Patronsuz Medya

Çocukken yağmurun kokusu da başka

Melih Özel - 25 Aralık 2011  


Yağmur yağıyor. Hiç hazzetmem yağmurda araba kullanmaktan. Sileceklerim de enayileşmiş. Hem iğrenç sesler çıkarıyor, hem de camda tuhaf çizgiler bırakıyor. Camlar hafif buğulanmış durumda. Özetle, sinir bir durum. Sağ camı biraz araladım. Hava gelsin!

Akşam üzeri, hava karardı kararacak. Çevre yolundan çıktım, bağlantı yolundan Kayışdağı'na yönelen ara yolda gidiyorum. Sağda büyük bir inşaat alanı. Faaliyet yok. Kazılan alan, yağmurun da etkisi ile artık çamur deryası görünümünde.

Camdan gelen koku bir anda çarptı burnuma. Nasıl güzelim bir koku, anlatamam. Yağmur, karanlık, kirli çevre… Hepsi kayboldu sanki.

Sağa çektim, indim. Kokuyu derin derin içime çektim. Toprak kokuyordu.

Çocukluğum geldi birden gözümün önüne. Yağmurlu günlerde oturma odasının camının önündeki divanın üzerine çıkar, dışarıyı seyrederdim. Yandaki geniş arsa, hemen onun yanındaki kışla, ikisinin arasındaki arnavut kaldırımı yol. Hele ilkbahar ya da sonbahar ise mevsim, pencere ya da balkon kapısı da açıksa, buram buram toprak kokusu dolardı odaya. Yeniden o divanda, dizlerimin üzerine oturmuş, kollarımı kırlentlere dayamış, dışarı bakıyordum adeta.

Çocukluğum Afyon'da geçti. Şimdi, resmi adı Afyonkarahisar. Sanırım herkes için, özellikle de çocuklukları şimdi yaşadıkları kentlerden başka, daha küçük taşra kentlerinde geçmiş olanlar için geçerli olan bir duygu var. Yıllar sonra aynı kente gittiğinizde yaşadığınız "Allah Allah, burası bu kadar küçük müydü yahu!" duygusu.

Benzer bir duyguyu birkaç yıl önce yaşadım. Bir yaz tatili sırasında yolumuzu özellikle Afyon'dan geçirdim. Amacım okuduğum ilkokulu, ortaokulu, oturduğumuz evleri, oyun oynadığımız arsaları oğluma göstermek, biraz nostalji yapmak, filân.

Absürd muhabbet, daha şehre yaklaşırken başladı. Evimizin çevresindeki çok sayıda arsadan, yağmur yağdığında duyulan toprak kokusundan, o arsalarda oynadığımızdan filân söz ediyordum. Soruyu enseme dayadı abi:

- "Niye arsada oyun oynuyodunuz ki?"

Nerede oynayacaktık? Allah allah!

- "Bazen sokakta, yeşil caminin bahçesinde, istasyonda filân da oynardık."

- "İstasyonda mı? Ne biçim oyun yeri öyle?"

- "Deli misin? İstasyon en keyifli oyun alanlarındandı. Nedendir bilmem, yüklü vagonlar olurdu bekleyen. O vagonların üstüne çıkmaya çalışırdık. Şeker pancarı filân yüklü olurlardı. Onlardan aşırır, ateş yakıp yalap şap közler, yerdik. İnsanın ağzını yüzünü acaip simsiyah boyardı."

- "Babaannem kızmaz mıydı?"

- "Süpürge sapıyla ve terlikle müdahaleler oluyordu tabii!"

- "Baba, senin bilgisayarın var mıydı?"

- "!"

Hoppala!

Ulan, ben yağmur yağdığında duyduğum toprak kokusundan; vagonların altında kalma ya da istasyon görevlilerinden sopa yeme tehlikelerinden; evde anneme "valla gitmedim istasyona" şeklinde, kimsenin inanmadığı (genellikle "sus, Şükran teyzen görmüş" gibi inkâr edilmesi imkânsız -zira Şükran teyze istasyon şefinin hanımı idi- tanıklıklardan ötürü süpürge ile ya da terlikle okşanmaktan kurtulamazdım) yalanlar söylemek filân gibi nostaljik anılarla dolmuş durumdayım. Soruya bak! Bilgisayarım var mıymış?

Abi, 1967 - 1968 yıllarından konuşuyorum. Ne bilgisayarı?

En teknolojik ve kral oyuncağım, yere sürterek yürüttüğünde "daa dii daa dii" diye ses çıkaran tenekeden cankurtaran aracımdı. Ayrıca, kovboy olmak gerektiğinde, bahçedeki ağaçlardan koparılmış dallardan at yapardık. Öyle fotografım bile var. Sanırım rahmetli babam çekmişti. İnsan bari dalın yapraklarını temizler de öyle biner. Ben doğal haliyle atlamışım üzerine. Yan yana 4 çocuğuz. Öyle bir durmuşuz ki, süvari birliği sanki; denetlemedeyiz.

Bizim oğlan, tabii zamane tayfasından. Bilgisayar, oyun konsolları, cep telefonları filâna bir türlü doyamamış durumda olduğundan, "eskiden nasıldı?" konusunu merak ediyor herhalde.

Oysa o dönemden hatırladığım, bilgisayara en yakın araç "FACIT" marka bir tür hesap makinesi (meraklısı, Google abiye "facit hesap makinesi" diye sorar ve de görsellere bakarsa makineyi görecektir).
O da benim değildi, resmi daire hatıralarımda bulunuyor kendisi.

Babam bankacıydı. Masasının üzerinde sürekli duran bu makineyle, benim o zaman aklımın alamayacağı hesaplar yapardı. Ben sadece toplama ve çıkarma yapmayı öğrenebilmiştim. Tuşlara bastıktan sonra, yandaki kolu çevirirken ekrandaki sayıların sıra sıra değiştiğini izlemek nasıl büyük zevkti.

Neyse, konuyu dağıttım. Afyon'a geldik.

- "Arabayla dolaşalım da yorulmayalım" dedim.

Babamın çalıştığı bankanın üst katı lojmandı. Afyon'daki ikinci evimiz, o lojmandı. Göbeği döndüm, ileride sağda o binayı arıyor gözlerim. İç dünyamda ilk camın kırılışına ait şangırtı kulaklarımda çınladı. O zarif, iki katlı, taş bina yıkılmış; yerine, o güzelim bahçeyi de ortadan kaldıran kişiliksiz, heyula bir bina yapılmış. Banka aynı banka.

Hemen karşıdaki sokaktan yürüyerek giderdim Atatürk İlkokulu'na (Valla adı buydu. Hani "her ilde nasıl olsa vardır" diyerek atıyorum sanmayın). Bayağı bir mesafeydi evden okula yürüyüş. Araba ile sokağa girdim. 30 saniye sonra yeşil cami, karşısında İsmail'lerin evi. 15 saniye daha sonra da okulum!

Anaaa!

Yahu, bu yol bana kilometreler gibi gelirdi. Ölçeği kim küçülttü abi? Ayrıca benim hatırladığım havadar sokaklar ve geniş okul bahçesi nerede? Çevrede hatırladığım sadece bir kaç bina var. Diğerleri tanıdık değil. Boylar da uzun yani. Güzelim alanlar binaya boğulmuş. Bir şangırtı daha çınladı gönlümde.

Bir yandan oğlan arkadan soruyor:

- "Arsalar nerede?"

Ne arsası ya? Arabayla geçemiyorsun sokaklardan. Öyle sıkışık ortalık. Zira hınca hınç binalar ve o binaların sakinlerine ait arabalar, boşluk bırakmaksızın doldurmuş, hatıralarımın havadar muhitini.

Oysa okuldan çıkınca, koşturarak geçtiğimiz o yollarda, motorlu araç neredeyse yok gibiydi o zaman. Belki motosikletler, daha çok bisikletler ve en çok at arabaları olurdu trafik namına.

- "Yok, böyle olmadı. Park edelim de yürüyelim" dedim.

Bundan sonrası sıcağın etkisi, zamanın darlığı, acıkmış olmamız gibi nedenlerle tam istediğim gibi olmadıysa da, o zamanlar oturduğumuz ve şimdi yerlerinde kocaman binaların yükseldigi iki ayrı evin, okullarımın, her biri çeşitli anılar taşıyan sokakların ve caddelerin, adeta bir türbe gibi dolaşılmasından ibaret.

Üstelik bütün bu gezi, sadece 30-40 dakika filân sürdü. Geziyi uzun çarşıdaki İkbal Lokantası'nda yediğimiz lezzetli yemeklerle sonlandırmıştık. Boş alanlar, arsalar ve yağmur yağdığında etrafın toprak kokmasını o zaman ne çok konu etmiştim eşime ve oğluma.

Kamyonun çirkin kornası ile kendime geldim. Yıllar sonra hissettiğim o koku sayesinde yaptığım anılar gezisi de sona erdi. Koku biraz önceki kadar yoğun hissedilmiyordu. İnsanın beş duyusu içerisinde çevreye en kolay uyum sağlayanı, koku alma duyusu bence. Kötü kokan bir yerde biraz durun, bir kaç dakika sonra o kötü kokuyu artık farketmez oluyorsunuz; ya da sabah sürdüğünüz kokuyu biraz sonra kayboldu sanıyorsunuz. Belki bu yüzden, belki de o kamyonun çirkin kornası yüzünden büyü bozuldu.

Ama otuz saniye mi, bir dakika mı bilmem, o kısacık sürede ben Afyon'a bir daha gidip geldim. Toprak kokusunu mu özlemişim, çocukluğumu mu? Bilmiyorum. Belki de o kokunun beynimde oluşturduğu elektriksel aktivitenin uyardığı alanlar, o hatıralara aitti. Çok güzeldi o kokuyu yeniden hissetmek.

Yağmur her yağdığında yokluyorum etrafı, nadir de olsa yakalayabilmek için toprak kokusunu. Hem geçmişe yolculuk yapmak çok güzel oluyor, hem de kimbilir, bakarsınız bir 30-35 yıl sonra da şimdileri anmak için lâzım olur!

Yorumlar

Benim de öyle kokularım vardı. Birincisi anne kokusu, ikincisi deniz ve yağmur, üçüncüsü ise BMC kamyonlarının (sanırım mazotlu idiler) egzoz kokusu. Sırf o egzoz kokusunu duymak için yavaşlayan kamyonların peşine takılırdım. Şimdiki kamyonlarda o kokulardan yok. Yakıtları mı değişti acaba?

Gökhan Akçiçek - 25 Aralık 2011 (23:38)

Oldum olası yağmur sonrası toprak kokusunu ben de çok severim. "Ne güzel toprak kokuyor" dediğimde anneannem ise hep aynı tepkiyi verir; "şşşttt deme öyle toprak çeker allah korusun!"
:)

Elçin Aydın - 26 Aralık 2011 (12:02)

Zevkle okudum. Kamyonlarda dızzztt diye bir ses olurdu. Kazanlarda çamaşır kaynatmak için çalı çırpı yakılırdı. O dumanın kokusu aklımdan çıkmıyor. Evde çiçeği sulayınca gözümü kapatıp toprağı kokluyorum. Güzel oluyor.

Hakan Sümer - 27 Aralık 2011 (00:41)

Ahh ah nerede o çocukluk… Meram bile aynı meram, fazla binalaşma olmadı şükür ama aynı tad yok… Belki de çocuk gözler, çocuk koklayışlar yok. Yüreğine sağlık Melih abi.

Songül Büyükdoğan - 27 Aralık 2011 (13:33)

Şimdi hatırladım. Bir de kalaycılar vardı. Mahalleleri dolaşıp, bakır kapları kalayla parlatırlardı. Bizde çöker başlarına, seyrederdik. Kalay sonrası pamuğa sürdükleri bir madde ile parlatma işlemi biterdi. O anda çıkan koku hâlâ genzimdedir. Kükürt kokusu mu idi, bilmiyorum. Bilen varsa ve açıklarsa sevinirim.

Gökhan Akçiçek - 27 Aralık 2011 (15:27)

Hatırladığım kadarıyla kalaydan sonra sürülen o şeye "nişadır" deniyor. Hatta argoda "nişadırsız kalaylamak" diye bir deyim vardı o yıllarda kullanılan.

Yeri gelmişken, ben de benzer bir anımı zikredeyim:

Çocukluğumun geçtiği Tirebolu'yu ayrıldıktan sonraki yıllarda kafamda o kadar cilalamışım, öyle masalsı bir atmosfer olarak eğip bükmüşüm ki, uzun yıllar sonra yolum düştüğünde arkadaşlarıma ballandıra ballandıra anlatıp durduğum o masalsı görüntü hâk ile yeksan olmuştu.

Sol tarafında yüksekçe bir şelalenin kayalardan döküldüğü, sağ tarafı denize açılan bir vadinin yamacındaydı evimiz. Şelaleden düşen sular kıvrıla kıvrıla denize akardı. Nefis bir kumsaldı derenin denizle birleştiği yer. Vesaire vesaire. Gel gör ki, ne o ev hatırladığım kadar görkemli, ne o vadi sandığım kadar yeşil, ne de o dere o derece berraktı. Köhnemiş briket yapılar, virane fındık bahçeleri, dapdaracık tozlu sokaklar, şekilsiz şemailsiz bir sahil kasabası…

Hafızanın insana böyle oyunlar oynadığını o zaman gayet net anlamıştım.

O nedenle, sen sen ol, çocukluk yıllarının geçtiği ve büyürken terkettiğin kente bir daha asla yolunu düşürme dostum. Üzülürsün.

Necdettin Kalaycıyan - 27 Aralık 2011 (18:33)

Geçenlerde New York Times gazetesinde geleceğe yönelik tahminlerin olduğu bir yazı yayımlandı. 2040larda tüm hayatımızın sesli ve görüntülü kaydedileceğinden ve hatta tıpkı internette yapılan aramalar gibi hayatımızla ilgili anahtar kelimeleri girerek o anları, mekânları aratabileceğimizden bahsediyor.

Daha bir sürü böyle ilginç fikirler var ama bu özellikle geçmişimize yapacağımız en heyecanlı yolculuklardan biri olacaktır diye düşünüyorum.

Dijital Klavyeli - 27 Aralık 2011 (21:39)

Otuzumdan sonra, gidenlere hep gıpta ile baktım. Pişmanlığın var mıydı deseler, doğduğum yerden çekip gidemediğime üzülürüm. Birkaç ay sonra 51 yaşımı devireceğim, hâlâ vaktim var mıdır acaba? Gitmek için geç kalmış sayılır mıyım…

Gökhan Akçiçek - 28 Aralık 2011 (00:21)

Yukarıda yazdıklarım ve daha sonra dile getirenler bir arada değerlendirilince akla gelebilecek bir yorum "nostalji yapmışlar" olabilir. Gerçekten nostalji mi acaba hissettiklerimiz ve yazdıklarımız?

Hepimizin yaşadığı 1900 yıllarının son on - yirmi yılında büyük bir duygulanım değişikliği oldu dünyada. Dünün peşinde koşarken aslında peşinde koştuğumuz şey biraz da hayalimizde yeniden şekillendirdiğimiz, idealize ettiğimiz, gerçekte sahip olmadığı büyülü duyguları barındıran bir yanılsama olsa gerek. New York Times'taki makalenin vaat ettiği umuda rağmen, gerçekte asla geri döndüremeyeceğimiz, asla tekrarlayamayacağımız "hatıralara" karşı bu tür duygular taşıyor olmamız tabii ki çok insanca. Nostalji diye bu gün üzerimize yapışan bu duyguların bir bölümü de aslında geçmişte yaşamış olmayı hayal ettiğimiz, "keşke yaşasaydım" diyebileceğimiz yaşantıları da içeriyordur belki, kim bilir?

Geçmiş ile aramızdaki bu romantik ilişki, bazen bir koku, bazen bir resim, bazen bir türkü, bazen de bir ses gibi araçlarla tetiklenen bir tepki zinciri bence ve bu araçlar o köprüyü oluşturmada son derece güçlü unsurlar. Bu reaksiyonları oluşturan temel duygu ise hepimizin zamanın geri dönüşsüz olduğunun farkında olmamız.

Yoksa, bugünkü Tirebolu ve Afyonkarahisar da, en az bizim Tirebolu'muz ya da Afyon'umuzun bize yaşattığı kadar büyülü bir yaşantı sağlıyordur, bugün orada yaşayan çocuklara. Sadece, bunun farkına 40 yıl sonra varacaklarını bilmiyorlar.

Melih Özel - 28 Aralık 2011 (15:34)

Bir yerde şöyle bir söz okumuştum "Cennet, bir çocuğun gözüyle yeryüzüdür."

Çocukların zamanla ve mekânla ilişkileri farklı oluyor. Mekânlar arasındaki kopukluk, olayların daha sebep, sonuç, kazanım zinciriyle düşünmeye alışmamış zihinde resmedildiği haliyle bağlantısızlığı, büyüyüp geriye baktığımızda, bize büyülüymüş gibi gelen bir algı yaratıyor.

Yetişkinliğe adım atarken kaybettiğimiz en değerli şeylerden biri bu algılama şekli olsa gerek.

Küçükken arada gidip geldiğimiz döküntü kasabayı bir tepenin üzerinden süzüp, oranın Almanya olduğunu düşündüğümüzü hatırlıyorum. On dört yaşındaki ilk İstanbul ziyaretim ise hayal ötesi bir tecrübeydi.

Büyüdükçe edinilen deneyimler, bilgiler, beklentiler ve artık otomatikleşen, her şeyi her şeyle ilişkilendirme dürtüsü insanın bu mucizevi yetisini de köreltiyor. Sonra bir gün kendinizi Almanya'nın Köln şehrinde meşhur Dom kilisesinin tepesinde dahi bulsanız, etrafa sanki buraları bir yerlerden hatırlıyor hissiyle bakar oluyorsunuz.

Bir anlamda, ite kaka rasyonelleştirdiğimiz ve başka alternatiflerini de kör cehalet diye yerin dibine soktuğumuz bu kültür ortamının bize lütfettiği bir ayrıcalık bu. Yanında da hediye olarak elimize tutuşturdurduğu minik, dijital bir fotograf makinesi.

Yalçın Şahin - 9 Nisan 2012 (15:00)

Sadece eski mahalleler, sokaklar, şehirler mi? Eski komşular, tanıdıklar, arkadaşlar da hayal kırıklığı yaratıyor. Farklı mekânlarda, farklı hikâyelerde yıllarca süren ayrılıklar, ortak hissiyatı yok ediyor ve karşılaştığınızda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. Bu muydu hatırladığımda burnumun direğini sızlatan insan diyorsunuz. Onlar değişmiş, sizin masum bakışınız değişmiş…

Hülya Görkem - 26 Eylül 2013 (16:38)

diYorum

 

54
Derkenar'da     Google'da   ARA