Patronsuz Medya

Mutia yenge ve kedileri

Kötü Keçi - 5 Eylül 2001  


Patikadan biraz daha geniş, betondan yapılmış, iki tarafında da toprak bahçelik olan ve büyük bir avluya çıkan yola "bağ yolu" derdi dedemler.

Sebebi ise, gölge yapsın diye ekilmiş ve çıtalarla yükseltilmiş üzüm fidelerinin olmasıydı. Bu fidelerin arasında renk renk güller, o yolda yürüdükçe burnunuza farklı farklı tokatlar atardı.

Dedemlerin Bulgaristan'dan göçtükten sonra orada yaşadıkları evin aynısını yapmaya karar vermeleri ile dört kuşağın bir arada yaşadığı; tek, uzun ve kuşbakışı görünüşü daire biçimde olan taş duvarla sokaktan ayırılan bir bahçe, bahçe içinde farklı inşa edilmiş üç adet ev, evlerin bahçelerini belirleyen dikenli teller, tıpatıp oradaki hayatlarını getirmişti Türkiye'ye. Kocaman kocaman yüksek tavanlı odalar kalın taşlarla örülmüştü (şimdiki aklımla düşününce; bu taşları kendilerinin taşıması işinin ballandırılarak anlatılan en meşakatli kısım olduğunu kanaat getiririm, ben olsam üşenirdim).

Taş duvarların çocukluğumda bana sağladığı en büyük avantaj sanırım çocuk bedenimle rahatça oturduğum geniş pencere içleri idi. Bahçeye çıkmama izin verilmeyen ceza günlerimde bu pencere içine oturur, bahçeyi seyreder ve hayal kurardım. Sanırım şimdilerdeki hayalperestliğimin temel atma törenleriydi bu vakitlerim.

Gerçi cezalı kelimeciği ile bağlantılı edinilen vakitlerdi ama hep ama memnun olmayı bulabilen bir çocukluk geçirdim. Hatta bir kış günü, yumruğunuzu buhar yapmış olan cama serçe parmağınızın olduğu taraftan yapıştırıp, sonra üzerine işaret parmağınızla koyduğunuz beş noktacıklı şekil ile ben gökyüzünde bile yürüdüğümü hayal etmiştim)

Bahçede üç ayrı aile yaşıyorduk. İki kardeş (dedem ve ikizi) ve onların amcaları. Bu amcanın eşinin adı ise MUTİA… Namı değer MUTİA YENGE (m-u-t-i-a demek zor olduğundan mütaaa diye yuvarlardı herkes); 1, 54 boylarında, hürmetli bir göbeği olan, tam benzetme gerekirse Adile Naşit tipinde, sigarası iki dudak arasında bahçede dolaşan, gülmesinden asla taviz vermeyen bir kadındı.

Her sabahki bahçe sulama seansından önce, beyaz üzerine mor çiçek desenli (pazenden yapılmış) geceliği ile bahçeye çıkar "gel pisipisi! gelin çocuklarım" derdi.

Çocukları vardı Mutia Yengenin. Hem de 3 çocuğu ve 8 torunu vardı; bir de bizleri torunları yerine koklardı (cidden KOKLARDI!). Ancak tüm bu özellikleri yanında ben O'nu en çok, bana hayvanları sevdiren tek insan yanıyla hatırlamayı severim.

Mutia Yenge bahçede 25-30 cıvarında kediye yemek verirdi. Öyle büyük bir curcuna idi ki bu; evlere şenlik… Aslında "gel pisipisi" de diyemezdi… 'gel' kırpılır, 'geee-pispisi' olurdu. O zamanlar dilimize persenk edip dalga geçtiğimiz bu çağrışları özlüyorum şimdi. Yemek yeme töreninde şişmanı sıskası, kısası uzunu, sarısı alacalısı, nasıl dolanırlardı ayak altında. Her biri sanki "hadi artık bırak şu yemeği de yiyelim" gibi mırıldanırdı.

Bahçeye fazla yiyecek dağılmasın diye Mutia Yenge bir köşeciğe gider oraya bırakırdı yemeği (aklınıza özel hazırlanmış ya da marketten alınmış kedi mamaları gelmesin, akşamdan kalan, Allah ne verdiyse o olurdu rızıkları).

Bu seremoni günde üç kez tekrarlanır ve elinde kendi yedikleri yemeğin kalanları ile Mutia Yenge evin kapısında ne zaman belirse; çatıdan, ağaçtan, duvardan, tahta bahçe kapısının kırılmış boşluk arasından, aklınıza gelebilecek her yerden bir kedi fırlardı.

Bazen durup onları seyrederdim, bununla yetinmez koşarak üstlerine doğru gider o kalabalığın bir an dağılmasından haince bir keyif alırdım. Bu oyunum içlerinden karaman olanın beni tırmalamasına kadar sürdü. Karaman kedinin adı) O kadar şişmandı ki koca bir poposu vardı (bugüne kadar gördüğüm tek baseni olan kedi) ve pek tabii ki yemek yerken rahatsız edilmekten nefret ediyordu; bunu beni tırmalayana kadar bilmiyordum.

Bu büyük curcuna Mutia Yenge'nin ölümünden sonra eşi tarafından yaşatıldı. Taa kiiii O da ölene kadar. Rahmetli Mutia Yenge ve eşi öldü öleli bir kaç nesildir yetiştirdiği kediler birçok yere dağılıp gittiler…

Bahçenin büyük olduğunu anlatmıştım size az önce. Bisiklet ile dolaşılabilecek kadar büyüktü bahçemiz. İlkokul ikiye başlayacağım yıl yaz tatilinin başlarında, bisiklete binmeyi yeni öğrenmiştim. Bisikletle bahçede dört dönüyordum. Çimlerin üstüne gittikçe dedem "BEE! DEYYUSUN EVLADI! BETONDA GEZ!" diye azarlıyordu ama aldıran kiiimmm? Çimlerin arasından geçtikçe orada bir kaçışmadır gidiyordu bunu oynayan otlardan fark ediyordum. Bu yüzden de zevkle oradan geçmeye devam ediyordum.

Sonra birden o kıpırtının bisikletimin rüzgârı olmadığını fark edip, bisikletimden indim. Elimi son kıpırtının olduğu yere uzattım, bir kaç adım koşuşma sonrası ensesinden yakalamıştım…

Kedilere karşı pek sevimli hisler besleyemiyordum o zamanlar (sürekli onları kovalayan, garip sesler çıkararak kaçmalarını sağlayan bir ağabeyle büyüyünce pek de fazla seçim şansınız olmuyor)

"Şimdi görürsün sen" edasıyla yakaladığım bir yavru kedinin korkak bakışları. O kadar sevimli ki… Sarı-yeşil gözleri, beyaz zemin üzerinde sarı, siyah ve kahverengi bir tonlama ve burnunun ucunda yemiş olduğu çimenlerden bulaşan yeşillik (yanılmıyorsam karınları ağrıdığında ot yiyor kediler)…

Yere oturuyorum, elimi havada döndürdükçe bir o yana bir bu yana bakması, gelip yanıma yanıma sokulması hoşuma gidiyor. Derken onla oynamak için onu biraz gezdirmeliyim diyorum… Bisikletin selesi üzerine oturtuyorum… Dolaşırken zavallı ha bire yere düşüyor. Böyle olmayacak deyip aklıma şu an hatırladıkça kendimden utandığım cin fikirlerimden biri geliyor. Bisikletin selesinin arkasında bir yer vardır, nasıl sölesem, hani kapan gibi… Tamam buldum diyorum… O güzelim yavrucuğu oraya bırakıp, kıskacı kapatıyorum, sonra seleye oturup bahçede dolaşmaya başlıyorum…

Hayvancağız çığlık atıyor ama ben evcilik ruhuna girmiş, hayal ülkeme çoktan dalmışım. Kim bilir hangi ülkelere gidiyorum?

Aniden çevik bir kolun bisikletimi durdurduğunu, önce popoma okkalı bir tokat attığını, sonra da kediyi oradan çıkardığını hatırlıyorum ("hatırlıyorum" diyorum çünkü bu kısmı yaşadığım için hâlâ utanırım).

Kolumu yakalayan ve okkalı tokatı indiren ise Mutia Yenge. "Dur diyoruz sana, telef ettin hayvanı!" diye söylenerek kediyi alarak giden sesi hâlâ aklımda. Mutia Yengeden hayatım boyunca işittiğim ilk ve tek azardı ama haklı ve yerli yerinde bir azar…

Şimdi bahçeye gittiğimde görüyorum bu kediciği. Bir çok kedi gitmiş ama o kalmış nedense… Ya benim hatıram olan ağır aksak yürüyüşü buna izin vermedi ya da bahçeye olan bağı onu orada tutmakta. Fakat aramızdaki kızgınlık çoktan geçmiş olmalı ki yanıma gelip o sevimli gıdısından okşamama izin veriyor.

Kötü bir niyetim yoktu, ben sadece onu eğlendirmek istemiştim; onun beni her zaman eğlendirdiği gibi…

Aslında bu topal kedicik bana her seferinde bakışları ile şöyle diyor: "ÇOCUKLAR YAPTIKLARI HER KÖTÜLÜKTE MASUMDURLAR" .

Yorumlar

Çocuklar yaptıkları her kötülükte masum mudurlar? Bu soruya bir çırpıda cevap vermek zor. Ama çocukların belli bir döneme kadar çevrelerindeki neredeyse her şeyi ve her olayı oyun olarak gördükleri bir gerçek.

Ama ne yazık ki hayvanlar oyuncak değil. Sokakta yaşayan dostlarımızın en büyük dertlerinden biri de her şeyi oyun olarak algılayan çocuklardır. Kaç defa kucakta bir oyuncak gibi taşınırken düşen ve bir yeri incinen hayvanlara müdahale etmek durumunda kaldım. Ya da "oyuncak" olduğu için aç kalan, işi bitince bir köşeye atılıveren hayvanlara.

Çocuklar her şeyi oyuncak olarak algılayabilir. Burada onlara "hayvan da canlıdır" bilincini verecek ve gerekirse hayvanı eziyet görmekten kurtaracak kişiler büyüklerdir. Ama büyüklerin kendilerine bile hayrı olacağından şüpheliyim.

Hayvanlar gene Allah'a emanet.

Erdem Abaka - 8 Şubat 2011 (09:21)

diYorum

 

47
Derkenar'da     Google'da   ARA