Patronsuz Medya

Şehirlere bölünen adamın hikâyesi

Nihat Dağlı - 1 Ocak 2004  


Yağmur sularıyla çoğalan, yaz sıcaklarıyla azalan bir çayın yeşillendirdiği bir köyde doğdum. Annemin ve babamın tanıdıkları olan, çocuklukları beraber geçmiş insanların arasına. Sokağa çıktığımda herkes beni tanıyordu. Biraz büyüdüğümde yabancı tek bir yüz kalmamıştı bilmediğim.

Hiç bir gün öncekinden farklı değildi, hiç bir şey şaşırtmıyordu. Evimizin baktığı dağların arasından başını çıkaran güneşin, köyümüzün sırtını verdiği dağların ardında kayboluncaya kadarki geçen sürede yaşanan ne idiyse o tekrarlanırdı devamlı.

Sıkılır mıydım?

Hayır.

Hayat başka nasıl olabilirdi ki?

Başka türlü bir hayatın da olabileceğini, akranım birkaç çocuk gösterdi bana. Mevsim yazdı. Başka şehirlere göçetmiş insanlar kısa süreliğine köy(ümüz)e dönmüşlerdi. Köylülerimizin göç ettikleri yerler nasıl bir şeydiler bilmiyordum, ama yabancım olan bu insanlar, köyümüzü çevreleyen dağların gizlediği başka hayatların varlığından haberdar ettiler. Bizimkine benzemeyen bir hayatın içinden çıkıp gelmişlerdi. Çocuk aklımla; giydikleri elbiselerden, güneşe çok da maruz kalmamış yüzlerinden daha renkli hayatlar çıkarmıştım.

Dağların ardında kalan o bilinmez dünya, her yaz gelen şehirlilerle gıdıklayıp durdu. Bir düş büyüyordu içimde. Şehirler, düşümde büyüyen mekânlardı, ancak sadece bu kadar değil. Televizyon gibi sığlaştırıcı çok şeyin kötülüğüne maruz kalmamış çocuk zihnimin hülyalarında dolaşan prenseslerdi aynı zamanda; rüyalarım eteklerinde yaşanırdı. Ben oralara gidiyordum. Köye, ayaklarına cici ayakkabılar geçirmiş, renkli elbiseler giyinmiş bir prens olarak dönüyordum.

Bu rüyaları yaşadım. İlk önce isimlerini duyduğum şehirleri tanıdım; hayat(lar)ı kendilerinde gördüm. Zor oldu tabii ki. Anne rahminden dünyaya düşmüş gibiydim; her şey üzerime geliyordu. Sanki bir saldırının önüne bırakılmıştım; karşılaştığım her yeni yüzle hafiften sarsıntı geçiriyor, çok şeyimden olurken, bir çok farklı şey ediniyordum. Sokağa adımımı attığım her seferinde farklı bir gün açılıyordu önümde. Bir sürü yabancı yüz, hikâyelerini bilmediğim ama aynı mekânları paylaştığım yüzlerce insan. Hayat bir tane değildi; çok hayat arasında, iyi ve kötü olana dair ip uçları dolaşıyordu.

Köye dönüşlerim düşteki gibi olmasa da, ona yakın renklere bürünürdü. Mevsim yaz olurdu. Köyde bıraktığım arkadaşlarım toplanırdı etrafımda. Konuştuğumda susardı hepsi. Gözlerinde şehirlerim büyürdü. Ben anlattıkça köye sığamaz olurduk. Kendimizi ceviz ağaçlarının gölgeliklerine atar, göğe uzanan birer dal olurduk.

Şimdi yaşadığım kente, o dallardan birine tutunarak vardım. Bu şehir, tutunduğum dalın ucunda açıldı bana. Ben ona baktım, o bana. Bir yabancı gibi eğildi üzerime ilkin; bir çok kokunun, rengin, sesin içinden geçen imbatıyla esti yüzümde. Sesler birikti içimde ona ait, büyüdüm bütün bir "o" oldum. Yabancılığı sıyırdı yüzünden o zaman, kendimi okudum onda.

O bende, ben onda yaşıyorum şimdi. Çocukluğumun köyü, ceviz ağaçlarının gölgeliğinde yanıbaşıma uzanan arkadaşlarım eskilerden birer şarkı gibi konuşurlar benimle, içimde. Bir tarihe sırtımı dayar gibi yaslanırım onlara, yaslanır şehrimi seyreder/yaşarım.

Yaşadığım kentten (İzmir'den) bahsediyorum. Başka bir kente gitmek üzere kendisini gerime aldığım her seferinde sanki kendimden ayrılırım. Kendimi burada unutur, öyle girerim başka bir şehre. Ancak bir de bakarım ki, kendimi de taşımışım oraya; başka hikâyelere sızarım orada.

Yaşadığım kente dönüşlerimin hepsinde bir şey farkederim: Hikâyeme, misafir olduğum şehrin rengi sinmiştir. Başka bir şehir, o şehrin insanları hikâyeme girmiştir. Ben o şehirlere bölünmüşümdür.

* * *

Bir kara adamıyım.

Denizin yanıbaşında öylece uzanmış kentlere bölünmüşlüğümü anlamaya çalışıyorum.

Denizi olmayan, dolayısıyla insanda çekip gitme duygusunu geliştirmeyen dağlı/ovalı bir coğrafyanın insanı kendini hep tutuklu, sınırlandırılmış hisseder. Dağ hemen yanı başında uzanır, sırtını dağa dayamış bir ihtiyar gibi derin düşüncelere dalmış yerleşim birimlerinin hüznünü paylaşır.

Durduğu yer yetmemektedir kendisine, çekip gitmek istediğinde dağ büyük bir engel olarak karşısında dikilir. Dağa doğru yürümek, doruğa çıkıp dağın öte yakasında duran dünyayı gözlemlemek için yeterli gücü kendisinde bulmaz. Çareyi içinde bulur, ona sığınır; bir yolculuk başlatır orada. Bir derinlik insanıdır kara adamı bu yüzden. Kum çölü mesela, bir çok masal taşır içinde.

Kara adamının bir gün yolu denize düştüğünde, denizin yanı başında kurulan bir kentte yaşamaya başladığında, o güne kadar bastırdığı, derinliğinde uyumaya yüz tutmuş çekip gitme duygusu dirilmeye başlar. Yavaştan bir serüven büyür içinde, ufaktan çekip gitmeye hazırlanır.

Bach'ın Martı'sı gibi.

Annesinin kendisine bir kader olarak belirlediği alanın içinde uçmaktan sıkılan, uzakları merak eden ve bir gün uzaklara uçup giden o martı gibi.

Kara adamı bunu yaşar denizle. Artık önünde bir dağ yükselmiyordur. Sonsuzluğa uzanan gökyüzünün dibinde ufku belirsiz bir deniz akıyordur. Gemilerle, çığlık çığlığa uçuşan martılarla birlikte alıp başını gider uzaklara. Gider ama büyük bir kaygı da duyar içinde.

Tıpkı Bach'ın Martı'sı gibi.

Annesini merak eder; kara coğrafyanın içine oturttuğu yerleşikliği hisseder, göçebeliğin zorluğu canını acıtır.

Çocukluğuna karışan, çocukluğunu kuran coğrafyayı özleyen, bir gün ziyaret için dahi olsa oraya gitmek isteyen her insan gibi özlüyorum memleketimi. Her gidişimde aklıma Homeros'un, bir geri dönüş destanı Odysseus düşüyor; memleketim İthaka'm, sevgili Penelope'm oluyor. Bütün bir çocukluğuma yürüyor gibi hissediyorum kendimi.

Kundera, göçmenlik durumu, nostalji ve sıla hasreti etrafında dönen hikâyeler anlatıyordu bir romanında. Çocukluğunun geçtiği yerden, memleketinden uzağa düşmüş herkeste bir garip nostaljinin başladığını söylüyor," nostaljinin temelinde bilmemek var, nostalji, bilmemenin acısı olarak ortaya çıkıyor" diyordu. İnsan," çocukluğumun coğrafyasında neler oluyor acaba?" diye sorar, bu soru merak ve sıla hasretine dönüşür. Bende olduğu gibi.

Çocukluğuma, köyüme özlemim ve onlara geri dönüşüm, onları "ebediyen yaşanacak şey" kılmıyor. Penelope'ye vasıl olan adam Penelope'de ölüyordu. Çünkü Penelope hayatın durduğu, dinginliğe ulaştığı, yüzünü ölüme çevirdiği yerdeydi; ayrıksı her şey ölüyordu onda.

Doğduğum yer de öyle.

Hafif bir uyku, bir dinginlik sarar insanı orada, her şeye alışmaya başlar. "Tatar Çölü"ne düşmüş gibi kalır öylece.

Oysa denizler; her köpüğünde size bir bilinmezin kapısı açılan dalgalar; uzaktan göz kırpan kıyılarda sizi karşılamaya, içinize bir rüzgâr taşımaya hazır hayatlar; bir hedef olarak göze giren ve insanı yolculuğa kışkırtan "uğultulu tepeler" .

Hayat yolculukta, durmamakta.

İşte tercihim bu yüzden burada, bölünmüşlükte.

diYorum

 

65
Derkenar'da     Google'da   ARA