Patronsuz Medya

Düşünce Soykırımı ya da Susturma Kültürü

Mehmet Atılgan Aslan - 6 Ocak 2009  


Ermenilerden özür dileme kampanyasına gösterilen tepkiler aslında bir nevi içinde yaşadığımız toplumun hangi egemen düşünce hareketine mahkûm olduğunu da açık seçik gözler önüne seriyor.

Ben burada özür dileyenlerle dilemeyenler arasında kimin haklı olduğundan çok konuya gösterilen hassasiyetin ne şekilde ifade edildiğine değineceğim.

İstanbul Üniversitesi Senatosu'nun aldığı kararda:" 1915'te yaşanan olayları gerekçe gösteren bu kampanyanın aydın sorumluluğuyla bağdaştırılması mümkün değildir" deniyor.

Altını çizdiğim yeri birkaç kere tekrar okuyalım ve 12 Eylül cuntasından kalma yasakçı zihniyetin üniversiteleri nerelere getirdiğine şahit olalım.

Aydın, TDK sözlüğüne göre "Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver" anlamına gelmektedir. Yani Fransızca'dan dilimize geçen şekliyle entelektüel, demektir.

Buradan Fikret Başkaya'ya dönelim:

"Aydın olma durumu eğitimden geçmekle, bir diploma sahibi olmakla, vb. Ilgili değildir. Herhangi bir alanda eğitim görmek demek, o alanda bir uzmanlık edinmek demektir ve bunun için de mutlaka bir eğitim kurumundan diploma almak gerekmez. Bir ustanın yanına çırak olarak girip bir kaç yılın sonunda işi öğrenmekle, üniversitenin bir fakültesinde okumak arasında aydın kavramı bakımından özde bir fark yoktur"

Aydınla uzman arasında özde bir fark yoktur diyor, peki varoluş bakımından da hiç bir fark yok mu? Yani aydın insanın düşünce biçimi, dünyayı algılaması, sorgulaması ve empati kurması da uzmanlık alanının sınırlarıyla mı kısıtlı kalacak? Bir entelektüel uzmanlık alanı olmadığı konularda araştırma yapıp düşüncesini beyan edemeyecek mi?

Gene Doç.Dr. Fikret Başkaya'ya dönersek bu soruyu şöyle cevaplıyor:

"Genel olarak eğitim kurumları ve üniversiteler, egemen ideolojinin üretildiği kurumlardır. Bundan daha kötüsü resmî ideolojinin geçerli olduğu durumdur. Eğer Türkiye'de olduğu gibi bağnaz bir resmî ideoloji egemenliği, söz konusuysa, 'avantaj' tam bir handikapa dönüşmüş demektir.

Nitekim boğucu bir resmî ideoloji tarafından Beyinleri dağlanmış, düşünme yetenekleri dumura uğratılmış gençler, istedikleri kadar uzun eğitimden geçsinler, bunun hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur… Entellektüel bu bakımdan gerçeğin çarpıtılmış versiyonunu teşhir eden biridir"

Ve şöyle devam ediyor:

"Entelektüelin işlevi, toplumun kritik bir eşiğe yaklaştığı durumlarda daha da büyük önem kazanır. Olup bitenlerin anlamına açıklık getirerek, sürecin niteliğine dair kafa karışıklığının aşılmasını sağlar ve hareketin önünün açılmasını kolaylaştırır."

"Bir bakıma entelektüel 'bu gemi ne yöne doğru seyrediyor' sorusunu sorandır. Bu onun 'uzmandan' ayrılan niteliğidir. Entelektüel, tanımı ve doğası gereği muhaliftir, 'marjinaldir'. Olayların, olguların, süreçlerin 'görünmeyen' yanını bilince çıkarmak, entelektüelin ve gerçek bilim insanının varlık nedenidir. Bu niteliğinden ötürü de o her zaman 'sürüden ayrılan'dır… Entelektüel'in yalan cephesinin karşısında 'doğrunun' ve gerçeğin safında yer alması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların safında olması demektir ki, bu niteliğinden ötürü entelektüel, doğası ve misyonu gereği devrimcidir."

Öyleyse burada İstanbul üniversitesi ve benzeri açıklamaları yapan kurumlara sormakta fayda var: Entelektüel sorumluluğu, aydın sorumluluğu zaten "sürüden ayrılan" kişi olarak, inandıkları gerçekleri özgürce dile getirmek değil midir?

Ve bir aydının özgür iradesiyle hareket ederek fikirlerini, eleştirilerini, muhalifliğini, marjinalliğini, devrimciliğini ortaya koyması nasıl onun sorumluluğuysa, sizlerin de aynı şekilde hakim ideolojinin sözcülüğünü yapmak, uzman kişiyle aydın sorumluluğunu birbirine karıştırıp, zaten az sayıda olan ülkemiz entelektüellerimize karşı devletimizin giriştiği susturma politikasını desteklemek elbette sizin sorumluluğunuzdu.

İstanbul üniversitesi senatosunun kararında öne çıkan başka bir ifadede de:

"Sorunu duygusal bir zemine çekip tarihi verilerden uzaklaşarak çözüm olanaklarını güçleştirmek ve kışkırtıcı bir yaklaşımla toplumda huzursuzluk çıkartmak düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez…"

Yazıyordu ki en felaketi buydu.

Yorum yapmaya bile gerek yok. Çözüm olanaklarını güçleştirmek ve kışkırtıcı bir yaklaşımla toplumda huzursuzluk çıkartmak… Toplumda bu özürden huzursuz olan kesimin sözcülüğünü, özür kampanyasına katılanları işbirlikçi diye suçlayan Ege üniversitesindeki akademisyenler daha önce yapmıştı zaten. Huzursuz olan kesim, gene o malûm susturma kültürü içinde yer alan düşünce polisliğine soyunmuş kesim.

Türkiye'de kendi hür iradesiyle hareket edenleri, vicdanının, beyninin, muhakemelerinin, empati kurma yeteneğinin sesini dinleyenleri, yeni bir fikri Beyan etme amacından çok ötekileri susturmak için bağıra bağıra yüreklerindeki faşistlerin sloganlarını atan kesim.

Onlar zaten doğası gereği bütün devrimci entelektüel, ve marjinal insanların eylemlerinden, fikirlerinden kışkırtılmaya, saldırmaya hazırdırlar; çünkü onlar hür bireysel hareketlerden çok sürü psikolojisiyle hareket eden, milli iradenin, toplumsal vicdanın sesiyle eyleme geçmeye hazır, duymak istedikleri fikirleri düşünce özgürlüğünün içinde yeri olduğuna, duymak istemedikleri, katılmadıkları fikirleri de düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirmeyenlerdir…

Türkiye'deki bağnaz ve susturma baskısıyla hareket eden resmî ideoloji egemenliği altındaki üniversitelerin demokrasi karşıtlığıyla kemikleşmiş hür fikir karşıtı kurullarından 12 Eylül'den beri aydın sorumluluğuna yakışır ezberi bozan yeni bir fikir beklememekteyiz zaten.

Dogmalarla, sembollerle, sloganlarla kuşatılmış, empati kurma yeteneğini çalıştırmaya gerek görmeden, eleştirmekten, sorgulamaktan çekinmiş, ezberin dışına çıkmaktan korkutulmuş, araştırma ve yorum yapma çabaları sindirilmiş, ilköğretim yıllarında dayaklardan geçmiş, askeri bir disiplin, ezberci ve boş bir eğitim politikasıyla lise sona kadar uygun adım okula girip çıkartılmış, liseden sonra da erkekleri 15 ay asker ocağına alınarak, bireysel gelişimi tamamlanmadan, özgürce düşünmesi, fikirlerini dile getirmesi, karar vermesi tüm bu yollarla sistemli bir şekilde baskı altına alınıp kişiliksizleştirilmiş biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının konuya ne kadar uzak ya da yakın olursa olsun, yediden yetmişe devletin hakim politikasının ezberini bozan bu yenilikçi ve erdemli özür kampanyasına bu kadar sert tepki göstermeleri çok olağandı zaten.

Bu kampanya her şeyden çok, konuşulmasına bile tahammül edilmediği, yıllardır hasır altı edilen bir meselede toplumun ve devletin baskısını dinlemeyip vicdanının sesini dinleyen aydınların da fikirlerini, duygularını özgürce dile getirdiğini göstermesinin yanı sıra, onlara karşı acımasızca girişilen bu susturma kampanyaları demokrasi yolunda daha alınacak çok yolumuz olduğunu göstermesi bakımından önemliydi.

"Eğer bir fikrin yokken, sadece karşındakinin sesini kısmak için bağırıyorsan, aslında beyninle konuşmuyorsundur, yüreğindeki faşistin sesini dinliyorsundur…"

Ne zaman yüreğimizdeki faşistin sesini susturup başkalarının da en az kendimizinki kadar konuşmaya ve düşünmeye hakkı olduğuna inanacağız, işte o zaman egemen burjuva -asker demokrasisinin değil, gerçek sosyal demokrasinin bize tanıdığı hakkı ellerimize almış olacağız…

Yorumlar

Berrak bir mantik ve net ifadeler, sayi aslan; etkilendiginiz kitaplari merak etmekten kendimi alamadim. Konuyla ilgisi yok oysa.

Gercek hicbir zaman kolay, hizli ve basit degil. Ortaya cikarilmasi epey emek gerektirir, vicdan ve cani gonulden caba. Tum bunlar goz onune alindiginda soykirimi konusunda da gercekleri konusmamizin zaman alacagini dusunuyorum.

Dilek Sezgin - 9 Nisan 2009 (21:44)

diYorum

 

Mehmet Atılgan Aslan neler yazdı?

72
Derkenar'da     Google'da   ARA