin yok oluş nedenlerini toplumun kavraması siyaseti daha sağlıklı hale getirir çünkü…

* Mehmet Altan (Gazetem)

İnsan hakları 2002

1999'da ABD'den en fazla silâh alıcısı olarak, Türkiye yerini Kolombiya'ya bıraktı. Bunun nedenini görmek hiç de zor değil: Türk devlet terörü başarıya ulaşmıştı, fakat Kolombiya'nınki değil. 1990'lar boyunca Kolombiya Batı yarıkürede en kötü insan hakları kayıtlarına sahip ülkeydi ve aynı zamanda ABD silâhlarının ve askeri eğitiminin en büyük alıcısıydı. İkili arasındaki korelasyon iyi kurulmuştu ve bu muhalif çevrelerde dikkatlerden kaçmayacaktı.

Türkiye ve Kolombiya'nın başka ortak özellikleri de var. Her iki ülkede de milyonlarca insan yerlerinden edildi; 2, 7 milyon insan Kolombiya'da göç etti. Bu sayılara, başka ülkelere gidenlerin sayısı ise dahil değil. Kolombiya, tıpkı Türkiye gibi, imtiyazlı batılılarının utanç ve alçak gönüllülükle araştırması gereken, cesur bir direnişin modelini sunmaktadır.

* Noam Chomsky (Kozmopolit)

CHP, bir devlet partisinin anatomisi

Aslında 1946 da çok partili sisteme geçildiği söylense de, bu söylemin nüanse edilmesi gerekir. Gerçi birden çok parti dönemi açılmıştı ama, bu partilere taşeron olmak koşuluyla yaşama şansı veriliyordu. Tek devlet partisinden, birden çok devlet partisine geçiş söz konusuydu. Öyle, her isteyen siyasî parti kuramazdı. Asıl devlet partisinden vize alamayan hiç bir partinin kurulmasına, gelişmesine, seçimlere katılmasına, hükümet olmasına izin verilmezdi. Taşeronluk belgesi alabilen siyasî parti de adı üstünde ancak taşerona özgü işler yapabilirdi.

Taşeron hükümet olabilir ama asla iktidar olamaz. Zira, iktidar olmak asıl devlet partisine mahsustur… Dolayısıyla, çok partili sistem', kavramın gerçek anlamında tam bir retorikti. Bir siyasî partinin kurulmasına izin verilmesi, otomatik olarak onun seçimlere katılmasının güvencesi değildir. Hükümet olabilmek için de bir dizi barajın aşılması gerekir. Taşeronun, iş alabilmesi, asıl devlet partisinin güven ve itimâdına mazhar olmasına, kendini ona sevdirmesine velhasıl kendini kanıtlamasına bağlıdır… Hükümet kurabilmek için asıl devlet partisinin zorlu sınavından başarıyla geçmek gerekir.

Bu durum, bu gün de geçerliliğini aynen koruyor. Yakınlarda İstanbul Üniversitesinin rektör yardımcısı, profesör Nur Serter, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası tarafından düzenlenen Cumhuriyet Paneli nde yaptığı konuşmada: Türkiye'de iktidar olmak için halk oyu kâfi değildir. Halkın oylarını alıp iktidar olsanız bile, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi dışında kaldığınız zaman, iktidar yetkisini kullanma hakkına sahib olamazsınız. diyor ve ayakta alkışlanıyor.

Bu yılmaz YÖK savaşçısı profesörün söyledikleri önemlidir ve tam da benim yukarıda söyediklerimi doğrular mâhiyettedir. Profesör, siyasî partilerin, seçimlerin, parlamentonun, oradan çıkan hükümetlerin, vb balkondaki seyirciyi oyalamaya dönük kurum ve mekanizmalar olduğunu, hükümet kurmanın asla iktidar olmak anlamına gelmediğini, taşeronun taşeronluğunu bilmesi gerektiğini, aksi halde gereğinin yapılacağını söylüyor. Son tahlilde belirleyici olanın asıl devlet partisi olduğu îmâsında bulunuyor.

…Türkiye'de resmî tarihin ve resmî ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş diplomalıların (ki bunlara bir de aydın deniyor) bu kurumların temsilî burjuva demokrasisinin önünü kesmek için oluşturulduğunu değil de, tam tersine, bunları demokrasinin timsâli kurumlar ve mekanizmalar olarak görmesi, bütünüyle entellektüel azgelişmişlikle, toplumdaki siyasal bilincin azgelişmişliğiyle açıklanabilir. Mâlum ilerici anayasa safsatası.

İyi de, kendilerini solda ya da solcu sayan taifenin de 1961 anayasasını yere göğe sığdıramamasına ne demeli?

* Fikret Başkaya (Özgür Üniversite)

Yirmibeş Kasım

25 Kasım, kadınlara yönelik şiddetle mücadele günüydü. erkek şiddetinin sebebi, erkeklerin kötü kalpliliği, eğitimsizliği, sapıklığı, cahilliği, kompleksliliği falan değil. şiddet tahakküm etmek için uygulanır ve tahakkümün işaretidir. dünyanın her yerinde, her an erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddet, ey sevgili erkek okur, sizin tahakkümünüzü de sağlama almaya yönelik. bunu paylaşmak istiyor musunuz, bununla yaşamak istiyor musunuz?

* Ayşe Düzkan (Gazetem)

Popstar yarışmasının düşündürdükleri

Frankfurt Okulu'nun anlayışına göre popüler kültür endüstrisi insanlara yanlış ihtiyaçlar, yanlış arzular aşılar ve onları kendi gerçek ihtiyaçlarını anlamaktan uzak tutar. Kapitalist sistemin varlığını sürdürmesi, yanlış gereksinimlerin yaratılması ve tatmini üzerine kurulmuştur. Anlamsız, duygusal, anlık ve yanlış tatminler ortaya koyarak ciddi ve entellektüel değerleri ortadan kaldırır. Popüler kültür bir pasifleştirme kültürüdür. İnsanlar toplumsal sorunları fark edemez, bunlarla ilgilenemez, içinde yaşadıkları topluma yabancılaşırlar. Buna fırsat verilmez. Çünkü egemen konumdakiler (sermaye güçleri) diğerleri üzerindeki egemenliğini güçlendirmek ve sürekli kılmak için popüler kültürü kullanırlar. Medya ile halka sunulan eğlence programları, magazin ve televoleler, haber olmayan haberler buna örnek verilebilir.

İçinde yaşadığımız atmosfer sırtımıza o kadar çok yük bindirmiştir ki ama bunu hissedemiyoruz. Bunu bize hissettirmiyorlar. Cuma akşamları hiç derdimiz tasamız sorunumuz yok muş gibi Popstar Yarışması'nı, cumartesi günü ise yarışmanın sonuçlarını izliyoruz. Sadece izlesek neyse bir de cep telefonlarımıza sarılıp star adaylarımızı belirliyoruz. Bizler böyle işte ekranlar karşısında şarkılar dinleyip, onlarla söyleyip eğlenirken birileri cep telefonlarınızdan giden mesajlarla ceplerini dolduruyor. Bir değil iki değil tam on üç hafta (ki bu durumda daha programın bitmesine daha 6 hafta var) sizler bu saatler arasında ekrana bağlandınız. Maddi olarak değil ama kültürel olarak neler kaçırdınız farkında mısınız? Sorun ne izlediğinizde değil bu sırada ne kaçırdığınızda.

* Şebnem Soygüder (Dördüncü Kuvvet Medya)

 

54
Derkenar'da     Google'da   ARA