Patronsuz Medya

Kültürsüzleşme

Serge Latouche - 1984

Künye - Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması, Ayrıntı Yayınevi, (1984/1987)  


İlkel bir toplumda, birisi için "kültürlü değildir" demenin bir anlamı yoktur. Bu, geleneksel toplumlar için de büyük ölçüde geçerlidir. Konumu ne olursa olsun, topluluğun her üyesi, çeşitli etkinlikleriyle (beslenme, tapınma, oyun) grubun deneyimine anlam veren simgesel sistemlerle bütünleşir. Söylenceleri ve törenleri, dansları ve müzikleri bilmesi, onun topluluğa ait olduğunun ve kabul edildiğinin sonucu ve işaretidir.

Özellikle de bu sonuncusu isteğe bağlı bir eğitim değildir. İnsan, eğitimsiz ama kültürlü olabilir. Sözellik ve tekniklerin görece basitliği, kültürel yaratıların üreticileriyle tüketicileri arasındaki mesafeyi azaltmaktadır. Gösteri toplumunun tam tersine, toplumsal olanın üretimi herkesin işidir; bütün üyeleri için aynı biçimde olmasa da herkesin katılımı istenir.

Maddi uygulamanın giderek anlamını yitirdiği ve yalın bir işleve indirgendiği modern toplumda, kültürel kültür bir bilgiler mirasından ve bu mirasa bağlı yapıtlardan oluşur; sanatları ve bilimleri, teknik bilgiyi ve estetik heyecanları içerir. Artık yaşama anlam kazandıran simgesel bir sistem değil, ayırıcı işaretleri seçen bir kod söz konusudur. Bu kültür, kimilerince edinilir, kimileri de ondan yoksun kalabilir. (…)

Modern toplumda genelde insanlar az çok eğitimlidir ve nüfusun büyük bölümü öz uygarlığının çoğu "kültürel" üretiminden habersizdir. Bunlar büyük ölçüde entellektüel kültürden yoksundur. Batılılaşma, Üçüncü Dünya halklarını kendi kültürlerinden kopararak onları entellektüel kültürden de yoksun kitlelere dönüştürmektedir. Kendi kültürlerine yabancı, edilgen tüketiciler için bu kültür bir mizansendir.

(…) Garaudy'nin formülüne göre madem kültür "Bir lüks ya da basit bir estetik haz değil insanın 'çevresinin' yol açtığı sorunlara bulduğu bir çözümler bütünüdür", ekonomi değilse bile, zenginliklerin üretimi, dağılımı ve tüketimi pekalâ kültürün bir parçasıdır. Eğer her insan topluluğu yaşamın meydan okumasına kendine özgü bir cevap veriyorsa, kuramsal olarak Batılı kültürde "azgelişmiş" adını verdiğimiz kesimin sorunlarını çözme biçimi kadar kültür olacaktır.

Kültür kişinin sorununa bir cevapsa, tıpkı kişi gibi sonsuz bir çeşitlilik içerir; cevap düzeyleri sayısız olabilir. Ve alanların ve düzeylerin kesişmeleri sınırsız sayıda çözüm üretebilir. Dinsel kültür, estetik kültür, beslenme kültürü, giyinme vb kültürü vardır (…) yerel kültür, bölgesel kültür, ulusal kültür vardır… Bir Hıristiyan kültür alanı, bir İslâm kültürü, bir Budist kültür vardır…

(Sayfa: 54-58)

* * *

Uygarlığa karşı kültür

Böyle olunca, uygarlık kentlerde doğmuş bir proje olarak görünür. (…) Ülkelerin köklerinin dışında doğmuş "uygarlık" projesi, modernliğin projesidir. Evrenselcidir; değerleri, bilim, teknik, gelişmedir. Ülkeler arasındaki sınırları kaldırarak ve geleneksel toplumsal ilişkilerin yerine pazar ilişkilerini geçirerek kültürleri yıkar ve erinç getirir. Böylece çılgın rekabet ve başarı hırsı, bilim ve tekniğin de teşvikiyle o zamana kadar görülmemiş bir maddî birikim sağlayınca, dar kültürel yaşam çerçevesi paramparça olur. (…)

Modernlik, köylülerin ve toprakların sonunu getirince, artık yurdu savunacak kimse kalmayacaktır. Böylece bu, ulusal-devletsel düzenin sonu olacaktır.

(Sayfa: 59-60)

* * *

Karşı-kültür olarak Batı

Üçüncü Dünya'nın etnik zenginliklerini tahrip ettiğinden, (…) sanayileşmiş ülkelerdeki sefaletin yerine ekonomik büyümenin anonim erincini getirdiğinden, Batı bir "karşı-kültür" olsa bile, projesi, toplumsal varlığın sorununa bir yanıttır ve bu anlamda yine de "kültür" dür. (…)

Batı, tarihte başka kültürlere ilgi duyan ve kendi kültürünü tartışma konusu yapan ve bu yanıyla evrensellik yeteneği olan tek açık kültürdür.

(…) En büyük uygarlıklar, kendi seçkinlerinin en azından bir bölümünü "dünya-toplum" da başarılı olmaya iten bu mekanizmaların yıpratıcı gücüne karşı direnemezler. (…)

Geleneksel toplumun bin bir baskısından azat ettiği için Batı kurtarıcıdır ve sonsuz olanaklar açar; ne var ki bu özgürleşmeler ve olanaklar çok küçük bir azınlık için gerçekleşebilir. Buna karşı dayanışma ve güvenlik herkes için yıkılmış olacaktır.

(…) İnsanların nesnelerle ilişkisi öylesine baskın bir duruma gelir ki, insanların birbirleriyle ilişkilerini engeller ve onları istemeseler de devasa bir makinenin çarkları gibi davranmaya zorlar. Kişiler arasındaki ilişkilerde benzerleriyle bir araya gelmenin yarattığı korku, Avrupalıları toplumsal işleyişi gittikçe artan ölçüde otomatlara bağlamayı düşünmeye itmiştir. (…) Elbette otomatların insanları gereksiz kılması, keyfiliğin, kokuşmanın, insan zaafına bağlı her türlü kötülüğün önünü alabilir, ama madalyonun öteki yüzü toplumsal yaşamın her gün insanîlikten biraz daha uzaklaşmasıdır. (…)

Doğru tavır, tüketim toplumunu suçlamaktan ve yaşamın niteliğinin yükseltilmesini istemekten ibarettir; ama ne var ki araba kullanmak ve televizyon seyretmek bir kere adet olmuş. (…)

Yalnızca salt olumsuz ve birörnekleştirici (bir kültürden söz edebilmek için en azından iki kültürün olması gerekir…) olduğundan değil, ama özellikle "yitirenler"in toplumsal varlık sorununa bir yanıt getiremediğinden, bu proje karşı-kültüreldir. Soyutta tüm dünyayı bütünleştirirken zayıfları somut bir biçimde dışlar ve sadece en başarılılara yaşam ve barınma hakkı tanır; bu görüş açısından, evrimci bir boyut gerektiren bir kültürün karşıtıdır; kültür, varlığın meydan okuyuşuna bütün üyeleri için bir çözüm getirir. (…)

Başarısızlık, Batılı projenin tam ortasında yer alır; bu, başarının öteki yüzüdür. "Kültürel" düzlemde, tasarının evrenselci boyutu ile bir çelişki söz konusudur. Batı, günden güne daha iyi beslenen, daha iyi giyinen, daha iyi barınan, daha iyi bakılan kardeşlerden ve eşit insanlardan oluşan bir dünya önerir. Ne var ki, bu "daha iyi", insanlığın büyük bir kısmı için, "iyi"nin ortadan kaldırılmasına dayanmaktadır. Batı, başarısızlığı Batılılaşmamışlara ya da en az Batılılaşmışlara "ihraç ederek" uzun süre göz boyamayı başarmıştır. (…)

Üçüncü Dünya, dizginlenemeyen rekabetlerin kuralsız oyunuyla çığırından çıkan tutkuların at oynattığı bir alandır. Üçüncü Dünya'nın kulübelere korku salan ve bizim "öteki"nin barbarlığına olan inancımızı pekiştiren çılgın kıyımlarının kökeninde, Batı'nın yarattığı engellemeler vardır.

(…) Batı, "uygarlık modeli" olarak evrenselleştirilebilir olmasa da, "makine" olarak yeniden üretilebilir. (…) Bu makine, Japonya örneğinin ve Güney-Doğu Asya ülkelerinin gösterdiği gibi kendi ülkesinin koşullarına uygun hale getirilebilir. Bu ülkelerin, en azından görünüşte, düşsel Yahudi-Hıristiyan çokgenine hiç bir şey borçlu olmadan, bu "makine"nin gizlerini kusursuz bir biçimde (hatta kusursuzdan da öte…) özümsemiş olmaları, ortaya ciddi bir sorun çıkarmaktadır.

(Sayfa: 60-65)

* * *

Gezegende köklerinden kopma olarak BATILILAŞMA

Üçüncü Dünya'da az gelişmişlik adı verilen şeyle ilgili bütün tanımlamalar bir terk edilmişlik durumunu akla getirmektedir. Sadece açlık ve kıtlık değil, çok daha az üzücü durumlarda bile, umutsuz ve geleceksiz toplumları yaratan bir terk edilme söz konusudur.

Batılılaşmanın bu etkisi, başlı başına ekonomik bir mekanizmanın sonucu değil, kültürsüzleşmenin sonucudur.

Batı tıpkı Pascal'ın evreni gibi merkezi her yerde olan ve çemberi hiç bir yerde olmayan bir bulutsudur. Kafalarımıza iyice yerleşmiş bir toplumsal makine haline gelmiştir. Papuasyalı bir savaşçı, Çinhindi'nin pirinç tarlalarında çalışan köylü kadın, Cotonu pazarlarında wax (peştemal) satan kadın, Kum kentli bir imam, Bükreşli bir bürokrat, isteseler de istemeseler de Batılıdırlar. (…)

Batı, çözümlediğimiz gibi kültür karşıtı bir makineyse, hiç bir toplum, hiç bir birey tam anlamıyla Batılı değildir. Tam anlamıyla bireyci toplum yoktur ve olamaz; bu terimlerde bile bir çelişkidir. (…)

Gittikçe teknikleşen bir evrende, simgesel sistemlerimizin gösterge kodlarına indirgenmesi olanaklıdır, ama henüz o noktaya gelinmemiştir ve gelineceği de kesin değildir. (…)

Japonun, Amerikalının, Avrupalının hâlâ kendine özgü değerleri, gelenekleri ve duygusal bağları vardır ve bunların temeli büyük-makinede değil, ama tarihte ve üzerinde yaşadığı topraklardadır. Hepten kültürsüzleşmeden söz edilemez. Elbette tüketim, her türlü kültürel özleşmenin yerini alma eğilimindedir.

Kültürsüzleşme ve budunkıyımı

İki kültür birbirleriyle temasa girdiğinde, değiş tokuş içinde olan kültürel çizgiler birbirini dengeliyor ve yabancı ögelerin bütünleşmesinden ve özümsenmesinden sonra her kültür kendi kimliğini ve kendi dinamizmini koruyorsa başarılı bir kültürleşmeden söz edilir. Tersine temas dengeli bir değişimle ortaya çıkmıyor, ama kütlesel olarak tek yönlü bir akışla oluyorsa, alıcı kültür istilâya uğramıştır, öz varlığı tehdit altındadır ve gerçek bir saldırının kurbanı olarak görülebilir. (…) Eğer saldırı simgesel, soykırımı yalnızca kültürelse, bu bir budunkıyımıdır. Budunkıyımı, kültürsüzleşmenin en son aşamasıdır.

Bilim, teknik, ekonomi, kalkınma, doğaya egemen olma gibi Batılı değerlerin sokulması, kültürsüzleşmenin temelidir. (…)

Beyazların değerlerine tepki duyan geleneksel toplumlar, yok etme ile ya da "doğal" yok olma ile düpedüz elenmişlerdir. (…)

Batı, dünyanın coşkularını ve düşlerini bozarak, dünyevî yaşamı en üstün değer haline getiriyor. İnsanın önünde sonsuzluk kalmayınca, yaşam zamana karşı kaygılı bir savaşım oluyor. Kuşkusuz, dünyevî zaman sonsuzlaşıyor ama bu sonsuzluk modern insanın kaygılarına sınırsız bir alan açmaktan başka bir şey yapmıyor. Durmadan yapıtlar biriktirme, ölümsüzlüğü düşsel olarak yakalama çabasıdır. Zamana karşı verilen, anlık mutluluklara kayıtsız, saplantı haline gelmiş bu savaş Batılı insana özgüdür. (…) " Hayatın genelde iyi olduğunu kanıtlayan tek deneysel olay, insanların çok büyük çoğunluğunun, yaşamı ölüme tercih etmeleridir" derken, Durkheim kuşkusuz haklıdır.

Savaş alanlarında ölmeyi yücelten ya da intiharı saygıyla karşılayan toplumlar, biyolojik ölümü bir değer olarak görmezler. (…) Batı'nın ölümü ortadan kaldırma tasarısı, yaşamın eski ve geleneksel anlamını tartışma konusu yapmadığı sürece desteklenebilir. Ne yazık ki durum böyle değildir. Batı'nın 'ölüme ölüm' projesi köktenci ve kesindir. Yaşamak için yaşam savaşı vermek gerçekten totaliterdir ve toplumun "olumsuz" la, ölüm, sefalet, mutsuzlukla… bütünleşme uygulamalarından tümüyle vazgeçmesini şart koşar. (…)

Nietszche çok iyi algılamıştı: "Savaştan vazgeçilince, sonsuz yaşamdan da vazgeçildi."

Sonuç olarak, ne şiddete dayalı ölümün, ne sefaletten ölümün, ne de doğal ölümün önü alınmış olmasa da ölümün kökünün kazınması gösterisinin düşsel olarak bile olsa uygulanmaya başlanması, Batılı olmayan toplumları "tuzağa düşürecek" kadar etkili olmuştur. Bu toplumlar için dünya gitgide büyüsünü yitirmektedir. Ömür istediği kadar uzun olsun, keyfini ve coşkusunu yitirmekte, yaşam yalnız ayakta kalmaktan ibaret olmaktadır.

(…) En ilkel topluluklarda bile ekonomik hayat olduğunu söyleyen ve karşılıklı ilişkileri, yararcılık hesaplarına uyan çekirdek halinde ticarî alışverişler olarak yorumlayan antropologlar, somut budun kıyımına kuramsal bir kılıf bulmaktan öte bir şey yapmamaktadır.

(…) Toplumlar şiddete ve yağmaya karşı kendilerini savunabilirler. Yıkılmadıkları sürece direnebilirler ve saldırganın kültürel kimliği lehine kendi kültürel kimliklerinden feragat etme eğiliminde değillerdir. Oysa, bağış karşısında her şey onları silâhsız ve savunmasız kalmaya hazırlar. (…)

Her toplumda bağışçı saygınlık kazanır ve hiç bir şeyin yok edemeyeceği bir gönül borcunun alacaklısı haline gelir. Yeni sömürgecilik teknik yardımla ve insanî bağışla hoyrat sömürgecilikten çok daha kültürsüzleştirici olmuştur.

Yüreklerinin ve kafalarının yerinde hesap makineleri olan, mahalle bakkalı kafasıyla düşünen ekonomistler, az gelişmişliği zenginliklerin tüketilmiş olmasına bağlamakla hiç kuşkusuz adam akıllı yanılmışlardır.

(…) İmparatorluk kuranların sınırsız fedakârlığı, sınır tanımayan doktorların özverisi, insan kardeşlerinin sevecenliği, misyonerlerin insan sevgisi, teknisyenlerin dayanışmacı yeteneği, hatta profesyonel devrimcilerin enternasyonalist coşkusu ve özverisi, kültürsüzleşme dramının gerçek nedenleridir. (…)

Batı fiilen yıkılmazdır. (…) Batı el atında ve ulaşılabilir değildir. Ortadan kaldırılamaz ve özümsenemez varlığıyla Batı'nın orada olması, gücü ve sırlarıyla bütünleşme demek değildir. Hiç bir fiziksel şiddete başvurmasa, soygun ve sömürme girişiminde bulunmasa bile varlığıyla başlı başına büyük bir felâkettir. (…) Batı'nın varlığının doğurduğu sinsi ve gittikçe artan anlam yitiminin yarattığı boşluk, bir bakıma, Batılı anlamda doldurulmuştur. Bu yerini doldurma, bir kültürsüzleşme değildir, çünkü Batı efsanelerinin benimsenmesi ve Batı değerlerinin kanlı saldırganlığıyla bütünleşme söz konusu değildir. Daha yalın bir anlatımla, artık kendisini görecek bir gözü, kendisini dile getirecek sözü, iş görecek kolu kalmamış yaralı toplum, Öteki'nin bakışını benimser, Öteki'nin sözüyle konuşur, Öteki'nin kollarıyla iş görür. Dünyasının büyüsü iyiden iyiye yok olmuştur. (…)

Tanrıları öldükten, efsaneleri masal olduktan, çabaları yetersiz ve yararsız kaldıktan sonra geriye kendisine ne kalmaktadır? Batılı olmayan toplum, artık Batı'nın ilân ettiği gibi kendisini anlamsız bir çıplaklıkta keşfedebilir; sefil bir durumdadır. Çocuk ölümleri yüksektir, ömür çok kısadır, her çeşitten parazit onu kemirmektedir. (…) Kendi törenlerini, sefaletin ve kör cehaletin doğurduğu aşırılıklar (…) olarak görür. Birleşmiş Milletler ölçütlerinin kuşattığı toplum yenik düşmüştür. Yenilgiyi kabul eder. Hatta en az gelişmişler arasında sınıflandırılması için ortalığı birbirine katar. Artık uluslararası bir dilenciden başka bir şey değildir.

(…) Öteki'nin bakışını ve yargısını benimseme evrensel bir hale gelmiştir.

(…) Kendi kendini yadsımak, hatta kendi varlığını tartışma konusu yapmak ve tamamen Batılılaşmak… Öteki olmak için kendi öz varlığını yadsımak… Bilerek Öteki gibi, Öteki'ne benzer olmayı hedeflemek ve dolayısıyla Başkası tarafından sömürgeleştirilemez olmak gerekir.

(Sayfa: 70-80)

* * *

Köklerden koparan etmenler

Başkasının yargısını benimseme, onun düşündüğü eylemi benimseme sonucunu doğurur. Uluslararası düzlemde az gelişmiş olarak değerlendirilen ve her geçen gün daha da gerileyen Üçüncü Dünya toplumunun, eylemini bir kalkınma stratejisi çerçevesine yerleştirmekten başka çaresi yoktur. (…) Demek ki olması istenen şey, toplumsal örgütlenmenin bozulmasıdır. Her an hazır olanın ötesinde istekler geliştirmek amacıyla mutsuzluk ve hoşnutsuzluk yaratmak gerekir. (…)

Fabrika mantığı, toplumun bütün alanlarında, geleneksel atölyelerde olduğu gibi bürolarda ve hatta özel hayatta bile kendisini kabul ettirmektedir.

Kentleşme

Londra ve Paris henüz birer kasabayken ve New York daha bakir bir ormanken, Bağdat, Kahire, Kyoto ve Hanku dev kentlerdi. (…)

Her halükârda, yüzyılın sonunda Üçüncü Dünya, kentte değilse bile, en azından gecekonduda yaşayacaktır. Dünya nüfusunun önemli bir bölümü az çok vahşi geniş varoşlarda yoğunlaşacaktır. (…) Avrupa tarzı dairelerle kente inen akrabaları evinize almayı kabul etmeyebileceksiniz.

(…) Banliyö, kent yerleşiminin sıfır noktasıdır; gecekonduya gelince, düpedüz eksi tarafta yer alır.

Gecekondular, Batı'nın sanayi kentlerinin banliyölerindeki köklerden kopuşu ve terk edilmişliği daha da üst derecelere çıkarır. (…) Kültürünü hepten yitirmemiş sakinlerinin canlılığı buraları yeni bir toplumsallığın laboratuarları haline getirmese, bu asalak ve korkunç büyüyen varoşlar canlı cehennemler olurdu.

(Sayfa: 85)

* * *

Ulusal-devletsel düzen, siyasetin tek biçimi olarak dünya ölçeğinde kendisini kabul ettirmiştir. Uluslararası toplulukta tüzel kişilik ancak modem tipte devletlere tanındığından, yalnız devletsel düzenin işaretleriyle donanmış uluslar, BM'nin kuramsallaşmış biçimini oluşturduğu uluslar topluluğu'nun üyesi olabilmektedir. İster rastlantısal olarak, ister derin bir ortak kimlikle bir araya gelmiş olsun, her grup ya da insan topluluğu bu statüyü kazanmaya çaba göstermektedir…

Sömürgelikten kurtuluşla, sınırları sömürgeci paylaşımın keyfiliğiyle belirlenmiş bir sürü devlet ortaya çıkmıştır. Üçüncü Dünya'nın çoğu yapay bu devletleri "yeni yurttaşlarına" soyut ve boş bir ulusal kimlik benimsetmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken, daha iyi bir dava için gösterilmesi gereken bir gayretkeşlikle somut etnik grupların kimliklerine karşı mücadele etmektedirler.

Batılılaşmanın en güzel başarılarından biri gerçekten de iktidar araçlarının yayılması olmuştur. Castoriadis bunu çok isabetli bir biçimde şöyle saptar: "İktidar teknikleri, yani toplu alıklaştırma teknikleri; her köyde şefin konuşmasını yayan bir hoparlör, aynı haberleri veren bir televizyon vb vardır. Bu teknikler kırsal bölgeleri ateş hızıyla sarmaktadır ve tüm dünyayı istilâ etmiştir; anında her yere yayılmıştır. Üçüncü Dünyanın herhangi bir ülkesinde, herhangi bir çavuş, jipleri, makineli tabancaları; insanları, televizyonu, "sosyalizm", "demokrasi" ve "devrim" söylemlerini ve sözcüklerini ustaca kullanmayı becerebilmektedir.

Bunları onlara biz verdik ve çok cömertçe öğrettik. Görece az yayılan ise açıktır ki toplumumuzun öteki bileşeni, yani özgürleştirici, demokratik değerler, serbest araştırma, inceleme gibi değerlerdir.

(Sayfa: 87)

* * *

Bu gecikme saplantısı, yakınlığından dolayı Osmanlı İmparatorluğu'na da bulaştı. XVIII. yüzyıldan itibaren, ilerici padişahlar Türkiye'yi modernleştirmeye giriştiler. Kemal Atatürk, Büyük Petro'nunkini andıran bir enerji ile hızlandırılmış bir Batılılaşma izledi. Kültürsüzleştirme programı radikaldi. Bütün ülke, yazısı, müziği, saçı, sakalı, giysileriyle kültürsüzleşmeden nasibini aldı. (…) Bizzat seçkinlerin halka uyguladığı bu tuhaf terorizm, yürekler acısı bir çıkmaza varacaktır. (…) Ayakta kalabilmek için modernleşmek, modernleşmek için de kendi kendini yıkmak gerekir. Varolmak için zorunlu olan bu soysuzlaşma gerçek bir şizofreniye yol açmaktadır.

(Sayfa: 91)

Yorumlar

Bu site bir hazine. Varlığınıza müteşekkirim.

Sadi Akgül - 31 Temmuz 2010 (23:33)

Edward Sait vasıtasıyla sitenizle tanıştım. Site yönetimini tebrik ediyorum, yazı paylaşan arkadaşlara sonsuz teşekkür.

Cahid Altay - 25 Eylül 2011 (22:12)

diYorum

 

63
Derkenar'da     Google'da   ARA