Patronsuz Medya

İkinci Cumhuriyet nedir, ne değildir?

Mehmet Altan - 1992

Künye - Mehmet Altan, TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ, Üç aylık fikir ve kültür dergisi, Sayı: 20 Güz 1992, Güz Gündemi / Cumhuriyet Tartışmaları  


Cumhuriyet, "halkın doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi" olarak tanımlanıyor.

Ne var ki, "halkın egemenliği" demokrasi olmadan sağlanmıyor. Ve pekişmiyor.

1923 Cumhuriyeti de gerçek bir halk egemenliğinin oluşmasını sağlayacak olan "demokratik" özden kopuk olarak ilân ediliyor.

Pratik yararı, Osmanlı Hanedanı'nın elinden iktidarı almak oluyor. Saltanat, babadan oğula geçemiyor. Osmanlı sülâlesinin tekelinden çıkıyor.

Ama halka da yar olmuyor. Çünkü, Cumhuriyet "tek adam" ve "tek parti" yönetimine dayalı bir diktatoryaya dönüşüyor. Halka Cumhuriyet Halk Fırkası dışında bir partiye oy vermek hakkı tanınmıyor. Çoğulcu bir seçim hakkından yoksun bırakılıyor.

Zaten, "devlet kuran parti" olarak nitelenen Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da ideolojisini oluşturan "altı ok" da demokrasi yok. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik ve laiklik var ama "demokrasi" yok.

Cumhuriyet, demokrasi ile beslenmediği zaman sadece iktidar savaşında "siyasal" bir manevra olarak kalıyor. Nitekim, 1923'de de iktidar genelde askerlerin elinde, özelde de Mustafa Kemal Paşa'nın şahsında toplanıyor. Osmanlı'nın tekelinden çıkıyor.

Demokratik bir cumhuriyet kurulabilseydi, çoğulcu bir rejime kavuşulacak, halkın devleti denetleyen egemenliği doğacaktı.

Yetmiş yıla yakın bir süreyi, demokratik nitelikten uzak bir anlayışın etkilemiş olması cumhuriyetimizin doğuşundaki bu eksiklikten kaynaklanıyor. Devlet yeniden belirlenirken demokrasiden nasibini alamıyor. Askeri nitelikleri ağır basan, Osmanlı'nın yönetim mirasını içinde barındıran bir devlet yapısı oluşuyor.

Örneğin, "halk egemenliğini" hayata geçirecek olan "seçimler", tek partili bir sistem tercih edilmesine rağmen, olması gerekenden çok farklı bir biçimde gerçekleşiyor.

Bürokrasi, Osmanlı Hanedanlığı'nın elindeki sarayın yerini almış, padişahın egemenliğini ikame etmiştir. O nedenle, bizim cumhuriyetimizi, sadece siyaseten değil, ekonomik olarak da incelemek, birinin diğerine nasıl tutamak yapıldığını görmek gerekir.

Bu ikili sarmal, birbirini payandalayarak, hem rejimin özelliğini oluşturmuş hem de egemenliğinin rahatça sürdürülmesini, kendini yeniden üretmesini sağlamıştır.

Bugün, "İkinci Cumhuriyet" tartışmalarında da, sürekli ve bazen de kasıtlı ihmal edilen en önemli noktalardan biri budur. Demokratik ve çoğulcu bir toplumu oluşturmanın temel şartı, bizim devletin elindeki ekonomik egemenliğe öncelikle son vermek, onu sistemin tek belirleyicisi olmaktan çıkarmaktır. Ekonominin vanalarını elinde tutan ve geleneksel anlayışı itibariyle de bunu bırakmak istemeyen asker-sivil bürokrasi, bu nedenle "devletin küçültülmesi" önerisine iyi bakmamaktadır.

Ekonomik egemenliğine son verilmedikçe, devletin yasakçı kural koyuculuğu da sona ermeyecektir tabii ki…

1923 rejimi, hükümet programlarında "Kemalist Rejim" olarak niteleniyor.

1923 Cumhuriyeti, 1937 yılında hâlâ "Kemalist rejim" olarak anılmaktadır.

Bu "tek adam" anlayışı, sistemin kendini denetleyerek özgürleştirme şansını azaltmıştır. Her türlü özgür düşünce sistemin dışına çıkarılmıştır. Rejimin sahibi "ordu" olduğu için, bu, Atatürk'ün ölümünden sonra da, rejimin bir gereği olarak devam edegeldi.

Nitekim, Türkiye'nin kısa "demokrasi" tarihine üç darbe sığdı.

Kromozomlarındaki nitelikleri araştıramayan ve buradaki zaafiyetleri gideremeyen bir toplum olarak kaldık.

"İkinci Cumhuriyet" kavramının önemli özelliklerinden biri. 1923 Cumhuriyeti'nin "saydam" olamamasının altını çizmek için "İkinci" sıfatını kullanmasıdır. Yeni ve saydam bir özeleştiri imkânını toplumun kendi kendine tanımasını sağlamak amacıyla, "İkinci Cumhuriyet" denmektir.

Çünkü birincisinin asli sahibi, sürekli, ordu olmuş ve toplumsal özeleştiriyi iyi gözle görmemiştir.

Bu, ta 1924'ten gelen "kötü bir huy"dur. Anti-demokratik bir göz korkutma bizim "siyaset geleneğimize" saklanmış ve çarpıklıkların "eleştirilerek" yok edilmesine hiç bir zaman "yeşil" ışık yakılmamıştır.

Sistemin, "eleştirisine" nasıl baktığını, şu satırlardan izleyebiliriz:

"1924'ten sonra Kemalist grup gittikçe daha sekter biçimde davranarak önce eski İttihatçıları tecrit etmeye daha sonra da Mustafa Kemal'in muhtemel rakiplerini pasif konumlara itmeye girişti.

Bu girişim iki aşamada tamamlandı: 1924'te, Meclis'te Mustafa Kemal'in kişisel yetkisini denetlemeyi ve sınırlamayı, tek başına iktidar olma eğilimini önlemeyi amaçlayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştu. Bu parti, kuvvetler ayrılığı ve Meclis'in hükümet üzerindeki kontrolünün artmasını savunuyor. İstiklal Mahkemeleri'nin temsil ettiği keyfi yargı yetkisine son verilmesini istiyordu. Kemalist kanat Kürt isyanını fırsat bilerek bu partiyi kapattı ve milliyetçi hareketin eski kahramanları olan önde gelen üyelerini yargı önüne çıkardı.

1926'da Mustafa Kemal'i hedef alan bir suikast teşebbüsü, hakim kanat karşısında hâlâ bir tehlike oluşturdukları düşünülen İttihatçıları içine alan bir fesat senaryosunun sahneye konulmasına imkân verdi. Yargılamalar sonucu önde gelen İttihatçıların bazıları asıldı, beraat edenler ise Mustafa Kemal'in ölümüne kadar siyasal hayatı terk etti.

Böylece, İttihatçılardan Kemalist gruba girmemiş olanlar tasfiye edildi. 1927'de de, potansiyel rakiplerden bir grup daha sürgüne gönderildi ve bunlar kişisel olarak bağışlanmadıkları sürece ülkeye dönemedi. Kemalist kanat kendini, ancak 1929'da bu baskıları mümkün kılan Takrir-i Sükun Kanunu'nu askıya almaya yetecek kadar ölçüde güçlü hissetti."

(ÇAĞLAR KEYDER, a.g. e., s. 71).

Bugün de siyasal rejimimiz, 1923 dönemini incelemeye imkân vermemekte. Örneğin, Franco İspanya'sında bile rastlanmayacak türden kararlar, mahkûmiyet gerekçelerinde yer alabilmektedir. Bunlardan bir tanesi, Mustafa Kemal'in "insan üstü özelliklerini" zapta geçirip, dönemin sorgulamasını yapmak isteyenleri hapse mahkûm edebilmektedir.

Rejim, eski zamanlarını giderip, demokratik kanallardan yararlanarak saydamlaşıp, çağa uyum sağlama imkânlarını reddetmektedir. Anti-demokratik bir "miras" hâlâ demokratik özelliklere ısınmadan yoluna devam ediyor.

Cumhuriyet'i "bürokrasinin" değil, halkın cumhuriyeti haline getirebilmek için demokratikleştirerek değiştirme önerisine "İkinci Cumhuriyet" denmektedir.

Bunun asla Fransa ile alâkası olmayıp Cumhuriyet'in askeri yapısıyla "ilişik kesme" anlamına "ikinci" olarak tanımlanmaktadır.

* * *

Siyasal Egemenlik Ekonomik Egemenlik

1923'ten bu yana neredeyse yetmiş yıl geçti. Ama hiç bir sisteme dahil edilemeyen "bürokratik ekonomik yapı" ile aldığımız yol pek de doyurucu değil.

Rejimin "bürokratik" yapısını vurgulamak için, bir siyasal örnek verebiliriz.

1923, hem Komünist Parti Genel Sekreteri Mustafa Suphi'yi Trabzon'da boğdurtmuş, hem de liberal Maliye Nazırı Cavid Bey'i İzmir Suikasti nedeniyle astırtmıştır.

Kemalist rejimin, hem komünizme, hem liberalizme "aynı anda" karşı olması, onun hiç bir sistemden yana olmaması ve iki kutup olan liberalizmle, komünizmi kendine "eşit uzaklıkta" tehlikeli bulması, bizdeki, bize özgü "bürokratik ekonomik" yapının ilginç bir ispatıdır.

Bu yapı, 1992 yılının sonunda bizi şu noktaya ancak taşımıştır:

1. Halkın hâlâ yüzde 40'ı kırlarda, yüzde 60'ı ise kentlerde yaşıyor. Bu tam iki asır önceki İngiltere'ye tekabül ediyor. Kır-kent dengesi açısından İngiltere'nin iki asır gerisinde bulunuyoruz.

2. Yirmi milyon çalışan insanımızın yarısı, yani on milyonu köyde, tarım sektöründe çalışıyor. Bunun da altı milyonu gizli işsiz. On milyon köylü nüfus. 12 AT ülkesindeki toplam köylü nüfusa eşit.

3. Ne devlet, ne de toplum üretken. 5 milyonluk herhangi bir Batı ülkesi kadar üretiyoruz. Örneğin, Norveç'in GSMH'sı bizden fazla.

4. Vergi vermiyoruz. Dört kişiden biri vergi veriyor. Vatandaşın vergileriyle, devlet hizmetlerinin yapılacağı, bu nedenle de, vatandaşın hizmetindeki devleti, giderlerini karşıladığı için demokratik imkânlardan yararlanarak denetleyeceği gerçeği topluma mal olmuyor.

1923'ün "demokratik ve üretken" olmayan yapısı, ekonomide ve siyasette demokratik kanalları tıkamasından kaynaklanıyor. İkinci Cumhuriyet, bu özelliği gidermek ve dönüştürmek amacıyla "ikinci" sıfatını kullanıyor. Çünkü bu zaafın giderilmesi, aynı zamanda 1923 Cumhuriyeti'nin kendine has özelliğinin de sonu demek olur.

Bu geri kalmış yapı içinde halkın ne ekonomik ne de siyasal egemenliği kökleşmekte, suni ve havada kalmaktadır.

Vergi verenler, vergilerinin "nereye harcandığını" denetleyecek durumda değildir. Çünkü bizdeki "devletçi ekonomik" anlayış, zaman içinde iyice yozlaşarak, bir "soygun sistemine" dönüştü.

Bunun temel ayakları şöyle:

1. Devlet Bakanları, 2. KİT'ler, 3. Teşvikler, 4. Gümrük fonları, 5. Bakanlıklarla iç içe çalışan özel vakıflar.

Türkiye'deki her türlü yolsuzluğu bu çember besleyerek, azdırmaktadır. Hiç bir siyasetçi ve siyasal kuruluş bugüne kadar bu "soygun sisteminin" temelini bertaraf etmedi. (…)

Halk, bu sistemi delerek, ödediği vergilere sahip çıkamıyor. Verilen vergileri "çarçur" eden bu anlayışı mahkûm edemiyor. Kısaca, "devletin kendisine hizmet etmesini" sağlamak için verdiği vergileri halk kontrol edememekte.

Bu bizim cumhuriyette "halkın ekonomik egemenliğinin" olmadığını gözler önüne seriyor. Bu sistem devam ettikçe de, bunun mümkün olamayacağı iyice belli oluyor.

Halkımız, 1923 Cumhuriyeti'nin ekonomik rejiminin bugünkü dejeneransı nedeniyle "ekonomik egemenlikten" uzak yaşıyor.

Siyasal egemenlikten de kolayca söz edilemeyecektir.

Türkiye hâlâ halkın oyu ile "seçilenlerin", tayinle gelen "atanmışlar" karşısında, protokolde gereken demokratik yeri almadığı bir ülkedir.

Hiç bir çağdaş ülkede olmayan Milli Güvenlik Kurulu, bizim ülkemizde hükümete "tavsiye"lerde bulunabiliyor.

Genel Kurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı'nın önünde olabiliyor.

Anayasalar, sürekli "asker süngüsü" ile yapılıyor. Bu nokta, hem rejimin kimliğini, hem de sahibini belli ediyor.

"İkinci Cumhuriyet" kavramı, "rejimin üzerindeki ordu vesayetini" terk etmek anlamına "ikinci" olarak nitelenmiştir. Tartışmalarda, bu noktanın altını sürekli ve çok kalın çizmemize rağmen pas geçilmektedir. Ya Fransa örneği verilmekte ya da bunun daha önce söylendiği hatırlatılmaktadır.

"İkinci Cumhuriyet", bizdeki anayasaları sürekli ordu yaptığı için, yeni anayasaları "yeni bir rejim" olarak görmek eğiliminde değil. Çünkü tüm anayasaları yapan aynı otorite.

Rejimin koşulları, şartları ve egemeni aynı oldukça, değişen anayasaları yeni bir cumhuriyet ile irtibatlamak, hiç bir anlam taşımaz.

"İkinci Cumhuriyet", tüm toplumsal tabakaların katılımıyla, devlet çatısının üretken ve demokrat olarak yeniden çatılma önerisidir. Bunun için ne Fransa ile ne de kendinden önceki önerilerle benzeşmektedir.

Hâlâ askeri yargı hayattadır. Aynı yasayı, özel bir askeri mahkeme bizde emirle uygulayabilir.

Bu askeri yapı, parlamentonun üniformalıları denetleme işlevini tutanaksız bırakıyor. Ülkemizde şüphe uyandıran hiç bir iddia, eğer üniformalıları ilgilendiriyorsa sorgulanmadı. Yargılanmadı. Sonuca ulaştırılmadı.

Ne 1 Mayıs katliamı, ne askeri darbeler, ne Mehmet Ali Ağca'nın Maltepe Cezaevi'nden kaçması, ne Lockhead Rüşvet Skandalı, ne Gladio.

Bu "üniformalı" sorulara, Türk demokrasisi cevap getiremedi. Bunları aydınlatmadı.

Halk egemenliğinin kabesi sayılan "parlamento", egemenliğini kanıtlayamadı.

Halk oy verdiği temsilcileri vasıtasıyla, devlet ayrıntının içinde olup bitenleri de deşemedi. Yani kısaca, siyasal egemenliğini kullanamadı.

Verdiği vergiyi ve verdiği oyu denetleyemeyen bir topluluğa, cumhuriyet rejiminde yaşamak fazla bir anlam ifade etmese gerek. Çünkü böyle bir rejim anlayışı Saddam'ın ülkesinde de, Hafız Esad'ın Suriye'sinde de var.

Oralar da cumhuriyet ama halkın egemenliğinden söz edilemiyor. Demokrasiden kopuk bir cumhuriyet sadece iktidar kavgalarına yardımcı oluyor. Ama halkı egemen kılamıyor.

"İkinci Cumhuriyet", cumhuriyeti "demokratik" yapma önerisidir.

Nasıl Yapmalı?

Türkiye'nin bu zaafiyetlerini gidermenin yolu temel atılımdan geçiyor.

Bunların başında, devletin ekonomik ağırlığının azaltılması geliyor. Ekonomik patronluğu sona eren devletin, ceberrut yaklaşımı da kuvvetsiz kalır.

İkincisi, parlamentoyu daha canlı ve doğal hale getirerek, rejimi üzerindeki askeri gölgeyi silmek. Üniformalıların "hukuka üstünlüğü" varmış gibi duran eşitsizliği gidermek.

Bu tedbirler, ekonominin kontrolünü halka verecek, egemenliği de seçilmişlerin ardındaki halka iade edecek.

Hem üretkenliğin, hem demokrasinin kapısı açılmış olacak.

Bu iki girişimin önündeki engel, hâlâ kendini sorgulatmayan, saydamlığı tabularla boğmaya çalışan devlet yapısıdır. Onu demokratikleştirip, elindeki para gücünü halka verirsek, bu, "İkinci Cumhuriyet" sayılır.

Ekonomik güç dağılımı bugünkü durumda kaldıkça, devletin yapısını çağdaşlaştırmak da, demokratikleştirmek de olanaklı değil.

Onun için, işlerin süreç içinde düzeleceğini beklemek iyimserlik olur.

Buna ömrünün yetmeyeceğini bilenler, daha hızlı ve gerekli bir değişimi benimsiyorlarsa, bu da "İkinci Cumhuriyet"tir. Eski geleneklerimizdeki "anti demokratik" gölgeleri temizlemeden, önümüzü açamayız.

Bu yolu açmak istemeyen üst düzey asker-sivil bürokrasi ve dışa karşı korunan iç piyasadan nemalanan kapkaççı zengin üçgenin egemenliğini kısmanın çaresi, "İkinci Cumhuriyet" tir.

"Değişim gerekli" ama "İkinci Cumhuriyet" demeye de gerek yok diyenler, dört soruyu net cevaplamalı.

Geçmişe örtü örterek, toplumsal dokunun sağlığına yeniden kavuşmasını engelleyen anlayış ile anti demokratik yaklaşıma eşlik eden devletin ekonomik patronluğuna nasıl çare bulacaklar?

Rejimin yapısındaki askeri niteliği nasıl giderecekler?

Bizi nasıl üretken ve demokrat kılacaklar?

Cumhuriyetin temelindeki çarpıklıkları gün ışığına çıkarıp düzeltmeden, büyük çarpıklıkları nasıl düzeltecekler?

diYorum

 

59
Derkenar'da     Google'da   ARA