Patronsuz Medya

'Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarz-ı İcrasına Dair'

Melih Özel - 12 Ocak 2012  


'Uzun çarşı 'adlı caddenin ortalarında bir yerde, yüksek kemerli bir girişten geçilerek girilen kare şeklindeki geniş avlunun çevresini oluşturan iki katlı yapı, içinde çok sayıda küçük dükkânı barındırmaktaydı ve bunlardan birisi de terzimizin dükkânıydı.

'Terzimizin' diyorum, zira benimle birlikte sanırım babamın ve abilerimin de elbiselerimizi, pantolonlarımızı ve hatta gömleklerimizi diken kişiydi o.

Dilsizdi.

Evet, dilsizdi. Bir yandan, o zaman bana çok komik gelen sesler çıkarırken, bir yandan da bu seslerle ifade etmek istediklerini daha da iyi anlatabileceğini düşündüğü jestler ve mimikler ekliyordu o tuhaf seslere.

Daha da tuhaf olanı, babamla gayet güzel anlaşıyor olmaları idi.

Karanlık bir dükkândı terzihane. Hatırladığım kadarı ile avluya girip sağa dönünce bir merdivenle yukarıya çıkardık. Yukarı çıkıp sağa dönünce de girişi oluşturan kemerin üst kısmındaki dükkânlardan birisi olan terzihaneye gelinirdi. Akşamları ve kış günleri, siyah beyaz ekoseli bir kumaş kılıfla sarılı kablonun ucundaki duya takılı, sarı renkli çıplak bir ampul aydınlatırdı tek göz oda olan dükkânı.

Adını hatırlamıyorum dilsiz terzinin. Otuzlu yaşlarda, hafif göbekli, kısa kıvırcık saçlı, çakır gözlü birisiydi. Bir iki çırak olurdu etrafta, ben yaşlarda. İlk kez gittiğimizde oraya, ilkokul üç ya da dörtteydim sanırım. Dükkânda en çok dikkatimi çeken şey, ütünün kızgınlığı ve ütü bezi olarak kullanılan, artık sarı-kahverengi bir renk almış olan beyaz patiskadan bezlerin kokusu olurdu. Ütü masası olarak kullanılan kare şekilli tahta masa pencerenin önünde dururdu. Masanın üzerinde bir hamam tası içerisinde su olurdu. Ütü bezini buna hafifçe batırır, sonra suyunu iyice sıkar, ardından ütülenecek kumaşın üzerine serer ve ütüleme faaliyetine başlarlardı. İşte o bezler kullanılmazken hafif ıslak halde sandalyelerin arkasında asılı olur ve üzerlerinden çıkan buharın da katkısı ile çok tipik bir koku oluşurdu.

"Terzi amcanın" boynundaki mezura, sol kolunda dirseğinin hemen üzerinde yarım ay şekilli bir mika kıskaç ile koluna takılmış olan ve üzerinde çok sayıda toplu iğnenin saplı olduğu iğnelik, kulağının arkasındaki kurşun kalem, ölçü alırken ve prova yaparken dudaklarının arasında tuttuğu birkaç adet toplu iğne de bugün gibi gözümün önünde duruyor.

Bu kasvetli, karanlık, uyduruk dükkâna gelmeden önce tuhafiyecide kumaş seçilir miydi, yoksa önce terziye gelirdik de, kumaşa sonra mı karar verilirdi hatırlamıyorum. Ama, kumaşın seçilmesi aşamasından başlayarak çok iyi hatırladığım bazı ritüeller var bu süreç içerisinde. Birisi, kumaşın ilk kesilmesi sırasında makası tutan ele hafifçe tükürülmesi ve "hadi bakalım hayırlı olsun!" anlamına geldiğini düşündüğüm, gerçek kelimelere dönüşemeyen sesler ve eşlik eden jestler.

Diğeri, prova sırasında terzi amcanın bu kez tamamen sessizleşmesi, eliyle üzerimdeki ceketin ya da gömleğin kumaşını okşar gibi düzeltmesi, orasını burasını hafifçe çekmesi ve elinin tersi ile omuz üzerindeki ya da yakalardaki potları düzeltecek şekilde kumaşa vurması.

En unutamadığım görüntü ise bu işleri yaparken, yüzünde yerleşen ifade idi. Gülümsüyor muydu, yoksa yüz kaslarının gerilmesinden dolayı öyle bir ifade mi gelişiyordu? Gözleri sanki beni görmüyordu. Daha derine, daha uzağa bakıyor gibi oluyor ve o anda kumaşla arasındaki iletişim bende devre dışı kaldığım hissini uyandırıyordu. Bakışları beni delip geçiyor gibiydi. O kumaşın aldığı yeni şekil, terzimizde adeta farklı bir duygu durumu oluşturuyordu. İşini bitirdiğinde bir iki adım geri çekilip bakıyor, sonra tekrar yaklaşıp kumaşın orasına burasına dokunuyor, düzeltiyor ve yeniden geri çekiliyordu. Bunu yapmayı, gördüğü son üründen tatmin olana kadar sürdürüyordu. O aşamayı, iki elini göbeğinin önünde birleştirmesinden anlıyordum. Zaten bir iki saniye sonra babama dönüp gene o anlaşılmaz sesler ve ekindeki el kol hareketleri ile konuşmaya başlıyordu.

Bu merasim ben ortaokul son sınıfa geçene kadar sürdü. Lacivert, kruvaze yaka sünnetlik elbisemi de o dikti, ortaokul son sınıftayken giydiğim kahverengi takım elbisemi de. Liseyi İstanbul'da yatılı okudum. O zamandan beri de bir daha terzide elbise diktirmedim.

Tam 36 yıl olmuş.

Bunca yıl içerisinde edindiğim elbiseler hep konfeksiyondu. Sanırım birçoğumuz gibi ben de hiç merak etmedim o elbiseleri diken insanları. Satış elemanları ile olan ilişki ise, asla o dilsiz terzi ile aramdaki gibi bir iletişim duygusu oluşturmadı bende.

İlginç olan bir başka şey de şu: Çocukluğumun dilsiz terzisinin diktiği elbiseleri en ince detayına kadar hatırlıyorum da, sonraki hazır giyim elbiseler hiç yer etmemiş belleğimde.

Hekim olarak çalıştığım daha sonraki uzun yıllar içerisinde, küreselleşen dünyada hekimlik mesleği şekil değiştirmeye başlayınca, terzimizi hatırlar oldum. Tıbbiyede okurken, pratisyen hekim olarak çalıştığım dönemde, ihtisas yaparken, hatta uzman olduğum yıllarda bile tıbbın ve hekimliğin bir sanat olması gerektiği ve o şekilde icra edilmesi gerektiğini düşünüyorduk, öyle eğitiliyorduk, öyle eğitiyorduk. Tıpkı benim dilsiz terzim gibi, her birey için ayrı bir zaman, ayrı bir yaklaşım, ayrı bir düşünce platformumuz olmalıydı. Hasta, keyifle işlenecek bir kumaş gibi hissedilmeliydi. Hastayla konuşmak, anlattıklarından hareketle bir bulmaca çözer gibi hastalığı ile ilgilenmek büyük keyif aracı idi.

Oysa geçen yıllar içerisinde hekimlik bir sanat olmaktan çıkmaya başladı. Adeta 'terzide dikilen elbise - hazır giyim elbise' dönüşümüne benzer bir değişim oldu. İnanılmaz ilâçlar, hayal sınırlarını zorlayan ileri teknoloji ürünleri, bilgisayarlar filân devreye girdi ve hekimlik hastalara bunları giydiren bir konfeksiyona dönüştü. Geleneksel tıp eğitiminde çok bilinen bir klişe lâf vardır: 'Hastalık yok, hasta var' diye.

Her hastanın farklı genetik ve yapısal özelliklere sahip olmasından kaynaklanan farklılıklarını dile getiren bu anlayış, hekimi hastayı dinlemeye, ne dediğini anlamaya, aynı hastalığa sahip olan iki hastaya bile farklı yaklaşımlarla çözüm bulmaya çalışmaya zorlardı.

Bugün içinde bulunduğumuz çağın teknolojik gelişmeleri, bilgisayarın günlük hayatımıza bodoslama ve otoriter bir şekilde girmesi ve sağlık hizmetinin gerek devlet gerekse özel sektör tarafından rant getiren bir sanayi olarak algılanmaya başlaması, hekimleri öyle bir yönlendirdi ki artık hasta ile göz göze gelmeyi bir kenara bırakın, konuşmak bile mümkün olmuyor.

ABD'de yapılan ve ünlü tıp dergilerinden birinde yayınlanan bir çalışmada hekimlerin hasta ile görüşürken, hastanın sözünü kesme sıklıkları incelenmiş ve görülmüş ki ortalama bir muayene sırasında, hekim hastanın sözünü her 18 saniyede bir kesiyor!

Konunun hasta tarafından değil de doktor tarafından bakılması gereken bir yönü de var elbette. Ama o başka bir yazıya konu olabilecek kadar geniş. Hastaya ayırılan zamanın önemli bir bölümünün, konuyla ilişkisiz yığınla gereksiz cümle tarafından tüketilmesine engel olmak için kesiyor doktorlar belki de konuşmayı. Ancak, bunu yapmanın uygun yollarını bulmak da hekimliğin sanat tarafında yatıyor zaten.

Günümüzde (gazete haberlerine bile yansıdı) devletin hastanelerinde yöneticiler, hekimleri daha çok hastaya daha kısa sürede bakmaları için sıkıştırıyorlar. Öyle ki, her 5 dakikaya 1 randevu yazılan hastaneler var. Özel hastanelerde bile, hekimleri daha kısa sürede hasta bakmaya zorluyor bu sistem. Ben profesör yöneticiler gördüm, birlikte çalıştıkları hekimlere devlet hastanelerinde her beş dakikada bir hasta muayene edildiğini örnek gösteren. İşin kötüsü, bu işlerin en iyi yapıldığı düşünülen ülkelerde bile (televizyon dizilerinde görünce insan öyle sanıyor ama gerçek hiç de öyle değil) "görüşme, muayene, tetkik isteme, reçete yazma" her şey dahil 15 dakikalık bir limit ile sınırlandırılmış durumda.

Niye işin kötüsü diyorum? Örnek diye gösterebileceğimiz bir yer bile kalmadı artık da, onun için!

Ortalama bir hekim-hasta sohbeti günümüzde şöyle oluyor:

- "Hoş geldiniz. Adınız neydi?"
- "Derman Arayan"
- "Nasıl yardımcı olabilirim?"
- "Bilmem ki dohtur Bey. Garnım nicedir sızlayor. Ne yisem ne içsem bağa…"
- "Ne zamandır böyle bu?"
- "Bizim böyük oğlan doğduğun…"
- "Ne zaman doğmuştu büyük mahdum?"
- "Anam hastaydı o zaman. Sert de kış yaptıy…"
- "Anladım. Ben bu sırada size şu tahlilleri yazdım, yaptırın da bir görelim bakalım."
- "Allah razı olsun. Ben de bi de …"
- "Bakın sizden sonraki hasta da geldi işteee! Hadi, tahlilleri yaptırın da görüşelim, olur mu?"

Tahlil sonuçları ile gelinince, bu defa görüntüleme yöntemleri devreye giriyor. Hastanın sırtına, karnına baksak - dokunsak fark edebileceğimiz bazı bulgular için bilgisayar ekranlarında çözümler arıyoruz. Çoğu zaman yanıltıcı görüntüler için başka teknolojik yöntemleri devreye sokuyoruz.

Yaşlı bir kadın hastamda İrritabl Barsak Sendromu denilen, dilimize "huzursuz barsak hastalığı" diye çevirebileceğimiz, fonksiyonel bir barsak hastalığı vardı. Hastalığını detaylı bir şekilde uzun uzun anlatmasına, çokça sorular da sorarak, yardımcı olmaya çalıştım. Sonra da karnını dikkatle, yavaş yavaş muayene ettim. Hastalığını anlatmak için koltuklarımıza geri döndüğümüzde yüzünde bir minnet ifadesi ile şöyle demişti:

- "Doktor Bey, beni şimdiye kadar bu kadar uzun beyim bile dinlemediydi, Allah sizden razı olsun."

Maalesef, bu zamanı hastanede her hastaya ayırabilme lüksümüz artık yok, biliyor musunuz?

Günümüzde artık şablon tetkikler, şablon tedaviler var. Hastanın ilâcını alabilmesi, sizin de hak edişinizi alabilmeniz için bilgisayara girilmesi gereken, çoğu gereksiz onlarca bilgi var. Hastanızın dışında ikna etmeniz gereken sigorta kurumları, sosyal güvenlik kurumları var. Öyle ilâçlar var ki hastanız için mutlaka gerekli, ama şablon tedaviler bunu kabul etmiyor. Dolayısı ile hastanızın hastalığını bilgisayarda farklı şekilde göstermeniz de gerekiyor. Bir hastaya görüşmek, muayene etmek, hastalığını anlatmak için ayırabileceğiniz zamanın dörtte üçünü bu bilgileri girmeye ayırmak zorundasınız. Hekimin ve hastanın otomasyona tabi olduğu, robotlaştığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Duygusuz, soğuk, vicdan sınırlarını zorlayan.

Ülkemizde tıp uygulamaları ile ilgili temel yasanın adına bakın: '1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun'. yüzyıl önce bu meslek bir sanat olarak algılanıyor ve uygulanıyormuş bu muhitte.

Teknolojiyi ve sağladığı imkânları tabii kullanacağız, kullanmayı bileceğiz ama sanatımızı elden bırakacak mıyız? Terzi mi olacağız, konfeksiyon tezgâhtarı mı?

Hekimlik uygulamalarımızı, benim dilsiz terzimin sadece benim için diktiği elbise için ayırdığı zamanı ayırabilecek, yaptığı işten haz duyacak, keyif alacak, karşısındaki hastayı da tedavi edemese bile tatmin edecek şekle yeniden dönüştürmek, yazık ki çok zor görünüyor artık. Buna çabalamak, 'çağdışı 'damgası yemeniz için yeterli oluyor. Tabii işsiz kalmanız için de!

Hazır giyim elbiselerimi diken kişileri tanımadığım gibi, hastalarımız da kendileri ile ilgilenen hekimleri tanımıyorlar artık. Halbuki ben hastalarımın hatıralarında, boynunda mezurası, kolunda iğneliği ile gözlerimin önünde duran, diktiği kumaşa, sevgiliye dokunur gibi dokunan, elde ettiği üründen haz duyan, dilsiz terzimin bende yer ettiği gibi yer etmek istiyorum.

Yorumlar

Bundan 28 sene evvel, bir Kasım akşamı, babam son nefesini verirken, utana sıkıla kapısını tıklatıp "babam ölüyor galiba, bir bakabilir miydiniz" diye karşısında el pençe divan durduğum teğmen rütbeli doktorun, bir türlü o an seyretmekte olduğu televizyon dizisinin karşısından ayrılmak istemeyişini ve bir kat yukarıya çıkmasının yaklaşık 5 dakika sürdüğünü uzun zaman unutamadım.

Babam o gelene kadar son nefesini vermişti zaten.

Hoş, merdivenleri seğirterek çıksaydı da babam için sonuç değişmezdi; benim bu mesleğin erbabına bakış açım daha olumlu olurdu sadece.

Bu teğmen yüzünden, uzun yıllar doktor görünce Kinowa gibi kafa derim kaşındı. Celeplerle ve cellâtlarla eşdeğer tuttum bu mesleğin erbabını. Zaman zaman sağlık camiasına yönelik ağır eleştiriler de yaptım gazete köşelerinde.

Sonra bir gün tesadüfen doktor arkadaşlarım oldu. Hem de aynı hastanede çalışan. Onların arasından da pırıl pırıl insanlar çıkabildiğini anca kazık kadar adam olduktan sonra bu vesileyle öğrenebildim.

Babamın son nefesini verdiği hastanede onlarla birlikte gece nöbetlerine kaldım, asistan odasında içtikleri çaylara ortak oldum. Ne kadar zor koşullar içinde ve ne kadar küçük ücretlere çalıştıklarını, bu ağır mesailer yüzünden doğru dürüst bir sosyal hayatlarının bile olamadığını gördüm.

Annemin haftalarının sayılı olduğu dönemde, akıbetinin değişmeyeceğini bile bile, sırf moralimizi diri tutmak adına dünyanın yolunu aşıp gelen, sadece tıbbî konularda değil, başımızın sıkıştığı her konuda, tam bir Osmanlı terbiyesiyle yanımızda beliren, "insan" kelimesini hiç bir eksiltme yapmaksızın adının başına ekleyebileceğim hekim dostlarım oldu.

Trafikte bir aracı sollamaktan bile "kul hakkıdır, çiğnememek gerek" deyip kaçınan, erdemli, mahfiyetkâr, candan insanlardı aynı zamanda.

İşte o yüzden, bu yazını bu duygularla okuyunca, ruhuma şerbet gibi geldi sevgili Melih. Gerçi Derkenar'daki tüm yazıların nefis ama bunun yeri bambaşka oldu. İçim ısındı. Eleştirmekle yetinmeyip, üstüne bir de umut aşılayan bir yazı bu.

Renkli bir yorumcumuzun deyimiyle; "kalemin şad olsun" diyorum.

Necdet Şen - 12 Ocak 2012 (16:22)

Sevgili Necdet, çok teşekkür ederim, iltifatlar için.

Her mesleğin değerini oluşturan en önemli unsur, hiç şüphesiz o mesleğin erbabı. Konusu insan olunca, hekimler için bu çok daha önemli elbette.

Bilmem Girne'de yaptığımız sohbetler anılarda duruyor mu? O günler henüz olgunlaşmakta olduğumuz, nispeten heyecanlı günlerimizdi. Pişmediysek bile, artık ham değiliz sanırım şu sıralarda.

Tekrar teşekkür ederim.

"İyi insan, iyi hekim olur, İyi insan olmak zordur, ama. Başarabilirseniz kesinlikle iyi hekim olursunuz" diyorum öğrencilerime.

Çocukken, hastalandığım zaman, babamın çalıştığı bankada iş yeri hekimi olan Ali Naki amca gelirdi eve. Boğazımdaki ağrıların iyileşmesinde verdiği ilâçların etkisi kadar, belki de daha çok, tombul avucunun yanağımı okşaması asıl rolü oynardı.

İlkokul ikiden beri "ben doktor olucam" diyen birisi olarak beni doktor olmaya yönlendiren kişiler arasında Ali Naki amca, öyle bir yer yapmış ki bende, tıp fakültesinde okurken "işte öyle doktor olmalıyım" derdim. Belki de öyle iyi insanlarla karşılaşmış olmam, senin yaşadıklarına benzer kötü anılarımın olmaması, benim için bir şanstı.

Şimdi, öğrencilerle sohbet ederken, "Neden doktor olmak istediniz?" diye soruyorum.

Gördüğüm o ki, umudumuzu kaybetmemize engel olmaya yetecek kadar çok sayıda genç kardeşimiz var sanki, hekimliği gerçekten hekimlik olarak algılayan.

Umarım, bu iyi insanlar, bu mesleğe gerektiği gibi sahip çıkarlar gelecekte.

Her şeye rağmen, geleceğe umutla bakmak istiyor insan.

Melih Özel - 12 Ocak 2012 (20:37)

Sevgili Melih, bu yazın tıp fakültelerinde başta hocalar olmak üzere her yıl tüm öğrencilere okutulmalı…

Hasan Gez - 12 Ocak 2012 (22:26)

Melih'ciğim yazını büyük bir mutlulukla okudum. Hayatımızdaki bu derin değişim günlük hayatımızın her dokusuna işleyen otomasyonun sonucu. Yaşanılan her anın damak tadıyla yaşanılageldiği bu güzelim İstanbul ise otomasyonun tam bir laboratuarı durumunda. Hiç bir şeye doğru dürüst zaman bulunmazken anamnez almaya nereden bulunsundu ki, artık bir sürü tetkik ekipmanı var, yaz kâğıda ver. Bu koşuşturmacada yitip giden duygular aslındaki onlar öbür yarımız. Bu demektir ki otomasyon hayatımıza gireli, az zamana çok şey sığdırmaklığımızdan, yarım insanlar, yarım doktorlar olduk gittik. O kadar güzel anlatmışsın ki hepimiz çocukluğumuza giderek zaman kaygısı olmadan bir şeyler üreten kotaran kahramanları hatırladık bir bir. Diline sağlık.

M. Kemal Hüseyinoğlu - 13 Ocak 2012 (08:27)

Sevgili Melih; teşekkür ederim; her mesleğin duygu yüklü, estetik ve ritüelik ögeleri ile icra edilebilecek bir sanat olabileceğine inanıyor, bunu yapmaya ve yaymaya çalışıyorum… Tüketici rolüm ile de bunu yapanları tercih etme gayretim var; peynir alırken bile…

Dilli ama konuşmayan çocukluk terzim ve zamanın modern bir iş merkezinde olsa bile bende anlattıklarına benzer etkiler bırakan terzihaneyi hatırlattı… Ben 25 yıl sonra şans eseri bulduğum keyifli bir kumaşçı ve onun tavsiyesi ile tanıştığım bir tüccar terzi ile aynı keyfi yeniden yaşıyorum zaman zaman… Tavsiye edebilirim…

Hekimlik gibi, karşı tarafın yaşam kaygısının yoğun olduğu ilişki ve iletişim süreçlerin bir meslekte ise duygu yüklü, estetik ve ritüelik ögeleri ile icra edilebilmesinin değerini anlatamam bile…

Cok keyif aldım; tekrar teşekkürler…

Can Erel - 13 Ocak 2012 (23:56)

Son 20 yıldır ortalığı toz duman eden bir yığın değişiklikle birlikte, sağlık ve dolayısı ile hekimlik uygulamalarındaki dönüşüm, en çok bu süreçte hekimlik yapmakta olan, bizim kuşağımızı etkiledi.

Eskiyi bilmeyen, yaşamayanların bu değişimden nasıl etkilendiklerini bilmemiz mümkün değil tabii. Onlar yeni sürecin ürünü, biz ise geçmişin.

Yukarıdaki yazının Derkenar'da yayınlanmasından sonra birçok meslekdaşımdan, arkadaşımdan benzer duyguları yaşamakta olduklarını belirten mesajlar aldım.

Birisini paylaşmak isterim. Bir sınıf arkadaşımın, kendisine ait web sitesinde kendisini tanıtırken yazdıklarının bir bölümünü biraz kısaltarak buraya alıyorum:

"…klinik değerlendirmenin, muayenenin çok önemli olduğunu, hastanın yaşadığı çevreyle, genetik yapısıyla, her şeyiyle bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini öğrendik. Bize 'hastana bak, hastana dokun, hastanı dinle 'denirdi. Laboratuvar baş tacı değildi, ama önemliydi. Mesleğimizin binlerce yıllık yöntemleri ve değerleri uzun vizitlerde, gece nöbetlerinde bize akıtılırdı. Hocalarımızın 'emeğimiz ancak sembolik olarak ücretlendirilebilir, çünkü insan hayatına paha biçilemez' sözlerinin 25 yıl sonra 'performans-müşteri' sisteminde 'mitolojik vecizeler' gibi kalacağını öngöremezdik…"

'Buradan alıntı mı yaptın?' diye düşünmediğinizi umarım. Öyle ya, neredeyse aynı şeyleri dile getirmişiz.

Yazarken, hissetiklerim konusunda yalnız olmadığımı umuyordum.

Şimdi ise yalnız olmadığımı BİLİYORUM. Sevindim doğrusu.

Melih Özel - 14 Ocak 2012 (00:33)

"O zamandan beri de bir daha terzide elbise diktirmedim. Tam 36 yıl olmuş."

İnsanların o günlerden bugünlere gelmesinin nedenini yukarıdaki cümleniz özetliyor. Siz, 36 yıl önce, mahallenizin terzisini, sizin gibi düşünen onlarca insanla birlikte işten kovdunuz. Diğer mahalle terzileri de işten kovuldular. Neden böyle yaptınız? Çünkü daha ucuza daha fazla çeşit elbise giyebilecektiniz. Konfeksiyon ürünlerle terzinin diktiği ürünler arasında fazla bir fark gözükmüyordu. Siz de, kendi çıkarlarınıza uygun olarak, konfeksiyona yöneldiniz.

36 yıl sonra o terziyi hatırladınız. Neden 36 yıl sonra? Çünkü insanlar şimdi sizi, sizin gibileri işten kovmaya çalışıyorlar. Hastalar kısa sürede ağrılarını dindirecek, canlanmalarını sağlayacak ilâçların, ameliyatların peşindeler. Amaçlarına daha ucuza ulaşabiliyorlarsa konfeksiyon atölyesi gibi çalışan hastaneleri tercih ediyorlar. Hatta kendilerine hangi ilâcın iyi geldiğini biliyorlar, doktorları yalnızca ilâçlarını yazmaları için kullanıyorlar.

Terzilik yok olmadı. Zenginlerin elbiselerini diken terziler varlıklarını sürdürdüler. Diğerleri ise küçük onarımlar yapan mahalle dikişçilerine dönüştüler. Doktorları da aynı son bekliyor gibi gözüküyor. Doktorların mahalle dikişçisi rolüne soyunamayacaklarını düşünüyorum. Çoğunluğu konfeksiyon atölyelerine benzeyen hastanelerde kalmayı sürdürecekler. Diğerlerine ise, eğer zenginlerin doktoru olamıyorlarsa, başka bir mesleğe geçmelerini öneririm.

Levent Yaycı - 14 Ocak 2012 (11:05)

Önce sevgili Melih Özel'e…

Yazar doktorlar hissettiklerini çok güzel ifade ediyorlar. Abraham Verghese adlı elin Amerikalı doktoru da şikâyetçi. Hepimizin hislerini başka bir açıdan ele almış. Linki seyrederseniz göreceksiniz:
Abraham Verghese: Bir doktorun dokunuşu (TED)

Sonra da Levent Yaycı'ya…

Terzilerin konfeksiyona, doktorların hastaneye dönmeleri ve 5 dakikada bir hasta bakmaları kimin işine yarıyor? Yıllık 40 milyarlık sağlık harcaması artı katkı paylarını düşünün, kime gidiyor. Benim 23 yıllık muayenehanem bana gelmeyen hastalar için değil asansörünün kapısı 80cm, tuvaletin kapısı 110cm, muayenehane odası 16m2, arşiv odası 10m2 gibi iki yılda 9 kere değişen yönetmelikler yüzünden kapanıyor.

Ayrıca biliyor musun doktorlar değil SGKda kullanılan doktor kadroları satılıyor, komisyoncular tarafından kadın doğum kadrosu 150bin lira beyin cerrahı 200bin lira. İnternette bir dolaş da gör.

Bu rantı kim yiyor bir düşün. Düşün de kendine iyi gelen ilâcı yazdıran hasta, kendine iyi gelecek ameliyatı da tarif edeceği hatta yapacağı zaman gelecek:) ya da ilâhî tıbba baş vuracak.

İki link de ondan:
http://www.turkiyehacamat.com/
http://www.islamihacamat.com/

Sevgiyle kalın.

Sırrı Akalın - 14 Ocak 2012 (19:28)

Meşhur tıp kitaplarının ilk sayfalarında 'medicine as an art' (bir sanat olarak tıp) ibaresini görürüz. Görürüz de ne olur? Çabucak geçeriz. Tıbbın sanat kısmından ziyade bilgi, yani para eden kısmı ile ilgileniriz. Sistem de her geçen gün performans, prim, hakediş gibi para ile ilgili kısmını büyütür. Acı ama gerçek, bir dünya hekim Levent Yaycı'nın bahsettiği şekil 'sökük dikici, fermuar değiştirici' ye dönüşür. Ölünün tabutu üzerinde kaç kişiyiz? Ve bir şişe Rom.

Melih Özel'in özelinde olmaktan memnun yakın arkadaşlarından biriyim. Bu mevzuları karşılıklı konuşurken sanat kısmından bahsedince ikimizin de gözleri parlar. Hekimin sistem tarafından bir metaya, cihaza, makineye dönüştürüldüğünü anlatırken de gözlerimiz bulutlanır. Hekimliğin sanat kısmını önde tutan ve her hastayı kendine özgü kabul eden bir doktor olarak kendi adıma gurur duysam da önümüzdeki günlerden o kadar ümitli değilim.

Duygularından arınmış sadece 'iş yapmak ve sistem kurmak 'üzere işin başına geçenler hekim-hasta arasındaki insanî ilişkinin farkında bile değiller. Geceyi çıkaramayacağını düşündüğümüz hastamız sabaha düzelmiş ve hayata dönmüş olursa içimizin ne cins bir sevinçle dolduğunu sistemi kuranlar asla bilmiyorlar. Metro, metrobüs, hafif raylı sistem, deniz taşıması ya da bütün arsaları TOKİ'lemek gayreti sağlığı da hissiz ve mekanik bir işe dönüştürme isteğine sebep oluyor.

Bizler buradayız. Kibrine yenik o idarecilere de hastalandıklarında insan olduklarını düşünerek muamele edeceğiz.

Ahmet Faruk Yağcı - 14 Ocak 2012 (22:53)

Sağlık hizmetini "talep" eden kişi ile, bu hizmeti "arz" eden kişi arasındaki ilişki ile ilgili maruzatımı biraz açmak isterim.

Eminim ki, terzim ve benzerleri, ben konfeksiyon giyinirken işsiz kalmadılar. Gelirleri azaldı belki, ama daha az da olsa elbise dikmeyi, aynı keyifle sürdürdüler. Sadece ben şaşkın, bu hizmeti almayı beceremedim.

Yazıma temel olan hissiyat, "hekimliğin yüzlerce yıllık gelenekleri unutulmadan; mesleğin, ana malzemesi olan insanı her şeyin üstünde tutarak, ona saygı duyularak uygulanması" yaklaşımının yozlaşıyor olduğunu düşünmemden kaynaklanmaktadır. Kendimi genelden ayırıp, çok iyi bir yere koyduğum da zannedilmesin. Ben de bencil duygu ve düşüncelerle bu yozlaşmaya katkımı sağlıyorumdur. Ama bundan son derece rahatsızım.

Yazıda, mesleğin uygulanma biçimindeki değişiklikleri, terzi - hazır giyim dönüşümü ile karşılaştırdıysam da, kendime (ve belki bir grup hekime daha) ait çok kişisel duyguları paylaşmaya çalıştım. Fakat konunun sadece hekimleri ilgilendiren bir durum gibi algılanmasının son derece sakıncalı olduğu kanısındayım. Gidişattan doktorlardan daha çok sade vatandaş olumsuz etkilenmektedir ve etkilenecektir, ne yazık ki (bkz. Dünkü gazeteler).

Levent Yaycı'nın yorumunun son paragrafındaki değerlendirme, işte bu yüzden beni en çok endişelendiren konu. Hekimlerin büyük bölümünün sisteme uymak zorunda kalacağı öngörülüyor. Buna uymayacak isem ve de zenginlerin hekimi olmayacak isem, işi bırakmam öneriliyor.

Ooof, of!

Ört ki ölem!

Melih Özel - 15 Ocak 2012 (13:09)

diYorum

 

71
Derkenar'da     Google'da   ARA