Patronsuz Medya

Öfkeliyim, öfkelisin, öfkeli

Melih Özel - 18 Temmuz 2012  


Gel de öfkelenme!

Uçaktan indik. Yüzümüze alev püskürtülmüş gibi sıcak bir hava dalgası karşıladı bizi İstanbul'da. Aşırı sıcağı hiç sevmem; kolay ve çok terlerim ve terlemek beni sinirli yapar, öfkelendirir. Zaten teşneyim öfkelenmeye. Sabah sabah daha uçakla havaalanı arasındaki kısa otobüs yolculuğunda başladım gerilmeye.

Bagaj alanına geldik. Bizim uçağa ait bantı bulduk. Beklemeye başladık. On dakika, onbeş dakika, yirmi, yirmibeş… Eeee!

Gittim elinde telsizle orada dikilen iki ablanın olduğu yere. Elimden geldiğince kızgınlığımı belli etmemeye çalışarak derdimi anlattım. İşe geç kalmayalım diye sabahın köründeki uçakla geldik! Bagaj bekleyelim derken öğlen olacak neredeyse.

İki ablanın yüzünde de en ufak bir empati ve anlayış belirtisi görülmedi. Bana da herhangi bir şey söylemeden telsizleri ile anlaşılmaz şeyler konuştular. İnanın anlaşılmazdı konuştukları. Sonra ben yanlarında değilmişim gibi kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. İlk öfke belirtimi de işte o anda hissettiler:

- "Burada niye bekliyorum acaba ben kardeşim" dedim, "Bu ne saygısızlık. Kısa da olsa bir yanıt hak etmiyor muyum ben?"

Bir tanesi uyandı, "sorunlu müşteriye çattık!" yüz ifadesi ile ve gene en küçük bir özür ya da sempati hissettirmeyen bir ses tonu ile:

- "Önceliği transit yolculara vermişler, birazdan gelecek bagajlarınız" dedi.

Epeyi bir söylendim her ikisine de, kibarlığımı bozmamaya çalışarak. Sabah sabah kendilerini asabi bir yolcu ile muhatap eden şanslarına söyleniyorlardı muhtemelen ben yanlarından ayrılırken.

Neyse, uçaktan inip de bagaj alanına geldikten tam 40 dakika sonra bagajlarımıza kavuştuk. Otoparka yöneldik. Hafta sonu kaçamağı ya, araba otoparkta. Alıp hemen yola koyulacağız.

Otopark ödemesini yaptım. Koşarak arabaya geldik. Bagajları attık. Arabayı çalıştırdım. Aaaa! Otopark biletini bulamıyorum. Haydiii!

Ulan az önce parayı ödedik. Düşürdük mü ne oldu? Hanım bir yandan, oğlan bir yandan cüzdan, çanta, cepler, arabanın çevresi, bagaj her yeri arıyoruz. Yok. Sanki hiç olmadı zıkkım! Ama ödemeyi yaptığıma dair kasa fişi var elimde. "Bunu gösterince hallederiz" diye düşündüm. Ne saflık! Çıkıştaki gişede, bir başka ifadesiz yüz ile karşılaştım: "Bununla olmaz, ödeme alanına geri gideceksiniz. Size yeni kart verecekler" buyurdu abi.

Çaresiz geri döndüm. Arabayı merdivenlere yakın bir yere çalışır vaziyette bıraktım. Koşarak yukarı çıktım. Kuyrukta 3-4 kişi var. Bu arada, ter paçamdan akıyor ve asabiyim. Sıra bana geldi. Derdimi anlatmaya başlamıştım ki lâfı ağzıma tıkadı buradaki arkadaş:

- "Arabanın ruhsatı ile geleceksiniz. Karşıdaki gişeye…"

Arkadaş, ruhsatı ne yapacaksın? Ben salak mıyım? Başkasının arabasının park borcunu niye ödeyeyim? Ayrıca elimdeki kasa fişinde bile yazıyor aracın plakası. Ruhsat neyine?

- "Ruhsatsız olmaz!" diye kestirdi attı.

Koşa koşa gittim, ruhsatı aldım. Koşarak çıktım, "karşıdaki" gişeye gittim. Oradaki ablaya derdimi anlattım. Terimi silerken, bir yandan da kibarca ekledim:

- "İşe de geç kaldım, biraz çabuk olabilirsek lütfen."

Abla kasa fişine baktı. "Onbeş dakikayı geçmişsiniz ama! Buna ek ücret çıkar" dedi. "Olsun!" dedim, "Hemen ödeyeyim."

İşte burada ablanın söylediği lâf beni kopardı. "Karşı gişeye ödeyip, bana geri geleceksiniz" deyince, ben birden Gremlin'e dönüştüğümü hissettim. İçimden kabaran öfke, kulaklarımdan alev, tepemden ter, ağzımdan da saldırgan lâflarla dışarıya taşıverdi.

Nasıl bağırdım ve neler söyledi isem abla kartı makineden çıkartıp, önüme attı ve gişenin camını kapattı.

Kartı aldım. Arabaya giderken içimden gene problem çıkarsa filmlerdeki gibi çıkıştaki bariyerleri uçurarak, basıp gitmeyi hayal ediyorum. Arabaya bindim çok kararlı bir şekilde gaza bastım. Otomatik ödeme noktasındaki makineye kartı dürttüm. Bariyere baktım. Kısa bir an "ulan arabada fazla hasar olur mu acaba?" düşüncesi geçti zihnimden. Ertesi günkü gazetelerde, asabi insan örneği olarak basılacak resimlerim geldi gözümün önüne.

Ama kısa bir süre sonra bariyerin kalktığını gördüm. Sakince uzaklaştım, kısılıp kaldığım havaalanı otoparkından. Kızgınlığımın geçmesi epey zamanımı aldı ama.

* * *

Edgar Allan Poe, "The tell-tale heart" adlı (dilimize Gammaz Yürek diye çevrilerek yayınlanmış olan) öyküsünü 1843'te yazmış. Öykü bir ruh hastasının, öldürdüğü ve döşeme tahtaları arasına sakladığı yaşlı adamın durmak bilmeyen kalp atışlarını duymaya devam etmesi ve bu yüzden kendini ele vermesini anlatır.

Hikayenin ilk cümlesi şöyle çevrilebilir dilimize:

- "Doğru! Sinirli, çok, çok korkutucu bir şekilde sinirliydim; ama deli olduğumu da nereden çıkartıyorsunuz?"

* * *

Sizce de öfke, sinirlilik, asabiyet, delilikle iç içe değil mi? Bence öyle!

Yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi günlük yaşantı sırasında, özellikle trafikte, bazen işle ilgili saçma sapan nedenlerle sinirlendiğim, kızdığım, deyim yerindeyse öfke patlamaları yaşadığım olur. Kimin olmaz ki? Gençken daha da sık olurdu bu öfke krizlerim.

Gerçi güzel ülkemizde sinir krizi geçirmek için deli olmaya gerek yok, günlük yaşam sizin öfkelenmeniz için elinden geleni yapıyor evelallah. Sabah elinize aldığınız herhangi bir gazeteyi, masaya ya da yere çarpmadan sonuna kadar okuyabiliyorsanız ya da akşam saatlerinde televizyonlarda haber - tartışma programlarını sakin sakin izleyebiliyorsanız, sizde peygamber sabrı olduğunu söyleyebiliriz.

Neyse konuyu dağıtmayayım. İşte o öfke krizleri ya da patlamalarım geçtikten sonra, geri dönüp baktığımda kendime o kadar kızıyorum ki! O kızgınlık anlarım videoya filân çekilse de sonradan seyretsem nasıl utanırım kimbilir diye düşünüyorum.

Tabii bu anlayışa ulaşmak için yaşın kemale ermesi gerekiyormuş her halde, ne bileyim. On yıl önce hiç kafamı takmazdım.

* * *

Öte yandan, bir ben miyim böyle olan? Tabii ki, hayır. Hatta genel ortalamaya bakılacak olursa, ben fakir zemzem ile yıkanmış sayılırım. Bakın gazetelerin üçüncü sayfalarına. Saçma sapan nedenlere bağlı öfke patlamalarının yarattığı sonuçların her gün bir yığın insanın yaşamlarını nasıl perişan ettiğine inanamıyor insan.

Öfkeli insanların önemli bir ortak özelliği de şu: İnsan öfkeliyken kendini hep haklı sanıyor ve haksız da olabileceğini asla aklına getirmiyor.

İnsanların yaşama içgüdüleri, fark etmeden iç dünyalarında çeşitli varsayımları ve beklentileri biriktirmelerine neden oluyor. Bu varsayımlar ve beklentiler ile çelişen olaylarla karşılaşıldığında da bir suçlama ve öfke süreci yaşanıyor.

Kimse "ya, ne oluyor da böyle oluyor?" demiyor. "Acaba sorun bende mi?" diyen yok!

Ya ne var? Sürekli bir suçlama, sürekli bir öfke…

Dört Anlaşma

Don Miguel Ruiz adını hiç duydunuz mu?

Don Miguel Ruiz, 13 çocuklu, Meksikalı bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Ailenin büyükleri Toltek kökenli olduklarına inanıyorlar ve o geleneklere göre sürdürmüşler yaşamlarını. Ansiklopedik bilgiye bakılırsa, Toltek kültürü, arkeolojik bir Orta Amerika kültürü. Aztekler, Tolteklerin kendilerinin entellektüel ve kültürel öncüleri olduğuna inanıyorlar.

Don Miguel, tıp ve ardından beyin cerrahisi eğitimi almış. Beyin cerrahı olarak çalıştığı yıllarda da sağlıklı bir yaşam için yalnız fiziksel beynin değil, aynı zamanda insan zihninin, insan ruhunun sağlıklı olması gerektiğine inanan bir hekim olmakla birlikte, geçirdiği büyük bir araba kazası, yaşamı tamamen farklı bir şekilde algılamasına neden olmuş.

Don Miguel Ruiz'in "The Four Aggreements" (Dört Anlaşma) adlı kitabını okuduktan sonra araştırdım hayatını. Kazadan sonra, ailesinin devam ettirmekte olduklarını düşündüğü Toltek anlayışının daha doğrusu Toltek bilgeliğinin insan zihninin, insan aklının gereksinim duyduğu her türlü aracı sağlayabildiğinin farkına varıyor. O andan sonra yeniden çocukluk çağına dönüyor ve annesinin, büyük annesinin verdiği eğitime bırakıyor kendisini.

Ruiz, yukarıda sözünü ettiğim kitabında Toltek anlayışını da özetliyor. Bu anlayışa göre her insan çocukluğu boyunca, içinde yaşadığı toplumla da paylaştığı, adeta fantastik bir hikâye oluşturuyor içerisinde. Yazar, bunu "rüya" olarak tanımlıyor ve bu rüyanın her bireyin kendisinde var olduğunu düşündüğü inanç ve kavramlar ile kendisiyle, başkaları ile hatta Tanrı ile yaptığı anlaşmalardan oluştuğunu ileri sürüyor. İnsanların içlerinde biriktirmiş olduğu beklentiler, varsayımlar ve kendisine ait belirlediği kurallar bütünü bu rüya. İşte bu "rüya" rahatsız edildiği ya da zorlandığı zaman öfkeleniyoruz, kızıyoruz, sinirleniyoruz.

Kitabın içeriği ile ilgili fazla detay vermek istemiyorum ama yazar, temel olarak öfkelenmeye engel olacak, kızmamamızı ve sakin bir yaşam sürmemizi sağlayacak dört kural üzerinde duruyor:

- Doğru sözlü, konuştuklarınızda özenli olun. Kötü konuşmayın, dedikodu yapmayın. Sözlerinizin gücünü gerçeğin ve sevginin doğrultusunda kullanın.

- Hiç bir şeyi kişisel olarak almayın. Başkalarının yaptıkları sizin yüzünüzden değil. Başkalarının düşündükleri ve yaptıklarına karşı kendinizi bağışık sayın. Herkes yaptıkları ve söylediklerine kendi rüyası içerisinde anlam vermektedir. Üzerinize alınmayın.

- Çıkarımlarda bulunmayın. Sorular sormaktan ve anlamaya çalışmaktan çekinmeyin. Yanlış anlamaları, gereksiz üzüntüleri ve kızgınlıkları önleyebilmek için başkaları ile olabildiğince açık bir iletişim kurun. Size söyleneni anlayana kadar sorular sormayı ihmal etmeyin. Unutmayın karşıdakinin ne demek istediğini kendi rüyası içerisinde değerlendirmelisiniz.

- Elinizden gelenin en iyisini yapın. "En iyi" günden güne, andan ana değişiklikler gösterebilir; sağlıklıyken yapabildiklerinizle örneğin hastalandığınızda yapabildikleriniz farklı olacaktır. Ancak her koşulda elinizden gelenin en iyisini yapın. Böylelikle kendi kendiniz yargılamak, kendi kendinizi hırpalamak ve pişmanlık duymaktan kurulursunuz.

Don Miguel Ruiz ile ilgili olarak asıl söylemek istediklerimi sona sakladım. Yukarıda alıntı yaptığım kitapta söyledikleri hiç şüphesiz yüzyıllar boyunca pek çok din adamı, düşünür, bilge tarafından dile getirilenlerin benzeri düşünceler. Ama Ruiz'in yaşamının 2002 yılından sonraki kesiti oldukça ilginç.

Şubat 2002'de yazar ölümcül bir kalp krizi geçirir. Kriz sonrasında kalbin işlevsel kapasitesi %16'ya geriler. Doktoru inaktif bir yaşam sürmesi ve evden çıkmaması gerekliliğini, aksi takdirde yaşam şansının son derece sınırlı olduğunu vurgular. Ama bunu dinlemez Ruiz. Kitaplar, konferanslar, yolculuklar devam eder. Her ne kadar bu yaşamdan zevk alıyorsa da yavaş yavaş ölmekte olduğunun da bilincindedir.

Fiziksel durumu iyice kötüleşen Ruiz'e 2009 yılında doktorları kalp transplantasyonu gerektiğini söylerler ve 2010 yılı Ağustos ayında transplantasyon listesine alınan yazara 2010 yılı Ekim ayında başarılı bir transplantasyon ameliyatı yapılır.

Ruiz o zamandan beri adeta yeni bir yaşama başlamışcasına kendi inanışına göre sürdürdüğü Toltek bilgeliğini paylaşmaya devam ediyor.

* * *

Toltek geleneğinde, bireylere kişisel özgürlüğe ulaşma konusunda kılavuzluk eden bilge kişiler Nagual (bir tür Şaman) deniliyor. İşte Ruiz, geleneksel Toltek bilgeliği ile, beyin cerrahisi eğitiminin kendisine sağladığı bilimsel görüş açısını birleştirerek bir Nagual gibi yaşamaya, davranmaya çalışıyor.

Kitap ilginç. Okumanızı öneririm.

Ne kadar köfte, o kadar merhamet

Bu arada, sabah gazetede nikâhsız yaşadığı eşi tarafından bıçaklanarak öldürülen bir kadının haberi var. Katil zanlısı eşin, polise verdiği ifadede "Patates köfte yapmasını istedim. Yapmayınca tartışmaya başladık. O sırada kendimi kaybetmişim" dediği iddia ediliyor.

Amanın!

Yorumlar

Melih Bey üstadımızın sözünü ettiği Dört Anlaşma isimli kitabın adı bana hiç yabancı gelmedi. Biraz kurcalayınca hatırladım. Bu kitabın tanıtımı Derkenar'ın Kitap Kurdu bölümünde zaten varmış. Dört Anlaşma

Hatırlattığı için üstada teşekkürler.

Esperanza Spalding - 18 Temmuz 2012 (21:50)

Derkenar'ı okumaya başladğımdan beri, buranın okul gibi bir yer olduğunu düşünüyordum. Bu gün bu düşüncem biraz daha güç kazandı.

Arkadaş, bu nasıl güzel bir ortamdır?

Birisi günlük yaşama dair olayları anlatırken, konuyu okuduğu bir kitaptan edindiği bilgileri paylaşmaya getiriyor; ardından bakıyorsun, o alıntı yapılan kitap, iki yıl önce Derkenar ahalisine tavsiye edilmiş zaten.

Böylece tembellik edip, "ya boş ver" filân diyen aylak öğrenci gibi omuzlarından tutulup, sarsılmış gibi oluyorsun. Adeta "Oku bakiim!" diyor öğretmen.

Kesin, okul gibi bir yer burası. Biz de eğitim - öğretimdeyiz.

Üstelik "meccanen."

Bu leylî-meccanî mektebe katkıda bulunan herkese sevgiler, saygılar, teşekkürler!

Mustafa Muammer Elöz - 18 Temmuz 2012 (22:48)

"Bazen basit karşılaştırmalar yapıyorum, yüzeysel karşılaştırmalar.

Meselâ; otobüs duraklarında yüzlerce insan, durağa yanaşan otobüse öyle bir hücum ediyor ki kimse kimsenin umurunda değil. Amaç hemen bir şekilde ittire kaktıra o otobüse binmek.

Eğer binmezse biliyor ki daha çok bekleyecek.

Eğer sakin sakin binmeye çalışırsa çoktan açıkta kalacak (ben çoğu zaman sırf bu karmaşaya girmemek uğruna yürümeyi göze almışımdır).

Sonra ülkemden uzaklarda yaşadığım bu şehrin otobüs duraklarındaki insanlara bakıyorum. 'Sakinler'. Otobüs geliyor birbirlerine yol vererek biniyorlar.

Ama onlar hiç öyle yüzlerce insan ile birlikte beklememişler ki ve onlar öyle açıkta kalırlarsa bir sonraki otobüse bu sefer 200 kişinin koşacağı bir durakta da hiç bulunmamışlar ki."

Bu satırları bir yazımdan aldım asabî olmak üzerine (yazının tamamı ilgilenenler için burada: Asabiyiz!)

Öfke biraz da yarışmalı ama haksızlıklar yapılarak devam eden yarışmalı bir hayatın ardında saklı sanki. Yurt dışında da epey yarışmalı bir hayat var özellikle meslekî anlamda. Fakat hakkınızla ve çok çalışarak yapacağınız her durumun size kapıları ilk seferde olmasa bile mutlaka açacağını bilmek öfkeli olmayan bir yarışmalı hayata sürüklüyor kişiyi sanki.

Alper Uzun - 19 Temmuz 2012 (00:54)

Çevremdekiler en belirgin özelliğimin sabır olduğunu söyler. Bazen ben de sinirleniyorum elbette. Lise yıllarına kadar epeyce sinirli bir adamken sonrasında sabrı öğrendim galiba.

Mevlâna'yı ve İbn Arabi'yi önerebilirim ben de. İnsanın iç yolculuğuna iyi rehberlik ettiklerine bendeniz kefil olabilirim.

Vahap Demir - 19 Temmuz 2012 (11:02)

Öfkeli, kızgın, dellenmiş insanlar hep haklı olduklarını düşünürler. En azından bir mazeretleri olduğunu kabul etmemizi, bu dellenmiş hali hoş görmemizi isterler.

"Zaten geç kaldım, asabım bozuk!"

"İşler bozuk, canım sıkkın, asabımı bozmayın!"

"Bana da hak verin canım, Allah allah!"

Yani herkesin asabî olmak için mazereti var.

Oysa, sakin kalmak için sağlıkla ilgili olanlar başta olmak üzere, mazeret bulmak daha kolay.

Melih Özel - 19 Temmuz 2012 (12:01)

Halkımız genel olarak öfkeli. Üstelik ölümüne öfkeli. Gözü bir şey görmemecesine, ne olursa olsuncasına öfkeli.

Yazar yukarıda bir yerlerde ne diyor: "Sizce de öfke, sinirlilik, asabiyet, delilikle iç içe değil mi? Bence öyle!" Valla, bence de öyle…

Akşam üzeri gazetelere bakarken, halkımızın asabiyetinin nerelere vardığını gördüm. "Amanın!" dedim. Siz de gördünüz mü haberi?

"SİNİRLİYİM BAK BANA ÇATMA" DEDİ ŞOFÖRE UÇAN TEKME ATTI (Hürriyet)

Mustafa Muammer Elöz - 15 Şubat 2013 (21:23)

Öfke ve isyan için genel olarak kusurluluğun ve yetersizliğin eylemidir diyorlar. (Ama anasının karnından kusurlu ve yetersiz çıkmayanların, neden bu hastalığa yakalandığına kafayı yoran pek yok.) Bir çeşit yok etme arzusuymuş öfke. Bu arzu doğru biçimde tatmin olmadığında şiddet ortaya çıkıyormuş.

Zygmunt Bauman, bugünkü dünya sisteminin içine sıkışıp kalmış sıradan bir öfkelinin diliyle şunları anlatıyor meselâ:

"Sürekli tüketmeye çağrıyorsun bizi, ama bunu doğru bir şekilde yapmaktan da men ediyorsun, haliyle biz de olabilecek tek biçimde yapıyoruz onu."

Bu "olabilecek tek biçim" bazen uçan tekme, bazen terörist saldırılar, bazen intihar bombalarına dönüşebiliyor. Galiba umutsuzluğun gizli kabulünün ölümcül döngüsü de bu.

Deniz Türkoğlu - 16 Şubat 2013 (10:31)

Pazar günü eşim ve oğlumla Antalya'dan İstanbul'a geldik. Sabiha Gökçen'e indiğimizde, daha tekerlekler yere basar basmaz, 4-5 sıra önümüzde oturan bir "abi" kemerini çözüp ayağa kalktı. Kabin amiri hemen ikaz etti:

"Lütfen yerinizden kalkmayın, henüz uçak durmadı. Hem tehlikeli hem de uygun değil, oturur musunuz lütfen" gibi bir şeyler söyledi.

Sorun yok. Bir yanlışlık yapılmış ve ikaz edilmiş. Düzeltilir, olur biter, değil mi?

Ayaktaki dostumuz oturdu, ama ağzını da açtı: "Sen ne bağırıyon be! Ne diyon sen. Gel de buradan söyle. Ne ukalâlık ediyon!" şeklinde veciz şeyler söyledi.

Kabin amiri gene çok kibar. Bir şeyler söyleyecek oldu. Beriki hâlâ asabi. "Sana mı soracaz, ne diyon sen?" havasında. Etraftan bir iki kişi bir şeyler söylemek istedi cılız seslerle, ama arkadaş onlara da kükredi benzer ifadelerle. Bir bağrış çağrış etrafta.

Ben de öne eğilip seslendim yüksek sesle: "Neden herkese bağırıyorsunuz. Yanlış bir şey yaptınız ve sizi ikaz ettiler, sakin olur musunuz lütfen, herkesi gerdiniz bakın" dedim.

Amanın sen misin müdahil olan? Bana bir döndü: "Sana noluyo be? Ne diyon sen? Sana ne? O ikaz edebilir sen edemezsin!"

Haydaa! "Ee onu da dinlemiyorsunuz ki, ikaz etti işte" dedim. Ben de kaşınıyorum yani…

Arkadaşın bu aşamadaki yorumu evlere şenlik. Hafif ayağa kalkıp, tüm uçağa hitaben: "Bana bak, burası İstanbul ha; İstanbul'a geldik! Ayağınızı denk alın ha! Akıllı olun ha!"

Neyse etraftan daha fazla uyan olmadı elemana. Bu arada uçak da körüğe yanaştı. Dostumuz koşturarak çıktı uçaktan.

Bagaj alanına ulaşınca baktım aynı asabiyetle yerde bulduğu pet şişeleri filân tekmeliyor. Üzerinde şu göğsü yazılı tişörtlerden var. Okuyunca hepimiz çaktırmadan güldük. Kocaman "İstanbul" yazıyor tişörtünün önünde. Var bir İstanbul fetişizmi abimizde, ama anlaşılamamış durumda.

Neyse, İstanbul'a geldiğimizi, havalanı kapısındaki hercümerc ve trafikteki hengâmeden önce bu öfkeli abi hatırlatmış oldu böylelikle.

Aman aklınızda olsun. İstanbul'dayız ha…

Mustafa Muammer Elöz - 17 Eylül 2013 (22:43)

diYorum

 

48
Derkenar'da     Google'da   ARA