Patronsuz Medya

Yaz biterken hüzün basıyor

Melih Özel - 17 Eylül 2012  


Tam otuzdört yıl önce, Eylül ayında bir cumartesi sabahı idi.

Uzaklaşmakta olan otobüsün penceresinden ona el sallarken, yüzünü net göremiyordum. Henüz yükselmekte olan sabah güneşi arkasındaydı ve ışığı saçsız başında parlıyordu.

Ama silüeti çok belirgindi. Sol elini arkasına, beline koymuş, sağ elini başının hizasında sallıyordu.

Belleğimde kalan ona ait son görüntünün bu silüet olacağını nereden bilebilirdim ki?

Elleri yumuşak ve sıcak olurdu hep. Çocukken, soğuk kış günlerinde bir yerlere giderken elimi etli avucuna alır, sonra ikimizin elini birden paltosunun cebine sokardı. O sıcaklığı ve güven duygusunu anlatmak mümkün değil.

İnsan hafızası ne tuhaf. Geçen yıllar içerisinde pek çok anıyı silip süpürüyor. Yüzler, sesler, hisler bulanıyor, unutuluyor. Unuttuğunuzu sandığınız, yıllarca hatırlamadığınız küçücük detaylar ise bazen hiç ummadığınız bir anda, bir sesle, bir koku ile ya da bir görüntü ile "pat!" diye gözünüzün önüne geliveriyor.

Ellerini hiç unutmuyorum. Hep yumuşak ve sıcaktılar.

İstanbul'da yatılı okuyordum. Lisede hazırlık sınıfı ve birinci sınıftan sonra, üçüncü yılımdı ve eğitim yılının başlamasından iki gün önce, 16 Eyül 1978 günü yola çıkmıştım. Yaşadığımız kentten İstanbul'a yolculuk o zaman tam yirmidört saat sürerdi.

Yazın bitmesi, ağaçların sararmaya, akşamların serinlemeye başlaması insanı hüzünlendirir. Evden, aileden uzaklaşıyor olmak da. Hele çocuk yaşta isen. O sonbahar onaltı yaşımı bitirmeme üç ay vardı.

Yolculuk boyunca içimdeki hüzün hiç geçmedi. Erzincan'dan, Sivas'tan geçtik. Ankara'ya gece yarısı geldiğimizi hayal meyal hatırlıyorum. Tuvalete gidip geldim. Hava kış günü gibi soğuktu. Üç gün sonra aynı terminale yeniden geleceğim hiç aklımda yoktu tabii.

Pazar günü İstanbul'a vardım, ertesi gün okul açıldı. Çarşamba sabahı yönetimden çağırdılar. İbrahim Dilsiz, son derece tedirgin bir yüz ifadesi ile, "Oğlum, ağabeyin telgraf çekmiş. Baban rahatsızlanmış, Ankara'ya getirmişler. Sana izin verdik. Ankara'ya halanlara gideceksin. Otobüs biletini de aldırdım. Hadi iyi yolculuklar!" dedi.

Dedim ya "hafızanız nasıl alay ediyor bazen sizinle" diye. Bu kadar detayı hatırlıyorum fakat odadan nasıl çıktığımı, nasıl hazırlandığımı, Harem'e nasıl gittiğimi ve otobüs yolculuğunu hiç hatırlamıyorum. Ama boğazımda takılı yumruğun baskısını bu gün bile aynı şekilde hissediyorum.

Aklımda sorular, içimde endişe ile Ankara terminaline indiğimde, akşam üzeri olmuştu. Terminal'den çıktım. Karşıya geçip, belediye otobüsüne bindim. Halamlar o zaman Yenimahalle'de Beşinci Durak'taki postanenin arka sokağında bir yerde oturuyorlar.

Merdivenleri bir solukta çıktım. Daha bir ay kadar önce annem ve babamla birlikte geldiğimiz evin kapısını çaldım, içimdeki sıkıntıda en ufak bir azalma olmaksızın. Ses yok. Biraz bekledim, bir daha çaldım. Yok, kimse yok.

"Ne yapsam?" diye düşündüm kısa bir süre. Sonra karşı kapıya yöneldim. Halamların ev sahibi olan aile oturuyordu orada. "Belki bir şeyler biliyorlardır" düşüncesi ile çaldım kapılarını, biraz da çekinerek.

İçeriden bir ses oldu. Az sonra kapı açıldı. Ailenin benden beş altı yaş büyük, sanırım o sıra üniversitede okuyan oğlu açtı kapıyı. Bir süre bakıştık. Sonra neredeyse aynı anda ben kendimi tanıtmaya çalışırken o da beni hatırladı ve içeri buyur etti.

"Girmeyeyim" dedim. Halamların nerede olduğunu bilip bilmediğini sordum. "Onlar bu gün öğlen Konya'ya gittiler" dedi.

Yüzümdeki şaşkınlık onu da şaşırtmışa benziyordu ya da ben onun yüzündeki ifadeyi öyle algılıyordum. Halime, elimdeki valize, yüzüme bir daha baktı ve "Size haber verdiler, değil mi?" dedi.

"Yok" dedim "halamlardan bir haber almadım. Sabah okulda haberi verdiler bana da. Ama babamı Ankara'ya getirdiklerini söylemişlerdi, onun için geldim" dedim.

İfadesindeki üzüntü artık daha belirginleşmişti. Samimi bir üzüntü ile "Hayır" dedi "Konya'ya götürüyorlarmış cenazeyi. Biz de çok üzüldük, başınız sağ olsun!"

Geldiğim onca yolun ve hâlâ elimde tuttuğum küçük valizimin yükünü, artık elbisemden, gömleğimden taşmakta olan teri ve boğazımı sıkan o yumruğu hâlâ hissediyorum.

Yüzümdeki şaşkınlık ya da her ne ifade var idi ise genç adamı telâşlandırdı birdenbire. Koluma girdi ve içeriye buyur etti.

Salona girip oturduğumuzda başımdan aşağıya bir kova su dökülmüş gibiydim. Çocukcağız yaptığı hata yüzünden bir yandan özür diliyor bir yandan "siz haber verdiler deyince ben şey sandım…" filân diye bir şeyler geveliyor. Ben söylenenleri anlamaya ve kafamda bir şeyleri yerleştirmeye çalışıyorum.

Babamı kaybettiğimi böyle öğrendim.

* * *

Her yaz sonunda hüzün basar içimi. Önceleri "tatil bitiyor, okul başlıyor da ondan" diye düşünürken, yaş ilerledikçe "yaz bitiyor, sonbahar geliyor; çok normal bu duygu" demeye başladım.

Bugün biliyorum ki bu sonbahar günlerinin bana hatırlattığı, yukarıda anlattığım olaylar, işte her Eylül ayında içime dolan o sıkıntının önemli bir başka sebebi.

Bu yıl da okullar açılırken benzer duygular yaşıyorum. Bu yılın bir başka özelliği var oturup da bu duyguları yazmama neden olan: Bu yıl oğlum lisede üçüncü yılına başlıyor. Babamı kaybettiğim yıl, şimdi oğlumun olduğu yaştaydım.

Sevdiklerimizle birlikte geçirdiğimiz zamanların değerini mutlaka bilmeli. Bilmeyenler, yaşamayanlar için, kaçınılmaz ayrılıklar sonrasında hafızamızda göz göz, kocaman boşluklar oluşabileceğini hatırlatmak istiyorum.

Geçen her sene, hafızamızda yeni boşluklar oluşturuyor; sanki solmuş fotograflara bakar gibi oluyor insan.

* * *

Ne zaman babamı düşünsem, Erzurum otobüs terminalindeki silüeti geliyor önce gözümün önüne. Havadaki elini görüyorum. Sabah güneşi parlıyor, saçsız başında.

Yüzü çok net değil.

Elinin sıcaklığını, yumuşaklığını hissediyorum.

Yaz biterken hüzün basıyor.

Yorumlar

Aynisini hatirliyorum…

Aralik ayini sevmem derim yanimdakilere, neden diye sorduklarinda alelâde cevaplarim, sadece, bos kalmasin arkadasimin sorusu diyedir.

Lisede, okulun onune biraktiktan sonra, o tombul ford minibusuyle, nasıl kayboldugunu hatirlarim hala… Sonrasinda, bana bi sekilde ulasmalarini, 16 gun yogun bakim kapisi onunde bekleyisimizi, sonra, sehit polis memuru diye yapilan torenlerde bos bos konusan ve kendi basimiza kaldigimiz ailem gelir gelir aklima… Okulu birakmak isteyip, bir sekilde devam edisim, tip fakultesine girisim… Sonrasinda doktor oldum ve kulagimda, her seyi unutsam, ondan unutmayacagim, bi cumle soz;

'Merhamet et, merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.'

Halit Avar - 18 Eylül 2012 (16:17)

'Babamin etli ve kocaman elleri vardı' cümlesi ile başlamıştım bir yazıya. Elimin içinde kaybolduğu. Kocaman asker paltosunun cebine ikimizin eli de sığardı. Yedi yaşımın saflığı ve heyecanı içinde beraber çıktığımız yürüyüşlerde elini sımsıkı tutardım. Alttan yukarı baktığımda burun delikleri kocaman görünürdü. Trakya'da bir birlikte vazifeliydi. Cuma akşamları İstanbul'a gelir ve ilk işi henüz ilk kardeşi doğmamış beni dışarı çıkartmak olurdu. Kaşarlı tost, SEK ayran ve otuzbeş kuruşluk gofret gövdeye inmiş olarak eve dönerdim. Hafta içleri babamı çok özlerdim.

43 sene sonrasında geçtiğimiz hafta sonunu birlikte geçirdik. Cuma sabahı 04.15 de hareket. Hedef memleketimiz Kırşehir. Komutanın istekleri doğrultusunda molalar. Bolca sohbet. Sabahın ilk saatleri, güneş yükselmiş, Ankara'ya yaklaşıyoruz. Kızılcahamam yakınlarında Cankurtaran geçidini geçince Orta Anadolu çanağını önümüzde uzanır buluyoruz. Yokuş aşağı ayağımı gazdan çekip arabayı kendi haline bırakıyorum. Sakince 1955-60 senelerini anlatıyor. Kuleli Askeri Lisesi, Harp Okulu, Mamak Muhabere okulu. Hafızası özenilecek netlikte. Arada elma soyup veriyor. Şoförün ağzı boş durmasın ki uyku basmasın.

Memleketimize gidip mahallemizi geziyoruz. Yolda çocukluk arkadaşlarımla karşılaşıyorum. Pazarı dolaşıyoruz. Kasaptan 200 gram kıyma, manavdan iki domates ve bir tutam sivri biber alıp pideciye gidiyoruz. Tanıyorlar. Malzememizi alıp işliyorlar, iki kocaman pide veriyorlar. 'Kabağın bayırındaki' pınarın başına gidip sade su ile pidelerimizi yiyoruz. Davar suvaran çobanlara lâf atıyoruz. Bağda asmalardan üzüm topluyoruz. Ceviz başaklıyoruz.

Birisi yetmiş üç diğeri elli yaşında iki adam iki gün boyunca birbirimize iyi davranıyoruz. Güzel vakit geçiriyoruz. İçinde cuma namazı da var, eski yoldaki salaş lokantada saç kavurma yemek de. Dönüş yolunu da zevkle konuşarak alıyoruz. Eve bırakırken yorgun gözükmüyor. Birlikte yaşlanmak için içimden dua ediyorum.

Ahmet Faruk Yağcı - 18 Eylül 2012 (21:38)

Yorumların da yazılar kadar nefis olduğu böyle kaç tane internet dergisi vardır acaba?

Meftun Bahtiyar - 18 Eylül 2012 (22:54)

Son günlerde okuduğum en iyi yazılardan biriydi. Sıcak ve insanın gönül telini titreten cinsten derler ya aynen öyleydi işte. Yitirilen ve hayatta olan tüm babalara ve onların yaşsız evlâtlarına tercüman olmuş. Sevgiyle kalın…

Sema Yasak - 22 Eylül 2012 (18:41)

Ana, içinde gezindiğin bağ,
Baba yaslandığın dağdır.
Ömrün en güzel yılları,
Anayla, babayla olandır…

Bir yerlerde okumuştum, aklımda kalmış.

Ana, baba konforunu (soğuk kış günlerinde palto cebine birlikte sokulan el gibi, örneğin) tadamamış kimseler için hep yazıklanmışımdır, böyle anılar onları da hislendirir mi bilemem ama ben yazıyı, çoktan "Tac Mahal" semtine taşıdım. Sık sık ziyaret etmeyi planlıyorum. Eşle, dostla birlikte kısmetse…

Bilge Bozkurt - 23 Eylül 2012 (13:48)

Allah hiç kimseyi aniden babasından ayırmasın inşallah.

Aysun Arslan - 4 Şubat 2013 (16:28)

diYorum

 

62
Derkenar'da     Google'da   ARA