Patronsuz Medya

Gemiye çektik yelken!

Melih Özel - 30 Nisan 2012  


Hava açık, pırıl pırıl, güneşli ama bir hayli rüzgârlı idi.

Arabadan inip, bagajdan epey havaleli ve ağır yükü indirirken, denizdeki dalga da dikkatimizi çekti ama, kaygımızı birbirimize çaktırmadık.

Yükümüz, bir portatif katamarana ait paketti!

Büyük kısmınız "O ne yahu?" dediniz değil mi? Kibarlığınıza sağlık. Ben ilk duyduğumda biraz daha kaba bir nida ile seslenmiştim sevgili arkadaşıma.

Bilmece gibi oldu, en iyisi baştan anlatayım.

Bundan 19 yıl önceydi. İhtisasım bittiğinde, bir deniz kenarı şehrine atandım, bir hayli güneyde. Adı bende kalsın.

Aynı hastanede beraber ihtisas yaptığım iki arkadaşım daha atanmıştı o küçük sahil şehrindeki hastaneye. Birlikte gittik, göreve başladık. Aralık filândı. Bir kaç ay geçti, bahar geldi, havalar ısındı. Deniz mevsiminin geldiği hissi hepimizde oluşmuşken, cerrah olan arkadaşım bombayı patlattı:

- "Ben bir katamaran aldım, portatif. Melih, seninle cumartesi sabah onu kuralım, öğleden sonra diğerlerini de alır, biraz yelken keyfi yaparız."

Aaa, tabii ya, neden olmasın?

Arkadaş, bu neyin kafası? Ben Konya'da doğdum, Afyon'da büyüdüm. Yüzmeyi 14 yaşından sonra, ite kaka öğrendim. Deniz taşıtları ile ilgili bilgim, şehir hatları vapurları ve boğazda binilen motorlardan ibaret. Katamaran ne ulan! Ama, portatifmiş. Ha, oldu o zaman!

- "Bana çok güvenme arkadaş" dedim, "katamaran ne, onu bile bilmiyorum ben."

Dostum, çok soğukkanlı bir şekilde, "merak etme!" dedi, "ben yelkenden anlarım. Ayrıca, dedim ya portatif bir şey bu. Aluminyum konstrüksiyonu var, çok hafif. Hem el kitabı var çok ayrıntılı anlatıyor nasıl kurulacağını, baka baka yapacağız. Bana senin hem kol gücün, hem de yabancı dil bilgin lâzım. El kitabı için. Hallederiz."

Kafama yatmadı ama, küçücük şehir, başka bir faaliyetimiz de yok. "Hem egzersiz de olur" filân diye düşünüp çok takmadım. Sadece biraz sordum dostuma, katamaran ne iş? Yelkenli, anladık da, motoru da var mı?

Arkadaşım, çok kibardır sağ olsun, cehaletime fazla gülmeden, kibar kibar anlattı bu zıkkımı.

Efendim, kurulduğu zaman bu tekne, "iki adet muz şekilli şişme bot üzerine monte edilen, hafif aluminyum malzemeden oluşan (ve havuzluk diye bilinen) mürettebatın duracağı alan, direkler, dümen, yelkenlerden" filân oluşan bir deniz aracı. İstenirse motor da bağlanabiliyor. Arkadaşım bunu, İstanbul'da o zamanlar "Rus pazarı", "Polonya Pazarı" diye bilinen satış alanlarından birinden aldığını da söyleyince hafiften kıllandım ama, çok da üzerinde durmadım.

Neyse, başta anlattığım gibi, dostumun arabasının bagajına attığımız iki kocaman kutu ve arka koltuğa da doldurduğumuz bazı ek malzemelerle yola çıktık. Belirlediğimiz noktaya yakın bir kolaylık tesisinin park yerine park ettik. Park ettiğimiz yerden malzemeleri, kıyısını kayalık bir alanın oluşturduğu küçük bir koya taşıdık. Kayaların hemen gerisinde, malzemeleri yerleştirip koyabileceğimiz genişçe bir düzlüğe yerleştik. Malzeme çantasını da getirdik ve "Bismillah!" deyip kutuları açmaya başladık.

Sevgili arkadaşım el kitabını çıkarttı ve bana uzattı:

- "İşte, sana asıl bunun için ihtiyaç var, koçum!" dedi.

Uzattığı kitabı aldım. Kapağında büyük harflerle şöyle yazıyor:

Катамаран
ИНСТРУКЦИЯ ПО ЭКСПЛУАТАЦИИ

- "Abi, bu Rusça," dedim. "İngilizcesi nerede?"

- "Ne İngilizcesi koçum?" dedi arkadaşım.

- "İngilizcesi olsa sana ne gerek var? Seni niye çağırdım sanıyorsun? Sen lisede Rusça okumadın mı?"

Hoppala! Abi, kafayı mı yedin? Lisede okuduğum Rusça 12-13 yıl öncesinde kalmış. Ayrıca aklımda kalan üç beş cümle, 'merhaba', 'günaydın', 'adın ne?', 'seni seviyorum' filân gibi acaip hayatî önemi olan cümleler (cümlecikler)! Katamaran'ın el kitabını tercüme etmemi mi bekliyorsun? O ne yüksek beklenti hocam? Kitap Türkçe bile olsa anlayacağım şüpheli. Muhtemel bir yığın denizcilik terimi var içerisinde.

Sevgili dostumla, "abi, manyak mısın, nesin? Ben ne anlarım, Rusça El Kitabından?" sorusuna cevap olarak verdiği "boşuna mı hava atıyordun sen o zaman Rusça biliyorum diye? Yabancı dil asıl buna lâzım, başka neyine lâzım, hayret bişeysin" filân şeklinde ve içerisinde, seks ve seyahata dair hitapların da bulunduğu cümleler kurarak, 10-15 dakika kadar, fevkalâde asabi bir diyalog sürdürdük.

Neyse, biraz soğuduk, sakinleştik. Kitapta da bolca resim, şekil filân olduğunu görünce biraz özgüvenimiz yerine geldi (o yaşlarda zaten insanın başına ne geliyorsa, o özgüven yüzünden geliyor).

Gene karşılıklı "ben sana sorarım ulan" şeklinde söylenmeye devam ederek, işe giriştik.

Kitaptan çat pat anladığımız kadarı ile 20-30 dakikada kurulacağı öngörülen tekneyi 2 - 2, 5 saat debelenerek kurmayı başardık; ama sonlara doğru artık, çömelmekten dizlerim, eğilmekten belim ve tüm bu faaliyetlerden dolayı kollarım ve sırtım devre dışı kalmıştı. Asabiyetim de tepe noktasına ulaşmış durumda. Burnumdan soluyorum.

Bu arada, sabah fark ettiğimiz, 'sabah rüzgârıdır, geçer' diyerek çok kafayı takmadığımız rüzgâr da, eni konu poyraz mı, karayel mi her ne ise, nasıl şiddetli esiyor, anlatamam! Ben tırsıyorum; dostumda bir heyecan, bir heves!

- "Hava da tam yelken havası ha!" filân diye bir iştaha geldi, bir keyiflendi. Neredeyse ağzının suyu akıyor.

Zaten kızgınım, herifin bu tavrı beni iyice zıvanadan çıkarıyor.

Bir yandan da rüzgâr, denizi çalkalıyor babam çalkalıyor. Öyle ki, artık o çalıştığımız su yüzeyinden 50-60 cm yukarıda ve denize 2-3 metre mesafedeki düzlüğü dalgalar şakır şukur yıkamakta.

İşi bitirdik. Yelken direğini diktik, yelkenleri gerektiği gibi bağladık filân. Tekneyi kucakladık, denize indirdik. Arkadaşım suya atladı, bana da tekneye atlamamı buyurdu. Tırmandım o havuzluk denilen yere. Bir tarafta dümen var. Direğin alt kısmında yelkene ait, hareketli, yelken direğine dik çıkan bir aluminyum zamazingo var. Yelken ona sarılı. Dostum aşağıda bir yandan tekneyi açığa doğru iteliyor, bir yandan da bağırıyor:

- "Flok ipini çek, yelkeni sancak yap, seren ipini bilmem ne yap, dümeni kır…"

Küfredeceğim de sabrediyorum. Açılalım, o zaman soracağım ben ona.

Allah sizi inandırsın, ne yaparsam yapayım tekne sahilden 50 cm bile açılamadı. Biraz açılır gibi oluyoruz, hoop iki dalga bizi geriye atıyor.

Arkadaşım kızdı:

- "Ulan bir yelkeni halledemedin ha!"

Ben de ona kızdım, daha doğrusu zaten kızgındım, çıldırdım!

- "Sen beni Barbaros Hayrettin mi sandın ya? Araba mı bu? Unuttun galiba, hayatımda ilk defa bir yelkenle müşerref oluyorum. Ayrıca, bu rüzgâr ve denizin hiç mi kabahatı yok, ulan!"

Sonunda dostum yer değiştirmemize karar verdi. Ben suya atladım. O da tekneye. Benim yapamadığımı yapacak ve enginlere açılacağız.

Suda nasıl debeleniyorum tekneyi açığa sürükleyebilmek için. Ama mümkün değil. Tekneden seslendi, kaptan:

- "Sen ittirmeye devam et, ben biraz da kürek çekerek açılmaya çalışayım."

A, tabiii ya! Neden daha önce aklımıza gelmedi?

Abi ne küreği, ne yüzmesi Allah aşkına, Rüzgâr saatte bilmem kaç kilometre hızla bizi kıyıya vurup dururken!

Küreği suya indirdi abi, bir yandan kürek çekiyor, bir yandan dümene bir şeyler yapıyor. Ben de aşağıda boğulma tehlikeleri içerisinde tekneyi itelemeye çalışıyorum. Derken önce dümen tahtası suratıma, ardından da arkadaşımın suya salladığı kürek kafama çarpınca:

- "Başlarım ulan katamaranına da, teknesine de, yelkenine de, gezisine de… Ben çıkıyorum" dedim.

Dostum bir yandan yelkeni açacağını umduğu ipe asılırken bir yandan da can havliyle:

- "Melih'cim, dur, bak yelkeni de açıyorum. Şimdi açılacağız…" filân dediği sırada, o üç metrelik koca yelken direği, sen yuvasından çık, devril!

Yelkenin yarısı suda, benim kafamın üzerinde. Direk arkadaşımın omuzunda ve belinde…

İkimiz de dağarcığımızdaki argonun dibine vurmuş durumdayız…

Teslim olduk!

Sudan çıktık. Muharebeden arta kalanlarımızı toplamaya başladık. Tekneyi, ilk kurduğumuz yere aldık. Denize dökülenleri toparlarken, bir yandan da birbirimizi kırmadan durumumuzu akla uygun hale getirmeye çalışıyoruz.

- "Abi, hava düzelsin de biraz, öyle çıkaralım tekneyi canım" dedim. "Böyle ikimize de eziyet oldu."

O da:

- "Aslında epeyi yol almıştık ama, yelken direği çıkmasaydı, olacaktı" dedi.

İkimiz de birbirimize inanmadık tabii. Hatta ben kendime de inanmadım.

Yelkeni topladık, kuruttuk. Direği yerine taktık. Döküntü ne varsa toparlandık. Tekneyi kayaların arkasında, ağaçların arasına bir yere doğru çektik. Sağlamca bağladık. Bulunduğumuz yerdeki tesisin elemanlarından da rica ettik:

- "Bakar olun da, biz yarın gelip alacağız, dostlar" dedik.

Yorgun argın, arabaya atlayıp, şehre, iskeleye geldik. Bizi beklemekten ağaç olmuş diğer dostlar, yelkenli gezisi sırasında yemek, içmek için hazırladıkları nevalelerin neredeyse tamamını yiyip, içmişler. Kalanlarla karnımızı doyurduk. Tabii, acaip de dalga geçtiler bizimle.

Bizimki hâlâ konuşuyor, iyi mi?

- "Hep bunun yüzünden, yelkeni becerip de açamadı. Zaten Rusça filân da bildiği yokmuş" diye de arsızlanıyor.

O hafta sonu tüm hastaneye madara olduk, anlayacağınız.

* * *

Hikayenin sonunu merak ediyorsanız söyleyeyim.

O gece, bir fırtına, bir yağmur. Allah allah! Ertesi gün de devam etti. Gözümüzü açamadık ki gidip, tekneye bakalım.

Pazartesi günü, ben nöbetçiyim. Arkadaşım akşam üzeri mesaiden sonra gitti.

- "Bir bakalım ne alemde bizim katamaran" diye.

Hava kararırken hastaneye geldi. Yüzü, gökyüzünden daha karanlık.

Cumartesi ve pazar günü o fırtına katamaranı, o kayadan bu kayaya, o ağaçtan bu ağaca çarpa çarpa, iyi bir benzetmiş. Muz botlar patlamış, direkler yamulmuş, aluminyum aksam eğri büğrü olmuş, dümen ve salmalar kırılmış. Anlayacağınız bizim yarım günlük emek, tuz buz…

Hala içim sızlar.

Ahhh ah!

Denizci, daha doğrusu yelkenci olacaktım ama, kısmet değilmiş, olamadım.

* * *

Yahya Kemal'in Deniz Türküsü adlı şiirinden bir alıntıyla bitirelim sohbeti:

"Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,
Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!
İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar."

Yorumlar

Gülemez kimse buna, benim güldüğüm kadar!
(Nedenini gülme krizim geçtikten sonra açıklayacağım…)

Aziz Dostum - 30 Nisan 2012 (21:33)

İnsan evlâdının erkek cinsine zaman zaman böyle işlere bulaşma hissi gelir. Elli yaşımı müdrik mevcut halimle dahi 'ulan bir kano işine giremedik, rüzgâr sörfü yapamadık, yelkenlide halat çekemedik' diyerek uyuduğum gece çok. Neyse ki ne vakit ne de nakit aynı anda yeterli olmuyor da benzeri durumlar yaşamıyorum. Şimdilik.

Bu arada çok sevdiğim bisiklet turlarında yağmur ve rüzgâr yediğimde kendime 'manyak mısın oğlum göğsünün kılları ağardı halen zevzeklik peşindesin' diye sövsem de bu duyguyu çay ve kurabiye anında bastırıyor.

Hikayene çok güldüm ve Derkenar'ın kurallarına uyarak üstü kapalı yazdığın her argo cümleyi de bire bir hayal ettim.

Ahmet Faruk Yağcı - 30 Nisan 2012 (22:16)

Melih Hocam, sizin anlattığınız bölüm, hikâyenin devam bölümü. Bunun bir de evveliyatı var ki, duysanız yolarsınız o lepiska saçlarınızı.

Anlatayım…

Rus pazarında satılan bu sözüm ona katamaran, gerçekte şamrel destekli inşaat iskelesinin alınacağından ilk haberdar olan kişi benim maalesef. O gün, nasırına basılmış piyade gibi "aman haaa, sakın haaa" diye feryad ettiğimi şunca yıl sonra bile gayet net hatırlıyorum.

Feryadımın kör kuyularda merdivensiz bırakıldığını ve o hafta sonu dostumun "tekneyi aldım, kurmama yardım eder misin" telefonuyla yıkıldığımı da hiç anlatmayayım en iyisi.

Niye muhalefet ettim peki ben bu işe? Teferruatı es geçip, iyice özetleyerek anlatayım:

Dedim ki bizim nuh deyip peyderpey demeyen arkadaşa:

- Yav sevgili dostum, Rus malı demek, derme çatma bir şey demek. Servis yok, yedek parça yok, garanti yok, o yok, bu yok, alınır mı hiç? Bir de çirkin ki sorma gitsin.

- Üstelik bunun paketlenmiş hali bile gâvur ölüsü gibi. Sen bu lenduhayı o deniz aşırı ülkeye nasıl taşıyacaksın.

- Velev ki taşıdın… Nasıl kuracak, oturduğun apartmanın neresinde muhafaza edecek, sahile nasıl götürüp getirecek, denize nasıl indirecek, nasıl yüzdürecek, kıyıya nasıl çekeceksin?

- De ki yüzdürdün? Yelken dersi aldın mı hiç? Hayır. Hem, oralar safi kayalık. Rende gibi kayaların yüzeyi. Suya girmenle ters rüzgârı yiyip kayalara çarpması ve parçalanması bir olur bu profil boru destekli şamrelin.

- O kasıntı teknelerin arasında bu çirkin ördek yavrusuyla dolaşamazsın, millet bakıp bakıp güler, sinir sahibi olursun.

- Yani özetle, nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan abhazca. Harcama böyle uyduruk şeyler için üç kuruş maaşını. Önce zengin ol, sonra yat alırsın.

Aaaah! Daha neler neler dedim ona o gün Melih Hocam. Ben dedim ben dinledim, adam tınmadı bile. Bir zen üstadı dinginliğiyle karşı duvarı seyrederekten sigarasını tüttürdü, dumanından halkalar çıkardı. O sessizliğe bakınca zannettim ki, konuştum konuştum, sonunda ikna ettim. Ne gezer?

(Not: "Kaydet" butonunun yanındaki ben yazdıkça azalan rakamı gördükçe parmağım çarşafa dolaşıyor Hocam. Meğer ne zor işmiş yazarlık? Zaten kabiliyet fıkarasıyım, iyicene panikledim şimdi. İmkanı yok, sığdıramam ben anlatacaklarımı öyle bir iki tane yoruma. Ne yapsam? Peyderpey nakledeceğiz artık. Bu arada, sürçü lisan eylersek affola.)

Aziz Dostum - 30 Nisan 2012 (23:26)

Aziz Dostum, desene o gün rüzgâr ve deniz beni / bizi korumak üzere mesai yapmaktaymış.

Yelkencilik konusundaki o azametin fazla iyi niyetten olduğunu 20 yıl sonra bile olsa öğrenmem ne iyi oldu.

Mazaallah açılsaymışız, ertesi gün gazetelerde haberdik demek ki. Açılış o açılış: One way ticket!

Evveliyatı tam dinleyelim de, bir de bu hikâyenin en sonrası var.

Onu da sonra kısaca arz ederim.

Melih Özel - 30 Nisan 2012 (00:01)

İçiniz rahat olsun Melih Hocam, o gün ve sonraki günlerde hep sizi koruyan gizli bir meleğiniz (guardian angel) vardı yanı başınızda. Hiç bir olumsuz şey olmazdı yani.

Benim için iki tür insan vardır dünyada.

Bir: Her ayrıntıda eleştirilecek bir yan bulabilenler; yani zatıalîniz ve bendeniz.

İki: Kafasına koyduğunu kim ne derse desin mutlaka yapanlar; yani dostumuz.

Kalbinde hiç fesatlık taşımayan, herkeste (hatta bendenizde bile) sevilebilecek bir yan görebilen insanlara özgü bir iyimserliktir aslında bu. Kendisi her fırsatta herkesin koşulsuz yardımına koştuğu için, kâinattaki akıl sır ermez güçlerin de zor zamanlarda kendisinin imdadına koşacağına içten içe inanır.

Ve öyle de olur sahiden. Böylelerinin sırtı hiç yere gelmez. Felekten torpillidirler.

Eh, buna yakışıklılığı ve fire vermez kibarlığı da eklersek, iyimser olmak için tüm koşulları haiz bir insan portresi çıkar karşımıza.

Ben uyku ilacı içip yatsam bile fitne düşüncelerim yüzünden saatlerce tavana bakarım, o bir maşrapa zift gibi kahveyi içip yatar ve anında mışıl mışıl uykuya dalar. Aramızda böyle bir fark var.

Anlayacağınız, deniz tanrısı Poseidon'un kızları yardım ederdi yani size o gün ola ki sulara gömülseydiniz. (Zaten o şamrelle kıyıdan en fazla 20-30 metre uzaklaşacağınız için, dünya yıkılsa çok büyük tehlike yaşamazdınız.)

Hikayenin bakiyesi kahvaltıdan sonra…

Aziz Dostum - 1 Mayıs 2012 (09:56)

Sohbetinizi bölmek gibi olmasın ama, Derkenar'da küfür ve argo konusunda kısıtlama yoktur. Erbabının dilinde bunlar da çok leziz olabilir. Meğer ki boku çıkarılmaya.

Büdütör - 1 Mayıs 2012 (09:59)

Çarşı pazar işlerinden anca vakit bulabildim. Söz verdiğim üzere, hikâyenin bakiyesini cüz cüz ikmal edeyim.

Bir gün zırrr telefon, bizim yakışıklı.

- "Dostum, senden bir ricam var, bizim eve bir uğrayıp katamaranı alsan da, Atatürk hava limanındaki falanca havayollarının dış hatlar bankosuna bıraksan…"

Düşündü taşındı bana hak verdi sanıyordum, meğer vazgeçmemiş o sevdadan. Ne kadar da sevinmiştim tayini çıkıp da deniz aşırı memlekete giderken o lenduhayı da götürmeyip evde bıraktı diye.

- "Yav dostum" dedim, "olacak iş mi? Koskoca tekneden bahsediyoruz. Ben diyeyim 40 grostonluk kuru yük gemisi, sen de transatlantik. Nasıl götürürüm ben onu hava alanına, nasıl bindiririm uçağa?"

- "Sen yaparsın" dedi, kestirip attı beyefendi. Dilim nefes boruma kaçtı, basiretim bağlandı o an, "yapamam" diyemedim. Hem, onca yılın arkadaşı, yemişiz, içmişiz, sıçmışız, boy boylamış, soy soylamış, seyahatlere çıkmışız… Topuğuma batan dikeni çıkarmış, evimi taşımış, saçımı kesmiş… Direksiyon kullanmayı bile o öğretmiş hastane bahçesinde… Şimdi nasıl esirgersin o kadarcık yardımı kardeş yarısından?

Allah uzun ömür versin, o zamanlar 70'li yaşlarda olan annesi Asude teyzeyle birlikte, dizlerimiz büküle büküle, düşe kalka, o koca kargoyu nasıl sürüklediğimizi, benim minicik golf otomobilin arka kısmına nasıl yüklediğimizi, o esnada yaşadığım "ya kadıncağız kalp krizi geçirirse" korkularımı, yarısından fazlası arabanın dışından sarkan o acaip yükle E-5 ve TEM'de kıçı yerde burnu havada bir arabayla iki arka tekerlek üstünde yol alışımı, şans eseri hiç bir trafik veya asayiş ekibine rastlamadan hava limanına varışımı bir sonraki romanda anlatırım inşallah.

Dilim damağım kurudu… Çay molası…

(Özel rica: Sayın Büdütör efendi kardeşim, ben yazdıkça altta zırt pırt görünüp kaybolan "iki nokta olmaz, virgülü şuraya koy, paragraf yap" uyarılarından ve kaydetme butonunun yanındaki azalıp duran harf kontenjanına bakmaktan kompozisyon kurallarına pek dikkat edemedim. Bir zahmet siz bir el atarsınız inşallah. Yazması benden, büdütmesi sizden.)

Aziz Dostum - 1 Mayıs 2012 (15:01)

Melih Bey, yazılarınızın tiryakisi oldum. Çok temiz, çok içten bir dille yazıyorsunuz. Elinize sağlık.

Sayın Büdütör, itirazım yorumların birindeki "gâvur ölüsü gibi" sözünedir. Yorumu giren okurun iyi niyetine de güveniyorum. Yine de dilimizden "gâvur leşi, gâvur ölüsü, gâvur parası" gibi kötü tat bırakmış kelimelerin ayıklanmasından yanayım. Ne dersiniz?

Şima McGregor - 1 Mayıs 2012 (17:36)

Şima Hanım, uyarınız için teşekkür ediyorum. Bundan sonra yorumları bir de bu açıdan bakarak okurum.

Büdütör - 1 Mayıs 2012 (17:43)

Yerden göğe kadar haklısınız Şima Hanım, hiç bir kasıt olmasa bile, bu tür zehirli sözleri kullanmaktan kaçınmak lâzım.

Kendi ağzıma biber sürüyorum. Daha da etmem öyle çirkin sözler.

Aziz Dostum - 1 Mayıs 2012 (17:56)

Şima Hanım, çok teşekkür ederim. Beni mahçup ediyorsunuz.

Aziz Dostum, söz konusu malzemenin tedarikinde olmasa da, nakliyesinde oynadığınız rolü çok güzel anlatmışsınız. Sanırım sevgili arkadaşım bazı şeyler anlatmıştı (malûm, insan hafızası unutkanlık ile malülmüş); ama bu detayları bilmiyordum. Anlaşılan o ki, siz de benim kadar ter dökmüşsünüz, katamaran maceramızda.

Önceden bir araya gelmiş ve bu detayları konuşmuş olsak, demek ki neredeyse bir tefrika roman yazabilecek malzemeye sahip olacakmışız.

Malzemenin, malûm şehre intikali hikâyesinin devamını bekliyoruz, efendim.

Melih Özel - 1 Mayıs 2012 (20:48)

Efendim, akşam yemeği yendi, hanımın mangaldaki ağır ateşte pişirdiği orta kahvesi içildi. Hikâyenin son bölümüne geçebiliriz.

Tavuk su içer Allah'a bakar kabilinden, burnu kalkık dötü yere yakın golf otomobille dağ bayır otoban aşıp hava limanına vasıl olduk olmasına da, arabayı park yerine bırakırsak, o altından kalkılamaz lenduhayı taa dış hatlar terminaline kadar kim nasıl taşıyacak? Asude teyze de evde kaldı.

Mecburen, tam dış hatlar girişinin kapısına park ettim otomobili.

Anında sinirli bir polis fırladı bir kapıdan, "buraya park etmek yasak, devam et" diye gürledi.

Önce kibarlıkla falan yumuşatmayı denedimse de genç polis "yasak kardeşim" diyor başka şey demiyor. Eli de tabancasının kabzasında.

Bana orda bir gelsinler…

Öyle bir gürledim ki polise, ben bile kendi sesimden ürktüm. Artık orada "terörist" diye infaz edilmek de dahil, her şeyi göze aldım, bizim biradere kusamadığım öfkeyi zavallı maaşlı memura kusuyorum.

Bir solukta özetledim maceranın encamını orda. Tepemden alevler fışkırarak. Çocuk acıdı sanırım halime.

Bilirsiniz Melih üstadım, tepem attığında ancak sizinle kıyaslanabilecek derecede şedit bir polemikçi olurum. (Yani en azından gençken öyleydik; yıkılası hanede ağzını açmış mama bekleyen evlâd-ü miyav yoktu henüz.)

Bir sonraki kare şöyle: "Geçemezsin, yasak" diyen polis bir ucundan, bendeniz diğer ucundan tutmuş, personel kapısından içeri sokuyoruz katamaranı. Bir yandan da yalvarıyor, "aman abi, yakalanırsan sakın benim adımı verme, meslek hayatım biter" diye.

Bir de malûm havayolu şirketinin bankosunda yaşamayayım mı aynı bürokratik engeli. "Hayatta olmaz" diyor, başka bir şey demiyor banko görevlileri.

Bir kez daha geldiler bana…

Dedim ki: "Aha da bırakıyorum ben bunu burada. İster götürün çöpe atın, ister arkamdan ateş edin, umurumda değil. Hadi eyvallah!"

Baktılar ciddiyim, gidiyorum sahiden, arkamdan seğirtip yalvar yakar geri getirdiler, tesellüm belgesi gibi bir şeyler imzalatıp teslim aldılar cenazeyi.

Gerisini -ve aradaki atladığım türlü veciz ayrıntıyı- anlatmayayım artık, topu size uzatayım Melih hocam…

Tanrı Türk'ü korusun (katamaran sevdasından)…

Aziz Dostum - 1 Mayıs 2012 (21:46)

Pek Aziz Dostum, Katamaran'ın hayatınıza getirdiği hareketi ve havaalanındaki engelleri nasıl geçtiğinizi öğrenince, yazımı okuduğunuzda "o kadar emek boşa gitmiş be!" diye hayıflanmadığınızı umuyorum.

Sizin de belirttiğiniz gibi, sevgili dostumuz, iyi bir cerrah ve iyi bir dost olmanın yanında, kafasına koyduğunu yapmak için sabırla koşulların oluşmasını bekleyen ve neticeye ulaşan bir kişilik yapısına sahip.

Dolayısı ile hikâyemizin son kısmını da anlatmalıyım ki, benim, sizin, o polis memurunun ve havayolları görevlilerinin döktüğü ter, gözyaşı ve kanın (katamaranı monte ederken elimde küçük bir kesi ve azıcık kanama olmuştu; valla, yara bandı bile yapıştırmıştık) boşa gitmediği anlaşılsın.

O yaz, memleketten genç bir arkadaş daha geldi o şehre. Yelkencilik konusunda mürekkep yalamış bir kardeşimizdi. Dostumuzla birlikte kafa kafaya verip, bir kaç hafta süren bir hafta sonu mesaisi içine girdiler. Ben de bir yandan üzülüyorum "bu çocuklar o enkazdan ne yapacaklarını sanıyorlar" diye.

Uzatmayayım bir hafta sonu ferman geldi "filân saatte, feşmekân kumsalda olunsun" şeklinde. Gözlerime inanamadım ama, gittiğimde bizim katamaran tüm haşmetiyle orada durmuyor mu? Hem de yelkeni açık, adeta gemleri bırakılsa şaha kalkacak bir tay gibi diri, hareketli. İki kafadar denizci, ben, iki başka arkadaşımız daha o tuhaf deniz aracı ile bir saatten fazla gezdik Akdeniz'de.

Tabii gezi boyunca benim yeteneksizliğim bir kaç kez dile getirildi, ama zafer sarhoşluklarına verdim, "büyüklük bende kalsın" dedim. Zaten arada bir bana lâf sokuşturup, sonra kendi aralarında denizci mavrası yapıyorlardı. Terminolojiyi hatırlasam söyleyeceğim ama, hiç bir şey hatırlamıyorum.

Hasılı, Aziz Dostum, bin bir zahmetle memleketten bize havale ettiğiniz, sizin şahane tanımlamanızla "şamrel destekli inşaat iskelesi" ile yapılan deniz gezisine şahitlik etti, bu fakir.

Dostumuza şu sıra soramıyorum akıbetini teknenin.

"Burada, hadi gel, gezelim" derse ne yaparım ben!

Melih Özel - 1 Mayıs 2012 (22:46)

Melih Bey yazdıklarınızı okudukça inanın hayatımda bu kadar güldüğüm çok azdır. Size ve size bunları yaşatan arkadaşınıza, tabii ki deniz aşkına teşekkür ederim. Yaşanmışlığınıza sağlık.

Ömer Cİhan Erel - 8 Haziran 2013 (17:15)

diYorum

 

68
Derkenar'da     Google'da   ARA