Patronsuz Medya

Yeni bir kamuoyu yaratmalıyız!

Alev Alatlı - (tarih bilinmiyor)  


Yazar Alev Alatlı'nın yıllar (tahminen 10 yıl kadar) önce Onarımcılar Felsefe Topluluğu için yazdığı ve Derkenar'a e posta ile ulaştırılmış olan bir yazısı. Orijinal kaynağını ve ilk yayın tarihini ne yazık ki bulamadık. Altına yazılmış olan yorumların hatırına burada paylaşıyoruz.

* * *

"Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir." (George Orwell)

Sosyal psikoloji bilimi bize toplumların hastalanabildiklerini, kendilerini sevmeyi unutabildiklerini gösterir. Ülkemizde bu hastalık sonunda ete kemiğe büründü ve gittikçe ağırlaşıyor. Yıllardır el birliği ile ektiğimiz "biz adam olmayız!" hükmünün fırtınasını biçiyoruz.

Uzun tarihimizde benzeri bezginlik dönemleri vardı. Kurtuluş Savaşı öncesi muhtelif "ver kurtul" cularının söylemleri halâ kulaklarımızdan silinmiş değil. Buna karşın, ruhumuz bugünlerde olduğu gibi zincire vurulmuş değildi. Hiç bir dönemde gerçeklik kaybının, muhakeme yoksunluğunun, acizlik duygusunun bu denli gönüllü esiri olmamış, bu denli yanlış mevzilenmemiştik. Türkiye kendisini gassalın eline bir ceset gibi teslim etmeye talip gibi durmaktadır.

Açık konuşmanın zamanıdır: Türkiye artık kendisini sevmiyor! 'Türk' olarak tanımlanmaktan da utanır olduğumuz bir gerçektir. Oysa, ne Avrupa, ne de Amerika, gidecek yerimiz yoktur.

Cebelitarık'ta gemilerini yakan Tarık bin Ziyyad'ın askerlerine hatırlattığı gibi: "Cengâverlerim, nereye kaçacaksınız? Arkanız deniz, önünüz düşman. Tek umudunuz cesaretiniz, tek güvenceniz muradınız şimdi!"

Geldiğimiz nokta budur… Şimdi artık yiğitlik üzerine bina edilen bir söyleme sarılma zamanıdır.

Yiğit"i umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddeden, sayısız hasımla tek başlarına halleşebileceği bilgisini güçlendiren, haksızlığa yüreğindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı duran olarak tanımlıyoruz.

Gerçeklerle silâhlanmamız lâzım. Verili medyada koparılan toz dumandan korkmadan ama toz dumanı küçümsemeden silâhlanmamız lâzım. Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerekir. Bunu başarabilirsek, umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddeden, sayısız hasımla tek başlarına halleşebilecekleri bilgisini güçlendiren, kıyıma yüreklerindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı duran yiğitlerin sayısı artacaktır.

Gerçeklerle silâhlanmamızın önündeki en büyük müşkül, yitirdiğimiz özgüvenin yeniden tesisidir.

Milletçe fena halde ürkmüş durumdayız.

Savunmadayız.

Ya Avrupa Birliği gibi düşünü kurduğumuz bir gelecekte yaşıyoruz ya da Asr-ı Saadet gibi hayâl ettiğimiz bir geçmişte. Kendimize ait bir cümlemiz yok; "şimdi" yok! "Gün" kaybolmuş gibi; "Gün" ü savuruyor, "Gün" ü acımasızca tüketiyoruz. Saniyeler, dakikalar, saatler akıp giderken, bütünüyle edilgen, beklemedeyiz.

Batı dünyasını kıskanıyor hatta haset ediyoruz, bunun nedeni de bilgisizliğimiz. Oysa ki, Dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası olur!

Ne isek o olmamız gerektiğini artık idrak etmemiz lâzım. Kendimizi ifade etmeyi öğrenmek zorundayız. Aslımızı reddetmenin kurtuluşu olmayan bir kaçış olduğunu görmek durumundayız.

Kendimize güvenmekten başka çaremiz yoktur…

Çağımız dünyasından payımıza düşenin hakkını vermek; dil, din, ırk, cinsiyet ayrımının tuzağına düşmeden, zamanımızın en yetkin bilginleriyle, sanatçı ve filozoflarıyla dostluk kurmak durumundayız. Düşüncelerimizi aşkın zekâlarla paylaşmalı, emaneti ehil ellere teslim etmeliyiz.

Bizler, anneleri tarafından sakınılmak durumunda olan özürlüler ya da çocuklar değiliz. Devleti veya Avrupa Birliğini veya Amerika Birleşik Devletlerini anamız yerine koymaktan vazgeçmeliyiz. Ülkemizin kaderini eline almaktan kaçınan korkaklar olmamalıyız.

Bilmeliyiz ki, ülkenin yaşam mücadelesinde hedef ille de hasmı öldürmek değildir. Sakatlamak bile başvurulacak en son çaredir. Savunma, saldırıyı geçiştirmek, hasmın dengesini bozmak suretiyle denetim altına almak, yaşam alanını muhafaza etmek esasları üzerine de kurulabilir. İş ki, biz güçlü ve hür ruhlara itibar edelim.

Düşünce ve duygularını irdeleyen, düşünce ve duygularının kısıtlamalarının ayırdına varıp, zincirlerini kıran, dünya gerçekliğine ittihat edebilen arkadaşlarımızın önlerini açmalıyız.

Türkiye'mizin geleceğine ilişkin kötümserliğin yaygın olmasının, kolayca yandaş bulmasının nedeni, ataletlerini mazur göstermeye çalışanlardır. Korkaklıklarına, tembelliklerine bahane arayanlardır.

Kötümserliğin, aczin kölesi haline gelmemeliyiz.

Acizlik duygusunu yok etmeliyiz.

Kaybolan haysiyetimizi, bütünlüğümüzü, bağımsızlığımızı, milli gururumuzu yeniden bulmalıyız. Bunu yapmanın yolu, kendimizi bilmek, gerçekleri görmek, başımıza geleni doğru tahlil etmek, firar durumundaki arkadaşlarımızın meselelerini çözmelerine yardım etmektir.

Ancak, önce kendimizi sorgulamalı, bu çöküşte bireysel payımızı saptamalı ve itiraf etmeliyiz. Öğrenci, öğretmen, esnaf, köylü, şarkıcı, türkücü, işçi veya ev hanımı… Kim olursak olalım, ülkemizin yozlaşmasındaki payımızı sorgulamalıyız.

Birbirimizin bencilliğini teşvik ederken, toplumcu duygularını törpülediğimizi görmeliyiz…

Vermeden almak Allah'a mahsustur. Hep beraber arsız bir tüketim furyasına yuvarlandığımızı görmeliyiz…

Çocuklarımızı memleketten kaçıran yozlaşmadan her birimizin nasibini aldığını ama yozlaşmaya her birimizin de farklı biçimlerde katkıda bulunduğunu teslim etmeliyiz.

Biz ki;

Hırsızla aynı masaya oturmamalıydık…

Zalimle sohbet etmemeliydik…

Dolandırıcının yaşam biçimine özenmemeliydik…

Geçme namert köprüsünden ko' apartsın su seni!" derler. Bu kadim deyişi unutmamalıydık!

Bizi güvensiz yapan, yalnız bırakan, sade ve onurlu bir hayatın keyfini çıkarmaktan alakoyan yozlaşmaya karşı durmakta geç kalmamızdır. Fakat, kötümserliğin bizi akla, ahlâka, adalete, adapa ve aşka beslediğimiz inancı yok etmesine, üçüncü dünya ülkesi dağınıklığına sürüklemesine izin vermemeliyiz.

Yaşam koşullarının giderek zorlaşmasına, milletimize, medeniyetimize ilişkin hemen her şeyin aşağılanmasına rağmen direnebilmeliyiz. Ortak geçmişimizin incelikleri düşünüldüğünde göreceğiz ki "biz adam olmayız" hükmü basmakalıptır, kolaycıdır ama asla doğru değildir! Ne kadar narin, ne kadar incinebilir, ne kadar bunalımda gibi duruyorsa dursun, Türkiye, yanlışlarının kefaretini ödeyecek, halkını gerçeklere uyandıracak mirasa sahiptir.

Gelişmeler karşısında şaşkına dönmüş, direnme gücünü yitirmiş, gelişen dünyayı kendi kaderine terk edip içine kapanmış Osmanlı'yı yüzyıl sonra bugün, daha kolay anlayabiliyor olmamız acıdır…

Sanki Birinci Dünya Savaşının son günlerine geri dönmüş gibiyiz. Yaşamı dayanılır kılan tek şeyin gününü gün etmek olduğunu fısıldayan aşağılık seslerin peşine takılmış gidiyoruz. Bu sesler ki bize düşünmekten vazgeçmemizi, kaderimize razı olmamızı fısıldıyor. Huzuru yozlaşmaya teslimiyette, gidişatı kabullenmekte ya da Ülke'yi terk etmekte bulacağımızı söylüyor.

Lâiklik söyleminin, toplumumuzun vahiye dayalı ahlâk anlayışını yok ettiği doğrudur. Rüşvet almaktan, yalan söylemekten, zulümden, Allah yasakladığı ya da Peygamberimiz öyle buyurduğu için uzak durmadığımız da öyle. Cehennem korkusu bile artık bizi dizginlemiyor.

İslâm'ın ahlâk sistemi gitti ama yerine kapitalist bir ahlâk sistemi bile konamadı. Sonuç, Batılıların nicedir yakındıkları "göreceli" ahlâk sisteminin zaferi oldu. "Herkesin ahlâkının kendine göre" olduğu bu düzenlemede, bireye haz veren şey "iyi, "haz vermeyen şey "kötü" sayıldı. Hedonist ahlâk denen sistem yerleşti. Tümüyle öznel olan bu sistem, güçlü olanın, sesi daha gür çıkanın kendi kurallarını dayatmasıyla sonuçlanır. Cazgırın onayladığı davranışlar "iyi, "onaylamadıkları "kötü" sayılır. Edepsizlerin cazgır olduğu bu sistemde, hırsıza, hırsız diyemez olur, sinersiniz.

Ahlâk ilkeleri ihlâl edildiklerinde, insanoğlunun akli ve duygusal olarak çözüldüğü bilinir. İslâmîyet, bu durumu "kişinin Yaratıcı'sını unuttuğu için kendisini de unuttuğu, kim olduğunu bilmediği, ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırdığı durumdur" diye tanımlar. "Yabancılaşma", bu ruh halinin "lâik" terminolojideki karşılığıdır.

Yurttaşlarımızı acizleştiren, karamsarlığa sürükleyen ruh halinin ardında hedonist ahlâk sistemi yatar. Genç ya da yaşlı, bizleri muhakeme etmekten, davranışlarımızın sahici sonuçlarını öngörmekten alakoyan, direnme gücümüzü hırpalayan, sindiren, aciz bırakan, ezen, güçlü olduğu kadar da akıl dışı olan bu göreli ahlâk sistemidir.

Ahlâk kavramını yeniden gündeme getirmek, yeniden yorumlamak, dünya görüşümüzün, toplumsal mutabakatımızın temeli yapmak zorunda olduğumuzu görmenin vaktidir.

Her türlü geri kalmışlığımızın nedeni olarak görmeye şartlandığımız İslâmîyet'in vahiye dayalı ahlâk sistemini reddedeceğiz diye, hak-haksızlık, doğru-yalan, haysiyet-onursuzluk, sadakat-ihanet gibi Türkiye'yi Türkiye yapan değerler arasındaki seçimi bireylerin keyfine bırakamayız. Çünkü, hak, namus, doğruluk, haysiyet, onur kadim doğrulardır; demokratik oylamaya da bırakılamazlar.

İnançlı olsak da olmasak da, biçimle değil özle, kurumlarla değil insanlarla ilgilenmenin zamanıdır. Yabancılaşmayı ortadan kaldırabilirsek, belki aynı camide namaz kılamayız ama daha alçak gönüllü, daha sevgi dolu olacağımız kuşkusuzdur.

Günümüz "ver kurtul" cularını, "bırak gitsinci"lerini yaratan bugünkü ruh halimiz, yabancılaşmayı davet etmektedir.

Biz diyoruz ki, yeni bir kamuoyu yaratmalıyız!

Bu savaştan muzaffer çıkmamız gerçeklikleri doğru saptamak kadar saptamalarımızın doğruluğuna duyduğumuz güvenle mümkün olur. Milletimizin cesaretle dillendireceğimiz gerçeklikleri göreceği, doğruluğunu teslim edeceği kuşkusuzdur.

Biz bize, yüz yüze, gönülden gönüle iletişim kurarak, düşüncelerimizi aktarabilir, perdahlayabilir, olgunlaştırabiliriz.

İktidardan, nüfuzdan yoksun olan bizler, insanın asıl ve doğal mücadele yöntemini kullanarak, kendimizi yabancılaşmadan koruyabilir, "Biz adam olmayız" yalanına karşı savunabiliriz.

Mücadele yöntemini doğru seçtiğimiz takdirde, bizi durduracak hiç bir güç yoktur. Ne içeride, ne de dışarıda…

Yorumlar

"Geçme nâmert köprüsünden, ko apartsın su seni"

Evliya Çelebi aforizmasını da "apartma"nın "aparma" olma ihtimali var mıdır?

"Yallah şöfer yallah apar meni" veya "Kırklar dağının düzü / ziyaret çarptı bizi / kör olasın suzan suzi suzan suzi / sular apardı bizi" gibi, "alıp götürme" manasında…

Ali Sedat Çetinkoz - 6 Nisan 2012 (16:25)

Alev Alatlı'nın sitesinden bir alıntı: Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mübah sayan, küstah, peş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlâksız, kalleş.

Dostoyevski 'Puşlost' (Poshlost) der. Topluma musallat olan, iblis ayarlı, paçozluktur, Puşlost. İşte kitap paçozluğun hikâyesi. Puşlost tüm bu kavramları içinde toplayan tanımlama. Bizde de Ömer Seyfettin'in Efruz Bey tiplemesi, Nesin'in Zübük'ü kısmen buna yakındır. Ama benim ele aldığım paçozluk süreci Puşlost'a daha yakın ve korkum o ki, bu iblis Türkiye'ye yerleşmektedir. Paçozluğun dini, sınıfı, cinsiyeti, ırkı yoktur ve giderek Türkiye'ye yerleşiyor.

Şimdi bu uzun alıntıyla yukarıdaki metni karşılaştırınca bu toprakların/bu yurdum insanı hakkında iyimser mi kötümser mi olmak gerektiği tartışması bulanıyor, 'biz adam olmayız' yalanına karşı kendimizi savunalım ama bunca paçozu nereye koyacağız, bunca magandayı, bunca Recep İvediği ne yapacağız, 'Türklerin yüzde altmışı aptaldır' diyen Aziz Nesin'i nereye koyacağız, Pakize Suda'nın 'Türkiye Konuşuyor' programında en basit sorulara yanıt veremeyen yüksek tahsillileri hangi kategoriye sokacağız?

Yeni bir kamuoyunu bu insan malzemesiyle yaratamayız.

Bunak Moruk - 12 Nisan 2012 (15:42)

En güzeli vatandaş ithal etmek.

Ya da bir dakika, meselâ 30 yıl boyunca demokrasiyi falan askıya alalım. Yazarlar, şairler, heykeltıraşlar, aydınlar (siz bunu CHP, askerler, bürokratlar olarak okuyunuz) vatandaşı eğitsin.

Sonra tekrar seçim falan yaparız.

Ya da yapmayız, bir kere oturtsak şu düzeni bir daha bozmak aptallık olmaz mı?

Hem bu milletin adam falan olacağı yok. Oysa İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar öyle mi ya?

Hepsi anadan doğma Batılı. Yabancı dil biliyorlar, yemeklerini çatal kaşıkla yiyorlar. İbadethaneye girerken ayakkabı çıkartma gibi adetleri de yok, üstelik papazları bile şarap içiyor. Gökten zembille indiler bu günlere de şıp diye geldiler zaten.

Yok yok en güzeli vatandaş ithal etmek. Cari açığı azdırmasa hemen ama…

Efruz Zübük - 12 Nisan 2012 (19:20)

Efruz Zübük mahlâsı ile yazan yorumcumuzun tarzı, ülkemizde, vatandaşımızda gözlediğimiz ve Bunak Moruk tarafından da dile getirilen olumsuz niteliklerle ilgili dile getirilen eleştirilere karşılık olarak, çok sık karşılaştığımız bir tepki tarzı.

O yorumu şöyle algılamak istemiyorum: "Ne var kardeşim, malzeme bu… İkide bir bunu dile getirmeyin. Sizi gidi elitist, züppe, ayrımcı, kendini beğenmiş tuzu kuru Beyaz Türkler! Burası böyle bir yer ve böyle yaşayacağız, yaşayacaksınız. Gıkınızı bile çıkartamazsınız!"

Ama ben böyle algılamak istemesem de böyle bir anlam var bu yorumda.

Kişisel olarak benim de katıldığım makul eleştiriler, ortalama yurttaş niteliklerinin, bu yorumda esprili (alaycı demek daha doğru) bir şekilde dile getirilen niteliklerle aynı olsun demiyor ki.

Birllikte yaşadığımız insanların, bir yandan kendi kültürlerini, öz değerlerini korurken, diğer yandan evrensel doğrular ve ahlâk kurallarını da içeren, bilgili, dünyayı ve ülkesini tanıyan, akl-ı selim sahibi bir insan profiline sahip olmalarını beklemek aşırı bir beklenti olmasa gerek.

"Bunu yapmanın yolu nereden geçiyor? Ne yapmak lâzım?" diye sorabilmek ve bu konuda fikir üretmek gerekli bence. Alev Alatlı'nın yazısını da Bunak Moruk mahlâslı yorumcunun da yazdıklarını da bu bağlamda algılamak gerekli diye düşünüyorum.

Ama öne sürülen her fikir ile "Tabii tabii, siz kendi vatandaşınızı beğenmezsiniz zaten. İsterseniz ithal edelim. Demokrasiyi de boşverelim" diye alay etmek, çözümsüzlüğe katkı sağlamaktan öteye geçmez bence.

Alıngan mıyım, ne?

Melih Özel - 13 Nisan 2012 (11:55)

Sayın Melih Özel;

"Birllikte yaşadığımız insanların, bir yandan kendi kültürlerini, öz değerlerini korurken, diğer yandan evrensel doğrular ve ahlâk kurallarını da içeren, bilgili, dünyayı ve ülkesini tanıyan, akl-ı selim sahibi bir insan profiline sahip olmalarını beklemek aşırı bir beklenti olmasa gerek."

… derken meseleyi öyle naif ifade etmiş ki şu fıkra aklıma geldi.

Meşhur hikâyedir, haremde kızlar bir miktar kızışmışlar da yaşlı hekime gitmişler.

- "Aman hekim efendi bize öyle bir model yap ki şununki gibi kalın, bununki gibi zarif, öbürününki gibi kavisli, bununki gibi sert olsun…"

Yaşlı hekim buyurmuş:

- "Aman evlâdım, öylesini bulsam ben kendi…"

Ayrıca söz konusu cümleden "toplum mühendisliği" iması sezdiğimi söylesem bu sefer ben mi alıngan olurum? Belli bir sosyolojik süreci yaşamadan, belli bileşenler ortaya çıkmadan ve doğru zamanlama oluşmadan herhangi bir toplum, kusursuzluğu hayli tartışmalı diğer örneklere benzer bir forma kavuşabilir mi?

Toplum mühendisliği de bir olgudur elbette. Bugün Türkiye, köylüye mandolin çaldırarak ve toplumun manevî değerlerinin yerine başka şeyler koyarak yeni bir model yaratabileceğini düşünen uygulayıcıların kaçınılmaz başarısızlığı üzerine bocalamakta.

"Eldeki malzeme bu" sözü Bunak Moruk tarafından söylendiği haliyle, evet fena halde elitist bir yaklaşım. Halk dalkavukluğu yapıp, "ne yapalım ya sevin ya terk edin" demek de aksi kadar kısır bir yaklaşım tabii. Bahsedilen malzeme bir marangozluk malzemesi değil ki. Yaşayan ve değişen bir malzeme. Doğal süreç ve doğru bileşenlerle her toplumun ulaştığı kadar iyi bir seviyeye bizzat dahil olduğumuz toplum da erişecek muhakkak.

Bileşeni olduğumuz toplumdan taleplerimizin olması doğal. Ancak bireyin, toplumla eş zamanlı ilerlememesinden duyduğu kişisel (haklı) sancı başkadır, toplumu kendi istekleri doğrultusunda yontmayı "doğru proje" diye dikte etmek, olmayınca suçu halka yamamak başkadır.

Efruz, anlaşıldığını temenni eder, saygılarını sunar.

Efruz Zübük - 13 Nisan 2012 (14:04)

Toplumbilim konusunda cahil sayılacak kadar az bilgiliyim. Dolayısı ile yazdıklarımın "toplum mühendisliği" sayılıp sayılmayacağı konusunda fikrim yok. Hayatın içindeki davranışlarım, düşüncelerim ve eylemlerime baktığım zaman, kendimi içinde yaşadığım toplumdan ayrı bir yere konuşlandırıp, yukarıdan bakar bir tavrımın da olmadığı kanaatindeyim.

Öte yandan, jestlerden, mimiklerden azade, sade kelimeler ve cümlelerle yapılan kısacık yazışmaların, karşıdakine ifade edilmeye çalışılanları yeterince iletemeyebileceğinin de farkındayım.

Ama, benim kendisinin deyimi ile "naif" beklentilerimi ifade etmeye çalıştığım yorumumdan, "toplum mühendisliği", "toplumu kendi istekleri doğrultusunda yontma", "suçu halka yamama" suçlamaları çıkınca, bende ister istemez sayın Efruz Zübük'ün yorumlarında bu konuda kendisi gibi düşünmeyenlere "ayar verme" durumu ile karşı karşıya olduğumuz duygusu oluştu.

Bu arada kendisi ne düşünüyor? Acaba, beklentilerimizin karşılanmasının ömür yelpazemiz içerisinde gerçekleşmesi mümkün gözüküyor mu? Belli sosyolojik süreçlerin yaşanması, belli bileşenlerin ortaya çıkması, doğru zamanlamanın oluşması için ne kadar beklemek gerekir? Ya da beklerken yapılması gerekenler konusunda fikri nedir? Toplum mühendisliği yapmadan, toplumu kendi istekleri doğrultusunda yontmadan yapılacaklar konusundaki düşünceleri nedir?

Baştan söylediğimi tekrar edeyim. Ben toplumbilim cahiliyim. Dolayısı ile "doğal süreç ve doğru bileşenlerle her toplumun ulaştığı kadar iyi bir seviyeye bizzat dahil olduğumuz toplum da oluşacak, muhakkak" hükmünün atıfta bulunduğu seviyeyi, yaşarken görüp görmeyeceğimi merak ediyorum.

Anlayışsız gibi göründüysem affola. Naifliğime verin.

Melih Özel - 13 Nisan 2012 (21:36)

Süleyman Demirel'in söylediği varsayılır:

"İnsanları zorla güzel yaşatamazsınız!"

Konsantire bi laf!

"Doblum müyendizliği"nin orasına kor mu bu argüman? Bence korr! Öldür Allah olmaz bu iş. Kişisel tecrübelerle de sabittir.

Dışarıdan gûya derli topluymuş gibi görülen "TOKİ beton küp"lerinin içlerine, tefrişatına, duvara asılanlara, eşya seçimlerine, dinlenilen müziğe, fertlerin ilişkilerine, kullanılan dile, hasılı, yurdum insanının "paçoz" luk destanına bakıldığında… Yani, eee… İnsan değil miyiz, düşünüyoz işte. Kendi kendinelik? Müdahelesiz kemalât… Olur mu? Bilemoorum. İnsan yaratılışı… Melek-şeytan! Huzur için, edeb, sağlam bir vicdan ve sahicilik dışında neye ihtiyacı olur ki. Benim düşüncem bu. Sadece temenni ve yılgınlık… Böyle…

Anaaaaa! Altta şimdi gördüm! Vay be, vayyyyy!… İmla meselesindeki tahassüse bakınız! İrkildim! Rahatsız olunan bir meselede küfredip, şikâyet etmeden oturup, eni konu bir yazılım oluşturmak, yönlendirmek, eğitmek. Vay be! Helal olsun, vay be!…

Harikulade Necdet Bey'cim, (emîn olun yavşamıyorum).

Fekat, yazı disiplinine sahip olmadıklığımı da (esefle) beyan ederim.

Görüyorsunuz, sürüyle ünlem ve üç noktalars; hayatın sırrını veriyormuşcasına bir çaba. Cehaletten. Ve kafa bi milyon, hal perîşân, uslûb berbâd… İkazınızdaki sağ tarafı bulamadım. Af buyrun, demin helayı da bulamamıştım.

Ahmet Demirel - 14 Nisan 2012 (20:00)

Sayın Demirel, bulamadığınız "sağ taraf" -sanırım- sayfanın en altında, en sağda bulunan mektup ikonu. Yani ihtiyaç halinde tıklanacak olan "iletişim" linki.

Ama yorumunuz üzerine bu uyarıların olduğu betiği bir kez daha kontrol ettim. Orada "noktalama işaretleri SOL tarafa (biten kelimeye) bitişik yazılır" mealinde bir uyarı var, ama herhalde sizin anlayamadığınız o değildir. Zira belâgatinizden çıkardığım kadarıyla, imla konusunda zatıalînizin bu tarz malûmata pek ihtiyacı yok gibi gözüküyor.

Siteye yazdığım kodlarla ilgili kadir kıymet bilir ifadeleriniz için ayrıca teşekkürler…

Kodutör - 14 Nisan 2012 (20:24)

Sevgili Melih Hocam, öncelikle siz başta olmak üzere kimseye ayar vermek gibi bir maksadım yok.

Söylediklerinizden "toplum mühendisliğini" algılamam tamamen benim kuruntum muhtemelen. Sadece sizin naif bir biçimde talep ettiklerinizin, ancak toplum mühendisliği yapılarak gerçekleştirilmeye çalışılabileceği, son 90 yıldır bizim üzerimizde böyle bir proje yürütüldüğü, ancak bu yöntemlerin belli bileşenler olmadan ve doğal süreç yaşanmadan başarıya ulaşma şansının çok az olduğunu vurgulamak istemiştim.

Belli bir zümrenin halkı, sağcı ve şeriatçı! Bir partiye oy verdiği için cahil, işe yaramaz, bozuk malzeme olarak nitelenmesinden dolayı artık bir miktar sinirlendiğim için üslubum alaycı oldu sanıyorum. Kusuruma bakmayınız.

Toplum dediğimiz ve aslında ayrı ayrı kişilerden oluşan bu organizmanın "batı toplumu" (ya da örnek gösterilen neresiyse artık) gibi olması ise hedef, bu bir balon bence. Her toplumun kendi özellikleri ve dinamikleri yok mudur? Toplum dediğimiz şey de bunlarla bir şekle girmez mi? Demokrasi, hukuk, adalet, eşitlik, ötekine saygı evet otorite tarafından dikte edilebilir, toplum yönlendirilir. Ancak gerekli altyapı oluşmadığı sürece otorite ne yapsa, iş yürümez.

İlk mektepten itibaren demokrasi, eşitlik, cumhuriyet rejiminin faziletlerinden bahsettikten sonra sokağa salınan çocuklar fırsat eşitliğinin olmadığı, belli köşelerin belli kişilerin elinde olduğu, pastanın ise paylaşmak şöyle dursun, ortada gözükmediği bir düzende, ister istemez sırtlan olacaklardır.

Ekonomik ve siyasî sistem, üretim ilişkileri ve teknolojik gelişmeler toplumun siyasi, sosyal ve ahlâkî değerlerini belirler ve düzenler. Bunlardan her birinin asgarî düzeyde dengede olabildiği süreçlerde toplumlar çok daha çabuk belli seviyelere ulaşabilir.

İdeal toplum nasıl olmalıdır, var mıdır, hiç olmuş mudur, olacak mıdır? Bunlar tartışılabilir. Tamamı adab-ı muaşeret kurallarına uyan, her biri entellektüellerden oluşan ve sofistike zevkleri olan bir toplum mümkün müdür bilemem. Ama…

Efruz Zübük - 14 Nisan 2012 (23:20)

Şu batılılaşma-çağdaşlaşma serüveninden kasıt kendi kaderini tayin etme hakkını eline alabilmiş ve akılcı bir "kader" hedefi olan bireyler topluluğuna ulaşmaksa, elbet o da olacak.

Ancak bu "biz cahil halkı eğitelim, onlar da bizim istediklerimize oy versin" metoduyla olmayacak. Elbette saldım çayıra metodu da uygulanmayacak. Belli dinamikler (siyasi partiler, dernekler, entellektüeller, sanatçılar, popüler kültür ögeleri, ekonomik kalkınma, siyasî serbestlik vs.) belli kavramların oluşması ve yerleşmesi anlamında belirleyici olacak. Bu biraz plânlı biraz da doğal akışla olacak.

Toplumun "istenen" seviyeye gelmesi toplumu bizzat yontmaya çalışmakla olmuyor. Otorite, belli koşulları sağlamak üzere çaba sarf ettiğinde, belli doğal bileşenler de oluştuğunda toplum zaten kendiliğinden gelişme gösterecek. Siyasi tercihten, sosyal yaşama, ahlâkî değerlerden sanat anlayışına kadar.

Bugün sadece dünyalığını yapmayı düşünen vatandaş yarın evine tablo asmak isteyecek. Yarın bir başıbozuk tank yürütmeye kalkarsa önüne geçecek. Yıllık izninde köyüne gitmeyecek de, 3 günlük turla Hırvatistan'ı görmek isteyecek.

Bugün alkışladığı ve milliyetçi duygularını körükleyen politikacıyı, "öteki"nin tehdit olmadığını anladıkça dikkate almamaya başlayacak. Başkasının hakkına saygı göstermeyi, kural tanımayı, birlikte yaşama mecburiyetini özümseyecek. Bir birey olarak hayatın bir anlamı olduğunu ve kendisinin de bu düzende kıymeti olduğunu algıladıkça, kendi adına işlerini yönetmek üzere memur edeceği adamlardan daha çok talepte bulunacak. Onları daha sıkı denetleyecek.

Hepsi eldeki bu malzemeyle olacak. Hemen yarın değil belki, çok kolay da olmayacak. Ama olacak.

Ama ne zaman olacak bilemem. İşte orasına Rufailer karışır.

Efruz böyle düşünür, saygılar sunar.

Efruz Zübük - 14 Nisan 2012 (23:53)

"Efruz Zübük" mahlâsı kullanarak yazışan bir dostumuzla polemiğe girerken söylediklerimle umarım Bihruz Bey durumuna düşmüyorumdur.

Son yazdıklarınızı okuduğumda aslında benzer şeyleri beklediğimizi, benzer kaygılara sahip olduğumuzu anlıyorum. İlk yazdıklarınıza gösterdiğim tepkinin nedeni, gözlediğimiz olumsuzluklarla ilgili yapılan eleştirilere karşılık olarak, neden şikâyetçi olduğum, niye şikâyetçi olduğum dinlenmeden, "halk düşmanı, züppe, halkı aşağılayan, yukarıdan bakan" birisi durumuna düşürülmekten bıkmış olmam.

İçinde yaşadığım toplumun daha iyi bir yaşam sürebilmesi için, maalesef içselleştirilmiş, kemikleşmiş bazı olumsuz tavır ve davranışlardan kurtulunması gerekiyor. Bunu yapmanın yolu eleştirmekten geçiyor. Her eleştiri yapanı "bidon kafalı", "göbeğini kaşıyan adam" tarzı eleştiri yapanlarla bir tutmak doğru olmasa gerek.

Neticeten, Efruz ve Zübük tiplerinin adlarını mahlâs alan birisinin ironik yaklaşımının yarattığı alaycılıktan da rahatsız olmadığımı, ama eleştirilerimin "bir halk düşmanı" karakteriymişim gibi algılanmasından rahatsız olduğumu arz etmek istiyorum.

Fuzuli'den bir beyitle bitireyim maruzatımı:

"Yok bende bir amel sana şayeste ah eğer
A'malime göre vere adlin ceza bana."

(Yazık ki sana lâyık bir amelim yok benim.
Eğer adaletin beni amelime göre cezalandıracak olur vay halime benim!)

Saygılar benden!

Melih Özel - 15 Nisan 2012 (11:56)

Bilmiyorum bu gazete haberini görmeyeniniz var mı?

"Bunu paylaşmak için uygun yer de burası mı?" diyebilirsiniz.

Ne bileyim, neresinden tutsan elinde kalacak bir kamu / kamuoyu iletişimi olmuş diyorum:

"İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Erzurum Aşkale'de, deniz bisikletiyle onarıma giden 5 TEDAŞ görevlisine mezar olan buzlu gölette inceleme yaptı.

Aşkale'den sonra Pasinler'e geçen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'e kaymakamlık önünde 60 yaşındaki Mustafa Boğaçayır "Sayın bakanım, senin geldiğine çok sevindim" dedi. Şahin'in cevabı, "Yok ya. Nerden bileyim sevindiğini? Hadi bir takla at ya da oyna bir göreyim. Çal bakayım davulcu" oldu.

Boğaçayır, sevincini göstermek için davul zurna eşliğinde oynamaya başladı. Şahin de 'Kürt'ün kızı' oyununu oynayan Boğaçayır'ı alkışlayarak izledi. Şahin, Horasanlı Türkiye Bıyık Şampiyonu Hacı Kırbaç ile de hatıra fotografı çektirdi" .

Hadi bi takla at, oyna göreyim (Kerim BURUCU Zafer KUMRU / DHA)

Melih Özel - 17 Nisan 2012 (12:15)

Haberin devamı bugünkü gazetelerde. Adamcağız iş isteyecekmiş.

"Bakan'dan iş isteyecektim, oyna dedi" (Levent Akpınar - Akşam)

Erzurumlu Çoban, 'Bakan'dan iş isteyecektim. 'Oyna'deyince oynadım. Ama derdimi anlatamadan gitti'dedi."

Herhalde Bakan Bey'in aklına "ağustos böceği ile karınca" masalı gelmiş olmalı.

Ezop - 18 Nisan 2012 (12:47)

diYorum

 

60
Derkenar'da     Google'da   ARA