Patronsuz Medya

Ecel Sarayında Gece

Sebahattin Demiray - 2004

Künye - Sebahattin Demiray, Ecel Sarayında Gece, Roman, Epsilon yayınevi,
birinci baskı, Nisan 2004  


Ecel

Ne yaşlı, ne genç dinledim, hiç birini gözünün yaşına bakmadan sırf, binlerce yıl önce iddiaya girdiğim dağı, taşı ve ağacı mat etmek için, zehir olup ağızlardan girdim, kan olup burunlardan aktım. Kılıç olup dev gibi ademoğullarını yere serdim.

İnsanoğlu dolaylı olarak korkar benden. Yılandan korkar meselâ. Yılan ısırır ardından ben gelirim. Bazen şaşırtır gelmem ama o zamanda yılandan korkmaktan vazgeçmez canı tatlı insan yavrusu. Bir çiçeği koklar korkusuzca, yine ben gelirim, şaşırır, itiraz etmeye kalkar, "sadece bir çiçek, "der. Çoğu zaman tartışmaya bile girmem, çok nadir açıklama yaparım, zehir çektin burnuna, derim. İnanmaz, biraz önce bir çıyanın, arıyı kıskanıp, çiçeği döllediğinden habersiz, gafletle kıvranır yerde.

Bazen ücra bir çadırda, efendisiyle satranç oynayan hekimbaşının boynundaki kolyesinde sakladığı afyon olurum. Aslında az yutulduğunda keyif veren, kimyevi bir maddedir bu. Dünyayı unutur çiğneyen. Bulutlara tırmanıp arz-ı alayı seyreder. Öyle bir uçar ki, Zümrüd-ü Anka Kuşu görse kıskanır. Hayale dalıp farkında olmadan, yeryüzündeki en yetenekli şairi kıskandıracağını bilmediği gazeller geçirir zihninden. Kağıda dökmeyi unutur o da uçar, kaybolup gider.

Hekimbaşı'nın şah ve mat, deyip Sultan'ı yenişini yüzünde beliren masum bir tebessümle kutlamasını beklerim. Atın ve piyonların damalı tahta üzerinde devrilip, yıkılırken çıkardığı tıkırtılardır asıl uyanmama sebep olan.

Sultan, remmalleri kıskandıracak bir bakıyla, düşmanları tarafından ispiyonlandığından habersiz Hekimbaşı'nın boynundaki kolyeyi işaret eder. Aç, der, kapağını, çıkar nedir içindeki hele bir görelim. Hekimbaşı itinayla, Lokman Hekim formülüyle ezilip, macun hale getirilmiş afyonu çıkarır.

Nedir bu, diye sorar, ne olduğunu uzun zamandır bilip, yenilmenin öfkesini fırsat bilen Sultan.

Hekimbaşı, alimliğine, makamına ve ak sakalına güvenip, gençliğimden kalma bir alışkanlığım, afyondur, yutarım Sultan'ım, der galip gelmenin verdiği keyfiyle.

Yut o zaman, diye emreder Sultan, çatık kaşlarından ve sesindeki öfkeden bîhaber zavallıya. Hekimbaşı minnacık bir parça koparıp dişlerinin arasına koyarken, daha, der Sultan, daha yut!

O an derin bir uykudan uyanır gibi uyanırım. Çadırın aralık kapısından, nöbet bekleyen mahmur gözlü muhafızları uyandırmadan, uzak bozkırlardan esip gelen gece yeliyle birlikte içeriye girerim.

Sultan'ın suratındaki ifadeyi görünce doğru yerde olduğumdan emin, başına geleceklerden habersiz bîçare Hekimbaşının kırış kırış olmuş ense kökünde, kavuğuyla kaftanın yakası arasındaki yerde sabırla beklerim.

Beklerim ki, Sultan, hepsini, desin, hepsini yut.

Bunu işiten alimler şahı ihtiyarın şaşırıp, afalladığını, merhamet Sultan'ım, on dirhem afyon, panzehir olsa öldürür, derken çatallanan sesinden ve titreyen ak sakalından anlarım.

Sultan'ın, sen hekimlerin pirisin, neyse zararı defedersin bedeninden, dediğini işitince bir kez daha doğru yerde olduğumu anlar ve kendimle gurur duyarım. Hekimbaşı bulunduğu mekâna ve zamana içinden lânet ederken bunun bir şaka olduğunu duymak istercesine, kısalığına şaştığı bir süre bekler.

Yut, diye emreder, Sultan tekrar. Tedirgin, titreyen parmaklarıyla macunu kavrayıp, dudakları arasına götürürken, pençelerimi önce ensesine, ardından tüm bedenine bir daha bırakmamacasına geçiririm.

Salgınlarda; kolerada vebada, acem hummasında ve insanoğluna cinnet geçirten bilumum illettin bahanesiyle, çetelesini tutamayacağım kadar uzun vakit ağrı olup girdiğim bedenlerden cerahat olup aktım.

Yoluma, yordamı olmayan menzilime girenler arasında ayırım yapmadan fakir, zengin, kadın, erkek, genç, yaşlı demeden, sokaklar ve mahalleler arasından geçip, köyler, kasabalar ve şehirler aştım. Ateş olup kapılardan, pencerelerden girip, duman olup bacalardan çıktım. Bir bebeğin hıçkırığı, bir ihtiyarın hırıltısı, taze bir civanın da aman dilemesi oldum. Sorup soruşturmadan, sanki beni yok sayarak, takdir-i ilâhi dediler.

Yaptıkları zorbalıklara, ettikleri fenalık ve zalimliklere bir kılıf ararcasına, birbirlerine ettikleri kahpeliğe bir sebep bulurcasına ve yükü üzerlerinden atıp sütten çıkmış ak kaşık tebdiline bürünme gayretiyle, insanın insana ettiklerine tek bir sebep buldular; kader!

Bir kadının kocasına ettiği cefa sonrasında bedeninde dert olarak belirip, üreyerek, nihayet son darbeyi vurdum, adı takdir-i ilâhi oldu.

Bir babanın oğlunun olmaz yerine atığı bir tokatla yeniden ortaya çıkıp, Adem'den olma, Havva'dan doğmaları tekrar yeni baştan, bir kez, bir kez daha şaşırttım. Sonunda ne olmuştu, o bîçareyi ben alıp götürmemiştim, taksiratı dolmuştu. Ben kimdim ki? Eğer bir gün hiç umudum yok ya, varlığımdan bir haberdar olsalar, değil yaptığım bir icraat sonrasında adımı bir kişi zikretse ve varlığımı kabul etse ona Lokman Hekim'in dereye düşürdüğü ve benim bulduğum, yazıları hâlâ okunabilen ölümsüzlüğün formülünü vereceğim.

Bazı geceler tebdil gezen Sultan ve cellâtlarının peşi sıra sessizce dolaşırım. Gizli gizli şarap içip, lüleden duman çeken keyif ehillerini onlardan önce görürüm mahzen içlerinde, duvarlar ötesinden.

Önce ben varıp beklerim cellâtların urganlarını. Beklemem aslında. Boş durmam, tütünde yanıp önce köz, ardından duman olup insan bedeninin içinde dolaşırım. Testilerde şarabın bazen kızıl rengi, bazen de buruk tadı olurum.

Gırtlaktan akıp, geğirmeyle tekrar geri çıkarak bedenler üzerine çöreklenirim. Yağlı urganlar boğazlarında kayarken, şah damarlarında nöbet tutarım. Ilık bedenleri soğutup, buz kestiririm. Mor renge boyarım bedenlerindeki tüm azalarını. Bakan gözler pembe rengi o çürümeye namzet cesetlerde değil, artık başka cisimlerde görürler.

Defalarca şekil değiştirdim. Eskisini bir daha hatırlamamacasına unutup başka hallere büründüm.

Satırın parlak yüzü olup, bileklere indim. Kemiğin sesini duyarken kızıla boyandım. Ilık ıslaklığın ne olduğunu bir kez daha anladım.

Şifre bıçağın ucunda ense köklerine girip, insanoğlunun etinde yol kat ettim. Nefes kokusunu hissederken, bir bedeni ikiye bölüp çoğalttım.

Rütbe bekleyen paşalara, mükafat uman vezirlere ve sadrazamlara sunuldum gümüş taslar içerisinde şerbet kıvamında.

Kalp sektesinden ölen birinin aslında zehirlendiğini bilen üç beş kişi olaya benim de şahit olduğumu, hatta bizzat içinde olduğumu hiç bir zaman öğrenemediler.

Fermanlı olup diz çöktürülenlerin cellâtlara, ölüm hükmünü verenlere ve sebep olanlara ettikleri gün görmemiş küfürleri işitme ayrıcalığım da vardı.

İnsanların ne kadar kalleş, ne kadar yalancı, riyakâr ve düzenbaz olduklarını da görüp şaştım.

Bir hamam tellağı müşterisinin para kesesini tamah edip öldürür, daha az ya da hiç ceza almamak için kadıya cinayeti namusu için işlediğini söyler, şaşarım. Cezası affedilip para kesesini sakladığı yerde bulamaz tellak.

Parayı çalan bir başkası diğer tellağın üzerine atar suçu. Bu kalleşlik karşısında bir kez daha şaşarım. Tartışırlarken, birinden biri hamamın mermerine kafasını vurup terk-i dünya edeceği için bana yine iş düşer.

Öfkelendiğimi söyleyemem bu olanlara. Olayın aslını bildiğim için, şahit olduklarıma şaşmak, hadiseyi yarım yamalak bilen ademoğluna değil, yine bana düşer. Bazen şaşırmak yerine onların birbirine dediği gibi çiğ süt emmelerine yorarım tüm bu olanları. İnsanoğluna ait diğer pek bilmem. Sevinmenin ve üzülmenin ne anlama geldiğini bilmek yerine görür şahit olurum sadece.

Taştan ve ağaçtan tek farkım, gezer dolaşırım. Rüzgar gibi. Yok, rüzgâr gibi kendi bildiğime, kafama estiği gibi değil, bulut ya da ağaçtan düşmüş kuru bir yaprak gibi demek daha doğru olur. Fakat beni son nefeslerin verileceği mekânlara ulaştıranın da ne olduğunu bilmem.

oğu insanın sandığı bir yanlışın asıl doğrusunu da bir ben biliyorum. Bütün fakirler varsılların canının daha değerli olduğunu sanır, halbuki bir fakir de zengin kadar çırpınıp, debelenir elimde. Mal mülk sahibine göre daha kolay teslim etmez canını. Can tatlıdır, zengin için de, fakir için de.

Güvenle başını yastığa koyan sadrazamı dürtüp uyandıran her ne kadar eli urganlı bir cellâtsa da, o bîçare yalnızca beni görür karşısında. Bense onun omuzları üzerinde günahlarını ve sevaplarını yazan meleklerin kendi aralarında, hummalı bir tartışmaya giriştiklerine şahit olurum.

Sanıldığı gibi vahşetle değil, şefkatle dolanırım o zavallı boyunlara. Sarılırım, artık ne nefes geçer öbür yana, ne kan beri yana. Ne geldiğim ne de gittiğim anlaşılır o mekâna. Urgan olur çözülür, satır olur silinirim.

Bir şair vardı Sultan'ın nedimlerinden, gözde dostlarından, has odaya girme ayrıcalığı tanınan insanlardan. Dili belâ sına ömrü boyunca peşinde dolaştım desem yalan olmaz. Ne zaman ne diyeceği, sabah kime hangi nükteyi yapacağı, akşam da kime hangi hicvi söyleyeceği bilinmez yetenekli bir dilbazdı.

Nihayet ölüm hükmünün verildiğini duyar duymaz seğirttim. Sultan için bir hiciv yazdığı söyleniyordu ya, pek ilgilenmeden, sırtına çöreklenerek cellâtların gelmesini beklemeye başladım. Beklemesi için bir odaya soktular, ben de ardından girdim.

Epey bir zaman geçmesine rağmen ne gelen vardı, ne de giden. Boşu boşuna geldiğimi düşünmeye başladığım sırada bir kara hadım girdi odaya.

Korkmamasını tembih ederek yanına oturdu. Sultan hazretlerine affetmesi için dilekçe yazacağını söyledi.

Kuşağından bir kâğıt, hokka ve divit kalemini çıkardı. Şairin ağzından Sultan'a af dileyen satırlar yazmaya başladı. O an artık bana ihtiyaçları kalmadığını düşünüp pencere aralığından çıkıp, savuşmayı düşünüyordum ki, divitten kâğıdın üzerine mürekkep damladı.

Kara hadım kendi kendine eyvahlar çekip, sakarlığına küfürler ederken, şair onu teselli etmek için teninin rengine nazire yaparak, dilinin ucuna gelen lâfı söylemeden duramadı.

Üzülmeyin efendim, dedi şair tebessüm ederek, kâğıda damlayan mübarek terinizdir.

Bunu duyunca kanı beynine sıçrayan hadım yerinden hışımla kalkıp elindeki kâğıdı birkaç kez büküp yırttı. Küfür ederek kapıyı açtı. Eşikte bekleyen cellâtlar yağlı kementlerle odaya dalarken, ben de pencereden uçup yavaşça şairin ense köküne yavaşça kondum.

(Sayfa 92 - 97)

Saray

Sağlam olayım, boynuzunda durduğum sarı öküzün sinek kovalarken en şiddetli kuyruk sallamasında bile taş taş üstünde kalayım diye Horasan usulüyle kardıkları harcımın içine yumurta da kırdılar. Duvarlarımı sarmaşıklar sardı. Kışın dışım kar ve yağmurdan üşürken, içim bacalarda ve külhanlarda yanan ateşten kavruldu. Ağaç misali her yıl bir sürgün verdim. Kıyıma köşeme yeni köşkler, haremler, binalar yaptılar. Yıkıp tekrar imar ettiler, bakıp kendimi tanıyamadım.

Rüzgar hoyratça yalayıp gıdıkladı beni, kaşındırıp yıprattı. Çatılarıma kırlangıçlar yuva yaptı. Kiremitlerimde yosunlar çimlendi. Kubbelerimde unutkan kargaların farkında olmadan ektikleri ceviz ve incir ağaçları çıktı. Nefretin, sevginin, ihtirasın, öfkenin, iktidarın, aşkın, sikişmenin ve düzüşmenin önce manasını gördüm, ardından adını öğrendim. Doğumlara ve ölümlere şahit oldum. Taştan, topraktan ve ağaçtan imal edildiğim halde eceli bizzat gördüm. Hatta kubbelerimde pinekleyen melekleri ve yapacağı kötülükleri tasarlayan ve yandaş arayan şeytanı izledim gizlice. Hamile hasekinin yeni bir şehzade doğururken amından zeminime damlayan loğusa suyundan içim gıcıklandı.

Ademoğullarından bazıları odalarında ve köşklerinde yaşadıklarını, şahit olduklarını ya da duyduklarını anlatırken, kelimeler yetmediğinde, sanki onları sürekli gözetlediğimin farkındaymışlar gibi 'ah şu duvarların dili olsa da konuşsa' diye hayıflandılar. Halbuki bunu dile getirenler, onları da en mahrem hallerinde izlediğimin farkında değillerdi. Hücrede çile dolduran mahpus şehzadelerin padişah hakkında neler mırıldandıklarını, gıyabında ne tür küfürler icat ettiklerini, dile getirdikleri bedduaları, zeminimde çınlayan ayak ve sırtımı yalayan rüzgârın sesi arasında duymak için dikkat kesildim.

Kaderlerine lânet edip ağlarken, göz pınarlarından akan damlaları saydım. Bir odamda zevk, bir başka odamda da dert iniltileri birbirlerinden habersiz aynı anda kubbelerimi çınlattı. Duvarımın bir yüzüne huri kadar güzel bir cariyenin şehvetle titreyen kalçaları dayanırken, diğer yüzüne bir zavallının palayla uçurulan kellesinin kanı sıçrıyordu. Kapılarımdan ödül umuduyla giren paşaların gövdeleri gerisin geri çıkarken, kelleleri ibret taşında teşhir edildi.

Zor bir doğum sonrasında dünyaya gelen ve yıllarca hastalıkla boğuşan marazlı bir şehzadenin tahta oturduğu gün kendinden küçük bir düzine erkek kardeşinin kanına girdiğini ve fazla değil hepi topu üç yıl içerisinde tası tarağı toplayıp öbür tarafa göçtüğünü de gördüm. Hiç kimseye ilişmeyip, şaşılacak kadar uzun süre saltanat sürene de şahit oldum. O kadarki, aynı suratı görmekten ben bile sıkılmıştım artık. Tahta otururken çocuk olan ahali toruna torbaya karışmış, saçına, sakalına hatta kıçındaki kıllara ak düşmüş, dörtken iki, ardından da üç ayaklı olmuşlardı da, dünyaya kazık çakacağını sandığım zat-ı muhterem bir gün yaşlı bir ağaç gibi yıkılıp gitti.

Başka diyarlardan getirildiğini işittiğim sandıklar dolusu parıltılı taşlar gördüm. Her ne kadar benim temelimde, duvarımda kullanılanlara benzemiyorlardıysa da nihayetinde Allah'ın taşıydı işte. Düşmandan alınan ganimetlermiş bunlar. Zafer kazanmanın nimetiymiş. Çok değerliymişler, o kadarki o taşlar için bazen tenha mahzenlerimde birbirlerini boğazladılar. Surlarımın üzerinden leşleri denize atılıp, o uğruna cinayet işledikleri parlak mücevherleri bir duvarımın kovuğuna sakladılar. Yıllarca o küçük hazineyi ne arayan ne de soran oldu. Önce oraya saklayan aptalın unuttuğunu, sonra bir tesadüf eseri uzak memleketlere yapılan bir seferde geberdiğini duydum.

Çok sonra, kış, bahar ve yaz defalarca yer değiştirdikten sonra bir gün, tesadüfen o definle hiç alâkası olamayan biri buldu. Uğruna yıllar önce insanların neden öldüğüne anlam veremediğim gibi, o an bulanın da gözlerinin aynı o taşlar gibi parlamasının sebebini ve yüzünde beliren aptallıkla gülümseme arası ifadenin nedenini de anlayamadım. Herkese illâllah dedirtip, yaka silktiren zalim bir padişahın ölüm haberi, doğumunda olduğu gibi, gizliden gizliye coşkuyla karşılanmasına bir anlam veremedim.

Erkeksizlikten kafayı oynatıp kendi hemcinslerinin bedenlerinde nefis körelten cariyelerin, yemek için kullandıkları, erkeklerin bacakları kasıklarında sallanan organlara benzeyen sebzeleri bacaklarının arasına sokup kaybederken çıkardıkları anlamsız, ne konuşmaya, ne de horlamaya benzeyen hırıltıları dinledim.

Yıllarca boncuk boncuk terleyen bedenlerinden yükselen buharlar duvarlarımda rutubete sebep oldu. Benim harcım, taşım, sıvam ve kiremidim gibi bu alemde, insanlar arasında en ufak alış verişin bile bir bedeli olduğunu anladım. Bir zaman sonra padişahın gözdesi olduğundan ve güzelliğinden emin, bir o kadar da şımarık bir cariyenin bir kez memesine dokundurtmak, bir kez yanağından öptürmek, bir kez de tıraşlı cillop gibi apış arasını gösterme karşılığında aşkından deli divane olan haremağasının götüne mısır sömeği soktuğuna şahit oldum.

Zavallı haremağası çektiği ıstıraptan fal taşı gibi açılmış gözleriyle bu işkencenin bittiği an sevgilisinin de yanından uzaklaşacağını bildiği için gıkını çıkarmadan dayanıyordu. Gaddar cariye kuru, pütürlü sömeği çıplak bacakları arasına sıkıştırmış, önünde domalan haremağasının kapkara kalçaları arasında tek düze bir ritimle gidip gelirken anladım ki kendine aşık olma cesaretini gösteren bu zavallıdan intikam almakla kalmıyor, ne olduğunu bilmediğim, zevk diye tanımladıkları hissin doruklarına yükseliyordu.

Gözlerini yumup, titrerken bana yaslandı, elleri memelerindeydi. Yarısı haremağasının içindeki sömeği bacaklarını gevşetip bırakınca, pütürlü yüzeye akıp, bulaşan kendi sıvısının parlaklığına bir süre baktıktan sonra, halen önünde domalmış duran, her emrine açık kara kıçı diziyle ittiren bu yaratık çok değil iki hafta sonra has odada sultanın altında bunların hiç birini hatırlamadan zevk iniltileri çıkaracaktı.

Denizin mavisi üzerinde birer leke gibi duran yüzlerce geminin sultanı selâmlayan top atışlarını dinledim. Yıllar yıllar geçti, üzerimden kuşlar uçtu. Bir böceğin yüzlerce kuşak sonrası yavrularını gördüm. Temellerimdeki yılanların yüzlerce kez deri değiştirmesine, yapılacak bir tek kalleşlik için yüz çeşit kumpas tasarlandığına şahit oldum. Sıvalarım bin kez döküldü, bin kez yeni baştan sıvandı. Bir köşeme yeni bir yapı eklenirken, bir başka köşemdeki kubbeyi kaşır gibi yıktılar.

İnsanlar öldü yerlerini yenileri aldı. İçlerindeki iyilik ve kötülük hep aynı kalırken, giysileri ve görünüşleri hep değişti. Bu değişimler benim çehreme de yansıdı. Önceleri yadırgadığım, sonralarıysa alışıp seveceğim değişiklikler yaptılar üzerimde. Birbirlerine benim dün gibi hatırladığım vakaları bire bin katarak, içinde develerin tellâl, pirelerin berber olduğu masallar gibi yalan yanlış anlattılar.

Ak sakallı vakanüvisler bu safça anlatımları tarihi vesika olarak yazıp, kayda geçtiler. Nice gudubet, kalleş, nursuz, hırsız, haramzade ve yaramaz adamlardan melek sıfatıyla bahsederlerken, aynı satırlarda, namuslarıyla yaşayıp, iyilik timsali birer kahraman olarak bu alemden göçüp gidenleri de vebal altında kalıp, günaha girdiklerinin farkına varmadan, içlerine çektikleri gaflet mikrobunun tesiriyle, külliyen hain ilân etmekten zerre çekinmediler.

Ve ben halen tüm aleme ve zulmü yapan zalime, taştan kalbimle çatır çatır çatlarcasına, hırsla, öfkeyle, nefretle ve yapabileceğim hiç bir şey olmadığını görünce de hayretle, şaşarak bakmaktayım.

(Sayfa 251 - 254)

diYorum

 

71
Derkenar'da     Google'da   ARA