Patronsuz Medya

Yol Ayrımı

Kemal Tahir - 1971

Künye - Kemal Tahir, Yol Ayrımı, İthaki Yayınevi, 2005,
sayfa 310-313  


İstanbul Bedesteni'nde, çok uzun zamandan beri, ele geçen her şey, gelişi güzel içine atılmış bir mahzenin karışıklığı, loş görüntüsü, küflü rutubeti vardı. Tepe camlarından vuran ışık çizgileri hiç bir şeyi aydınlatmıyor, tersine, eşyaları birbirine karıştırarak birbirinden ayırt edilmez hale getiriyordu. Dükkânların özelliği gibi, dükkâncıların tipleri, kılıkları, oturuşları, hatta konuştukları dil bile sanki çok eski zamanlardan kalmıştı.

Dükkânların önlerinde gelişi güzel çıkarılmış öteberi birbirine karışarak, aralıkları büsbütün daraltıyor, burasına, eskici torbalarından hiç bir ayrım yapmadan üst üste boşaltılmış bitpazarı derbederliği veriyordu.

Dikkat edilirse, birkaç belli başlı kalemden başka, hiç bir mal, halılar, eski gümüş takımlar, birkaç antika parça, bazı büyük hattatların eserleri sayılmazsa, burada, hiç bir şey, artık gerçekten değerli, daha doğrusu pahalı değildi. Cumhuriyetle beraber toplumun hayatından tekmeyle kovulmuş Osmanlılığın ufak tefeği, süsü, işe yararlıklarıyla beraber, bütün değiş tokuş değerini, bütün tarihsel değerlerini, bütün sanat değerlerini kesinlikle yitirmiş, hepsi burada, hiç acımadan çürümeye bırakılmıştı.

Bunların en acıklısı, nişanlar, silâhlar, ille de büyütülmüş fotograflardı. Nişanlar, eski tahta kutularda, örgüleri çözülmiş sepetlerde, karmakarışık duruyordu. Kurdeleleri çürümüş, madenleri küflenip paslanmıştı. Silahlar artık atılmaz, çekilemez olduklarından yamrı yumru, çarpık çurpuk demir parçaları halindeydiler. Evlerde asılacak çivileri bile kalmamış oldukları için, bütün savaşçı onurlarını bir daha ele geçirmemek üzere yitirerek buraya sürüklenmişlerdi.

Ölümden sonra bile "bir gölge" olarak bile geleceğe kalmak umutları nasıl biter, kesinlikle unutulmak, "Bu da kim? Ne işi var bizde?" sorularıyla süprüntüye atılıvermek ne korkunç bir kaderdir, bunu bedestene düşen fotograflarda görmek mümkündü. Hepsi de olduklarından daha güzel, daha güçlü, daha anlamlı görünmek için özenilerek çektirilmiş, çoğu camlı çerçevelere konulmuştu. Kılıçlarına dayanmış, göğüsleri silme nişanlarla dolu Osmanlı paşaları, sakoları, yukarıdan aşağı sırma işlemeli sivil rütbeliler, çeşitli okul üniformalarıyla çocuklar, delikanlılar… Yaşmaklı, çarşaflı hanımefendiler…

İlle de, çoğu Müslümandan daha sağlam Osmanlı oldukları halde, çoluk çocuğuyla beraber gaddarca öldürülmüş, göğüslerindeki sadakat, şefkat, liyakat madalyalarıyla gururlu Ermeni memurlar, esnaf, sanatçılar, bunların kızları, karıları… Palabıyık Rum beyzadeleri, tombul kokonalar, çapkın kokoniçalar… Hiç bir yere gönderilmeden dükkân raflarında moda olmaktan çıkarak eskimiş kartpostallar… Kimlikleri yaşamamışçasına geçip gitmiş, her çeşit vizite kartları, antetli mektup kâğıtları, zarfları…

Fenerbahçe'yi, Kâğıthane'y, Bostancı kadınlar deniz hamamını, Göksu sandallarını, zeybekleri gösterir yağlıboya tablolar… Atlı arslan avının, Arap'ın intikamının, Romeo Jülyet'in, Karadağ Kraliçesi Drafa'nın, Dömeğe Meydan Savaşında şehit Abdülkerim Paşa'nın taş basmaları… Çoğu, sarı yaldızlı çerçeveleri bahasına müşteri bekliyorlar, alıcı olmayan, merakları bir an yanıp hemen sönerek ellerini kirlettikleri için kendilerine kızan aylaklarca tartaklanıp duruyorlardı.

Çoğu taşlarını yitirmiş tunç, bakır, hatta gümüş yüzük halkaları, halkalarından ayrılmış her renkten, her çeşitten yüzük taşları… Taşlara, madenlere kazılmış mühürler… Tekke kılıkları avadanlıklarından kemer tokaları, kancalar, marpuçlarından, çubuklarından ayrı düşmüş kehribar ağızlıklar, yığın yığın, renk renk tespih taneleri… Muhafazaları hurdaya verilip eritilmiş saatlerle içi boş saat muhafazaları… Ne oldukları ilk bakışta anlaşılamayan, dikiş makinalarının antika sayılabilecek ilk modelleri, ilk dökme ütüler, saç kıvırma, mangal karıştırma maşaları… Hiç özürsüz oldukları halde mutlaka bir sakatlıkları varmış gibi, insana güvensizlik veren Saksonya biblolar, bakara takımlar, kristal vazolar… Ondokuzuncu yüzyılın Paris, Viyana, Berlin zevkine göre dökülmüş çeşitli heykelcikler… Daha beteri, eski Yunan mitolojisinden tanrıça kopyaları… Renk renk, biçim biçim, kimi iyi işlenmiş mücevher kadar cici, kimi akıl almaz derecede zevksiz gaz lâmbaları, dört köşe kutular, yuvarlak kaplar, cigaralıklar, şekerlikler…

Tanzimat'tan bu yana İstanbul'un birkaç semtinde, İzmir'in birkaç mahallesinde, Beyrut'ta, Selânik'te batılılaşmayı bunları kabul etmek, batılılaşmasız da yaşanmaz sanılarak alık Osmanlılar'ın bonmarşelerden, pazardölevanlardan, bin bir çeşitlerden kapışarak kendi ya da birbirlerinin evlerine koşturdukları maskaralıklar… Tamamıyla başka bir toplum içinde yapılmış olduklarından, Osmanlılarda ancak köpekleşmeyi, ruh rezilliğini ispatlayan hediyelikler, yadigârlar, gerçek Osmanlı hanımlarına, el sürmekle değil, göz değdirmekle iğrenme veren yüzde yüz pislikler… Sanata hiç uğrayamamış olmanın çirkinliğini yüklenmiş şeyler… Batı uygarlığının, alık batılılar da düşünülerek piyasaya sürülmüş küçük dolandırıcılık avadanlıkları… "Bir deli çıkar, çeker alır! Çarşıdır bu, hiç belli mi olur?" gerçeğine dayanarak çöpe atılması her gün bir kere daha geciktirilen süprüntüler…

diYorum

 

62
Derkenar'da     Google'da   ARA