Patronsuz Medya

Ordu ne işe yarar?

Erol Özkoray - 12 Mart 2003

Künye - Erol Özkoray, Ordu ne işe yarar?, 87 sayfa, Belge Yayınları, 2007, ISBN:9753443781  


Türkiye'nin ve demokrasinin önündeki engel, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en önemli özelliklerinden biri iç ve dış kriz yaratmadaki uzmanlığıdır.

Ordu kendi ürünü olan otoriter sistemi meşru kılmak için krizle beslenir, bu durum ideolojisini belirler, sözde demokrasi olan siyasî sistem içinde "patron" rolü oynamasına yol açar ve aşırı silâhlanmanın da temellerini oluşturur.

Orduların görevi dış düşmana karşı ülkeyi korumaktır. Batı demokrasilerinde rol bununla sınırlıdır, başka da hiç bir görevi yoktur ve sivil siyasî erke bağlıdır. Türkiye'nin ulusal hedefi Avrupa Birliği'ne tam üye olmak olduğuna göre, ülkenin Silahlı Kuvvetleri'ni bekleyen görev de tek olacaktır: Vatanı dış düşman(lar)a karşı savunmak.

Böyle bir süreçte değil AB üyesi Yunanistan, AB genişleme listesinde yer alan Kıbrıs bile düşman statüsüne girmiyor. Üyesi olmak istediğiniz kulüpte "düşmanlarla" mücadele ederek yol alamazsınız, kuralları da siz belirlemeye kalkamazsınız. Ancak Ankara böyle düşünmüyor. Böyle düşünmeyince de ortada tek çözüm kalıyor: AB üyeliğinden vazgeçmek.

Halkın %80'inin istediği ve ülkenin tek aydınlık geleceği konumundaki bir üyelik söz konusu olduğundan bu durumu yurttaşlarınıza anlatamazsınız, onlara kabul ettiremezsiniz. Ordunun içinde debelendiği en büyük açmaz budur. Ordu, AB sürecinde iktidarını kesin ve geriye dönüşü olmayan bir biçimde kaybedeceği için sıkıntısı büyük. Türkiye'nin ve demokrasinin önünü tıkadığı için artık ordu ile ilgili hayatî sorunun sorulması gerekiyor:Türk ordusu ne işe yarar?

Ordu "yarı sivil uzantısı" MGK aracılığı ile Batı'ya birçok mesaj veriyor:

- Biz özel bir ülkeyiz, diğer aday ülkelere benzemeyiz. Bizim sorunlarımız da büyük. Bizim Kürt sorunumuz, sizin Korsikalılarınıza, Basklarınıza, İrlandalılarınıza benzemez. Özel şartlar, özel durumlar gerektirir. Bizim sistemimiz bize hastır, bize özeldir. Bundan vazgeçemeyiz.

- Ülke düşmanlarla çevrili. Kimi toprak istiyor, kimi iç karışıklık çıkartıyor, kimi de bizi ablukaya alıyor. Komplo karşısındayız. Ülkenin iç ve dış düşmanları bizi bölmek istiyorlar. Sistemin garantörü ben olmazsam, bu ülke paramparça olur, yıkılır gider.

- Bizim bizden başka dostumuz yok! Herkes bizim kötülüğümüzü istiyor, hatta Batı bile. Sevr hortlatılmaya çalışılıyor. AB'nin asıl hedefi ülkeyi bölmek. Bizi tuzağa düşürmeye çalışıyorlar. Bölücü ve köktendinci hareketlerin de amacı ülkeyi yok etmek. Sistem benim denetimimden çıkarsa ülke tuzağa düşürülür.

Yukarıdaki tavır patolojik bir vaka görünümündedir. Bir devlet paranoyası olduğu çok açık ve net olarak ortada duruyor. Bu gerekçelerin bir bölümü doğru olarak kabul edilse bile, sıralanan tehlikelerin çoğu sanaldır. Ancak bu hezeyanlar, Türkiye'nin demokrasiye geçmesini engellemektedir. Kısaca biz yurttaşların geleceğini karartmakta, genç kuşakların umutlarını yok etmektedir. Dolayısıyla biz sivillerin bu kurumlarda yer alan hezeyanları görmemiz ve bu konuları derinlemesine incelememiz gerekiyor.

Orduya verilecek, tartışmaya bile yol açamayacak olan betonarme cevap İsrail örneğidir. Müttefikimiz İsrail, sanal değil ölümcül tehditler altındadır, ordunun görevleri çok ağırdır, ülke sürekli savaş halindedir, ama buna rağmen içinde yaşadığı siyasî sistem batı normlarında olan çok ileri bir demokrasidir. Şimdi, İsrail örneğine bizdeki sanal ortamla kıyaslayarak daha yakından bakalım.

İsrail son 50 yılda irili ufaklı 8 savaş yaparak kendisini yok etmek isteyen Araplara karşı mücadeleden galip çıktı. Türkiye ise son 50 yılda bu anlamda bir savaş yaşamadı. Aslında Türkiye yaşamsal savaşı olan Kurtuluş Savaşı'ndan beri, 78 yıldır bu tür bir savaşın içinde kendini bulmadı. İsrail'i çeviren ülkeler (1979'dan itibaren Mısır hariç, ardından da günümüzdeki Ürdün) klâsik ve gerçek birer düşmandılar, Yahudileri haritadan silmek için savaşıyorlardı ve hâlâ da savaşmaktalar. Türkiye'nin bazı komşuları ile güvenlik ve toprak sorunları olabilir, ancak bu durum ülkenin hayatî tehdit altında olmasını gerektirecek bir boyutta olmadı ve hiç bir zaman da olmayacak. İsrail'in aksine, dış düşmanları tarafından, Türkiye'nin varlığı tartışılmamaktadır.

İsrail'in nüfusu 6 milyon, Arapların toplam nüfusu ise 163 milyondur. Ülke tam anlamıyla abluka altındadır. Ama 65 milyonluk Türkiye, 11 milyonluk Yunanistan tarafından Ege ve Akdeniz'de çevrildiğini ve ablukaya alındığını iddia etmektedir. Biz bu durumu hem Atina'da, hem de Samos'ta (bizdeki adıyla Sisam'da), halktan Yunan dışişleri mensuplarına kadar çeşitli kişi ve yetkililere sorduk, kimi güldü, kimi ise nazik tebessüm etti ve hemen hepsi şunu söyledi:

"Hiç 11 milyon, 65 milyonu ablukaya alabilir mi?"

Hiç bir ülkenin azınlığı İsrail'in Filistinlileriyle, ne coğrafî, ne siyasî, ne de sosyal olarak kıyaslanabilir, ne de tehlikenin her türlüsü açısından yarışabilir. Dışişleri Bakanı Şimon Perez'in deyimiyle ortadaki durum iki toplumun "sahanda yumurta gibi değil, omlet halinde" olmasıdır. Artık Kudüs ve Tel-Aviv gibi büyük şehirlere de sıçramış olan iç savaş haline rağmen, bu ölümcül ve sürekli tehlikelerden hiç birini (dış düşman, abluka ve iç savaş) bahane etmeden, özgürlüklerden taviz vermeden, ordunun güvenlikteki belirleyici rolüne rağmen, ona siyasî sistemi teslim etmeden, İsrail demokrasisi sivil otoritenin yönetiminde yoluna devam ediyor.

Düşünün savaş halindeki (1982 Lübnan savaşı) bir ülkede barış yanlıları 500.000 kişilik miting düzenleyerek Sabra ve Şatila katliamlarını ve ordunun politikasını protesto edebiliyor. Türkiye'deki militarist mantık açısından gerçeküstü bir durum!

Ortadaki commedia dell'arte ye bakın. Bir ülkede sanal tehlike var ortada demokrasi yok, diğer ülke ölümcül tehlikelerle boğuşuyor sistemi gerçek demokrasi! Onun için bu halka "sanal tehlike durumu" ve hayali korkular dezenformasyonla yutturulmaya çalışılarak demokrasi engellenmeye çalışılmasın.

Peki, ülke bu duruma nasıl geldi? Ulusal bir travma ancak böylesine hastalıklı bir bakış açısı geliştirebilir, basını, aydınlarının bir bölümü, belli kesim siyasîleri bunun ardına takılabilirler. Bu travma 1915 yılında Çanakkale'de yaşandı. Bu travmanın boyutlarını daha iyi görebilmek için Gelibolu'ya gittim, gezmediğim şehitlik, muharebe alanı, siper kalmadı. Orada ünlü Çanakkale cehennemini gördüm, büyük vahşeti ve kasaplığı neredeyse yaşadım.

Çanakkale, 20. yüzyılın en kanlı ilk boğuşmasının olduğu yerdi. Batı emperyalizminin Türkiye'nin hakkından gelmek için nasıl bütün gücüyle yüklendiğini hissedip, ürperdim. Orada gerçekten inanılmaz bir kahramanlık gösterildi, 10 ayda 265.000 insanımız şehit oldu (Kurtuluş Savaşı'nda bile şehitler 30.000'i geçmez). Yani, 10 milyonluk Türkiye'de her aile bir şehit verdi. İngilizler ve Fransızlar da toplam 200.000 kişi yitirdiler. Yıkılma, bölüşme, paylaşılma, komplo sendromunun ülkeye dalga dalga yayıldığı yer Çanakkale'dir. I. Dünya Savaşı vahşeti 15 milyon cana mal oldu.

Ardından aynı Batı II. Dünya Savaşı'nı çıkardı. 60 milyon insan biçildi. Goethe'nin, Beethoven'in ve Einstein'ın vatanı soykırımı icat etti ve 6, 5 milyon musevîyi yok etti. 1945'e gelindiğinde her iki kasaplık 80 milyonun üzerinde Avrupalının canına mal olmuştu. II. Dünya Savaşı'ndan aşağılanarak çıkan Fransa rövanşçı tavra girmiş olsa, ufukta bir III. Dünya Savaşı olacaktı. Ama Batı Avrupa bunun böyle devam edemeyeceğini gördü, Fransa tek taraflı olarak yıkılmış Almanya'ya dostluk elini uzattı ve böylelikle hem o ülkelerde süren ezelî düşmanlıklar sona erdi, hem de barış ortamına geçilerek Avrupa Birliği'ne giden yol açıldı.

Ancak, II. Dünya Savaşı gibi bir faciayı bu ülkeye yaşatmayarak mucizevi bir başarı gösteren ve halkımızı koruyan o dönem yöneticilerinin gösterdiği bu müthiş performans, Çanakkale sendromunun ulusal bilinç altında yarattığı travmayı yok etmeye yetmedi. Dahası paradoksal bir biçimde, Batı'da yaşanan büyük değişimin algılanmasını engelledi, bunun sonucu olarak AB'nin bunca mezalimden sonra kurulurken bütün Avrupalılara (bizim vatandaşlarımız da dahil) sunduğu yeni toplum modelinin ne kadar değerli olduğunun da anlaşılamamasına neden oldu.

II. Dünya Savaşı'nın ardından Batı Avrupa eski hastalıklarını bırakarak, AB ile barışçı çıkış yolunu bulurken, Türkiye hem II. Dünya Savaşı vahşetini algılayamadı, hem de AB'nin önemini kavrayamadı. Çanakkale sendromuna çakılıp kalındı. Ülkenin Batı tarafından bölüşülmesi anlamına gelen Sevr, özellikle AB ile ilişkilerde son dönemde hep ortaya atıldı ve otoriter sistemin meşruiyeti için sık sık kullanıldı.

Üyesi olunması hedeflenen kulüp düşmanca ve rövanşçı bir yaklaşımla, "biz (Türkiye) ve onlar (Avrupa)" diye hasmane bir biçimde anıldı. AB'ye girmek isteyen lâik cumhuriyetçiler bile, "AB'ye Avrupalılar istemese bile, biz kendimizi kabul ettirerek, savaşa savaşa gireceğiz" dediler. Barış, dostluk ve refah kulübüne girmek isteyenlerin bile kullandıkları terim savaş oldu. İşte bunun adı Çanakkale sendromudur, ordu tarafından da bu görüş sürekli dile getirilmektedir.

Bu diretmeci tavrın özü "bizim koşullarımızda üyelik" ten oluşuyor. Bunun tercümesi şudur: AB üyeliğini is-te-mi-yo-rum! Ankara, bu çerçevede AB'nin temel felsefesini bile sorgulamaya cüret edebiliyor. Her alanda iflâs etmiş olan bir ülkenin bu tavrının adına ancak şımarıklık denebilir. 78 yıldır hiç bir yaşamsal ve büyük bir belâ ya uğramamış olan bir ülkenin şımarıklığı. Tabi bir de kendini hâlâ Osmanlı gibi öncü bir dünya devleti sanma kompleksi ve yanılgısı da var.

Bu durumu Fransa ve İngiltere de 1956 Süveyş Krizi ile yaşamışlar, dünyayı II. Dünya Savaşı sonrası artık ABD ve Sovyet Rusya'nın birlikte yönettikleri gerçeğini büyük bir sille yiyip öğrenmişler ve kös kös yurtlarına geri dönüp uluslararası arenayı bu iki deve terk etmişlerdi. Türkiye'nin kendine gelebilmesi için böyle bir dayak mı yemesi gerekiyor? Sırpların Batı karşısında düştüğü feci durumu hiç aklımızdan çıkartmayalım.

Özetle, Batı 55 yıldır aynı Batı değil, ama Türkiye 85 yıldır hâlâ Çanakkale Türkiye'si.

Ordunun siyasî sistem içindeki belirleyici rolünü sürdürebilmesi, aşırı silâhlanmasını haklı gösterebilmesi ve uyguladığı stratejiyi meşru kılabilmesi için krizlere ihtiyacı var. Ordu meşruiyetini krizlerle sağlıyor. Bunun için de kriz yaratması ve ardından da onu yönlendirmesi gerekiyor. Ordunun her iki alanda da müthiş bir uzmanlık gösterdiği söylenebilir. Ankara kriz çıkarmayı ve onu mükemmele yakın bir biçimde yönetmeyi biliyor. Türkiye'nin en iyi becerdiği iş bu. Kriz çıkarma yöntemi iki ayaktan oluşuyor: Dış kriz (dış düşmana yönelik) ve iç kriz (iç düşmana yönelik).

Yaratılan en son dış kriz Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) nam-ı diğer Avrupa Ordusu ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB'ye üyeliği konusunda oldu. Her iki kriz de çok vahim boyutlara ulaşacak ve önümüzdeki 12 ay içinde Türkiye'nin başını ciddi olarak belâ ya sokabilecek kadar büyüyecektir. Bu krizin nasıl oluştuğuna girmeden hemen şu soruları da soralım: Ankara acaba büyük bir belânın oluşmasını mı planlıyor? Ülkeyi felâkete götürecek bir kumar mı oynanıyor, bir mizansen mi yapılıyor? Kısacası acaba hesaplar her iki krizi de tırmandırarak AB ile ilişkileri tümünden kopartmaya mı yönelik? Bizim görüşümüz bu yöndedir, bunun gerekçelerini de aşağıda bulacaksınız.

Türkiye, Avrupa'nın yeni Sırpları olma yolunda dolu dizgin gidiyor. Devlet paranoyasının ülkeyi götürebileceği nokta ancak Sırpların, Batı'nın karşısında düşmüş olduğu durum olabilirdi. Komplo edebiyatını en fazla dile getiren Sırplardı, Batı bizi sevmiyor diyen yine onlardı, Sırpların Sırplardan başka dostu yok diyen de onlardı. Sırplar sonunda milliyetçi hastalıklarına yenilerek Balkanları kana buladılar, 300.000 insanı katlettiler ama sonunda paranoyaları da doğrulandı: Başlarına Batı'nın bombaları yağdı!

Bu anlamda Türkiye'nin de niyetlerine bağlı olarak bu paranoya gerçek olabilir ya da belli politikalar uygulanarak bu paranoyanın doğrulanması provoke edilebilir. İşte AGSK ve Kıbrıs bu anlamda günah keçisi rolü oynayabilir.

Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyeliği nedeniyle Avrupa ile silâhlı bir çatışma içine girebileceğini bugünden gördüğü için, AGSK içinde yer almak istiyor. Ama AGSK'ya girebilmek için AB tam üyesi olmak gerekiyor.

Halbuki Türkiye, 13 ülkelik genişleme listesinde, demokrasi kriterini yerine getirmediği için daha AB ile tam üyelik görüşmelerine bile başlayamamış olan tek ülke. Demokratikleşme denince ağırdan alan, kulaklarını tıkayan, halkın demokrasi istemine rağmen otoriter sistemi sürdürmek isteyen 1982 Anayasalı ve MGK'lı Türkiye, silâh, ordu, militarizm denince mangalda kül bırakmıyor, adeta çıldırıyor. Her şeyi talep ediyor (hakkı olmayanlar da dahil olmak üzere), şantaja başvuruyor (NATO üyesi olarak AGSK'ya tanınacak olan lojistik kolaylıkları veto ediyor), kriz çıkartıyor (krizin çözülmemesi için blokajlar koyuyor).

Şimdi olaya bir de tersinden bakalım. Batı'nın, AB genişleme listesinde yer alan Türkiye ile ilgili tavrı çok nettir: "Eğer kötü niyetli olsaydım, seni istemeseydim, seni zaten içime almazdım; Genişleme listesinde yer aldığına göre artık benden birisin, kulüptensin; Aşamalı olarak üzerine düşenleri yaptığın sürece (Katılım Ortaklığı ve Ulusal Program'da yer alan konular), üyelik görüşmelerine başlarız ve bir süreç içinde tam üye olursun. Ama önce demokrasi kriterini yerine getirmen gerekiyor" .

Bu çerçevede artık Türkiye bir barış kulübünün müstakbel üyesi. Artık Yunanistan ve Kıbrıs ülkenin düşmanları değil. Aynı durum onlar için de geçerli. Türkiye'de onların düşmanı değil. Türk ordusu bu durumu içselleştirse, ortada ne Kıbrıs, ne de Yunanistan'la olan diğer sorunlar kalacak. Ama olmuyor, Türkiye kavga çıkartmaya hazırlanıyor. Orduya göre Kıbrıs hâlâ 1974'lerin Kıbrıs'ı, Batı'da Çanakkale'nin Batı'sı.

Durum böyle olunca ordunun kriz çıkartmaktaki çıkarına bakmak gerekiyor. Ordu, Türkiye'nin AB üyeliğini istemiyor. Ancak bunu açıklamaya cesaret edemiyor ve her resmî çıkışında tersini söylemeye özen gösteriyor. Çünkü tüm ülke yurttaşlarını karşısına alacağını biliyor. O zaman, ülkenin hassas olduğu bir konuda AB ile kopma, milliyetçi duygular sömürülerek yapılabilir. Bunun da tek adresi Kıbrıs'tır. Kıbrıs Cumhuriyeti, AB genişlemesinin ilk dalgasında 2003-2004 yılında tam üyelik koşulları sağlamış bir ülke statüsünde Birliğe üye olacak.

Bu durumda Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ı ilhak edeceğini duyurdu. AP'nin en son yayınlanan Poos Raporu ise böyle bir durumda Türkiye'nin genişleme listesinden çıkartılacağı kararını içeriyor. Bize göre ordu bütün mizanseni bu olgu üzerine kuruyor: "Biz Kıbrıs konusunda onları uyardık. Onlar ise bize düşmanca davrandı. Sonunda da bizi AB'den attılar. Zaten Batı bizi istemiyordu". Bu politikaları ile, ulusal güvenlik bizim alanımız diyenler ülkeyi AB'den koparmayı amaçlayarak tam bir felâkete götürüyor. Ülkenin ulusal hedefini ve geleceğini yok eden bu durum için de biz de diyoruz ki, ulusal güvenlik yalnız askerlere bırakılamayacak kadar çok ciddi bir konudur, sivillerin işidir.

Kıbrıs'ta ordunun hazırladığı mizansen, Türkiye'yi AB'den koparıp bütünüyle bir Orta-Doğu ülkesi yapmakla sonuçlanacağı için, biz sivil Türklerin, bu ülkenin tüm yurttaşlarının geleceklerine sahip çıkmaları gerekiyor. Çünkü böyle bir durum bizim felâketimiz demektir. Batıya sırtını dönmüş olan Türkiye'yi bekleyen, medeniyet yerine ancak barbarlıktır.

Ordu Kıbrıs'a çıkarken görünen neden Türk soydaşları korumaktı. Bugün o soydaşlar Kıbrıs Cumhuriyeti'nin verdiği anayasal haklarını kullanarak güneyden pasaport alıyorlar ve birkaç yıl içinde serbest dolaşım hakkına sahip olup Avrupa'da çalışmak istiyorlar. Geleceğin Türkiye'de değil, AB'de olduğunu soydaşlarımız çok iyi görüyorlar.

Peki, kuzey Kıbrıs'ta yarın hiç Kıbrıslı Türk kalmazsa, orası Türkiye'nin her anlamda kuruttuğu bir bölge olarak kalırsa, 1974 gerekçesinden (soydaşımı kurtarıyorum) geriye ne kalacak? O zaman Ankara diyor ki "orada tek Türk bile kalmazsa, orasını terk edemem". Sormak lâzım: Kardeşim kimin yerini, kime terk etmiyorsun?

Cevap: Terketmiyorum çünkü, benim için stratejik önemde ve abluka altındayım!

Haki kep düşüyor, gerçek ortaya çıkıyor: Ben aslında Kıbrıs'a soydaşlarım için değil, stratejik nedenlerle çıktım! O zaman sen işgalci oluyorsun. Bu durum Türkiye'nin 27 yıllık Kıbrıs politikasının nasıl büyük bir fiyasko ile sonuçlandığının ve iflâs ettiğinin kanıtıdır. AB sürecinde dostluk ve barış ön plana çıkarken nasıl böyle saldırgan davranırsın sorusuna cevap ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ndeki cevap: "Yunanistan'la ilişkilerde tehdit algılanmasına dikkat edilmelidir. Türkiye'nin bir tercihi olmamasına karşın, Yunanistan ile bir çatışmanın çıkabileceği gözden kaçırılmamalıdır" .

Burada yer alan "Türkiye'nin bir tercihi olmamasına rağmen" cümlesi tamamen şaşırtma amaçlı sofizmdir. Çünkü Ankara-Atina arasındaki yumuşamanın baş mimarı Yunan Dışişleri Bakanı Yorgos Papandreu'dur ve barışçı dost eli uzatma politikası da Atina'nın yaratıcılığı sonucu tek taraflı olarak ortaya çıkmıştır.

Bu kadar kötü niyet, militarist bir tavırla bir arada bulununca, artık Türk ordusunun yayılmacı ve genişlemeci olduğu yorumunu yapmamak da mümkün değil. Sonuç olarak demokrasilerin olmadığı ülkeler belâ ve kriz üretiyorlar. Siz dünya tarihinde birbiriyle savaşmış demokratik iki ülke hiç gördünüz mü? Birleşik Avrupa süreci başladıktan sonra, demokratik Avrupa ülkelerinin birbirleriyle savaştıkları hiç görüldü mü?

Şimdi gelelim en az dış düşman kadar vahim olan ve Türkiye'nin demokratik bir ülke olmasını engelleyen iç düşman sorununa… İç düşman kavramını kullanan bir ordu darbecidir. Bu siyaset biliminde bu kadar açık ve nettir. Matematiksel bir veridir. Hiç bir tartışmaya mahal de vermez. Tabi bu durum bizim iç düşman kavramını açıklamamıza engel değil.

İç düşman kavramını en çok kullanan iki ordu İspanya'nın Frankocu Ordusu ile Yunanistan'ın Albaylar Cuntası idi. Bu ülkeler demokrasiye geçerken ulusal ordularının bu kavramları kullanması, ona göre yönlendirilmesi beyinlerden, metinlerden ve kurumlardan kazındı. Çünkü iç düşmana göre yönlendirilmiş bir ordu demokrasi için tehlike arz ediyordu. Böyle bir ideoloji ile özgürlüklere ve çoğulculuğa bağlı demokrasilerinin yaşamaları mümkün değildi. Bu tür ordular diktatörlük kuruyorlardı, cuntacı ve darbeci oluyorlardı. Modern toplumlardaki orduların, ülkelerini dış düşmana karşı korumaları hayata geçirildi, bu ülkeler ordularını ehlileştirdiler ve ardından da profesyonelleştirdiler. Her iki ülkenin de büyük yıkımlara neden olan "Kardeş Kavgası" yaşadıklarını, çok kanlı iç savaş sürecinden de geçtiklerini bu arada hatırlatalım.

Son 15 yıllık gazete koleksiyonlarını karıştırın. Her yeni Genelkurmay Başkanı bir ahmak gazeteci bulur ve demecini verir: "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yeni stratejisi iç düşmanla mücadele olarak belirlenmiştir". Tekelci basın bunu yutar ve manşetten verir.

Ordunun iç düşmanları her dönem değişir ve bu durum 30 yıldır sürer. İlk iç düşman komünistlerdi. Ardından anarşistler çıktı. Zor da olsa sonunda kendilerine rağmen ülkücüler de iç düşman statüsüne girdi. Kürtler ciddi bir biçimde uzun süre iç düşman olarak kaldılar ve hâlâ da öyle kalmaya devam ediyorlar. Ardından en medyatik iç düşman doğdu: Köktendinciler.

Son iç düşman Brezilya dizileri gibi bitmez tükenmez bir iç düşman. İç düşman statüsüne düşmek için (ya da yükselmek mi?) sırada Alevîler var. Alevîlerin demokrasi talebi yüksek ve çok bilinçli oldukları için bu potansiyel iç düşman, demokrasi talebi yine çok yüksek olan AB yandaşları ile birlikte koalisyon yapmış olarak da ilân edilebilir.

Bu satırların yazarı da hemen demokrasi istediği ve AB 'ye girilmesini savunduğu için onlara göre potansiyel bir iç düşman statüsündedir. Bu listeye AB'yi savunduğu için yarın TÜSİAD'da dahil olabilir. Yarın bir sosyal patlama olursa bu iç düşman memurlardan, işçilerden ve köylülerden de oluşabilir. Kısaca iç düşmanın sonu yoktur, her ahval ve şeraitte iç düşman ordu tarafından (MGK eliyle) çok güzel bir biçimde yaratılır ve tekelci medya tarafından ülkeye pazarlanır.

Tabi bu gidiş ve bu kafayla ortada pazarlanacak iç düşman kalmayacak, çünkü ülkenin tümü iç düşman statüsüne transfer olmuş olacak!

Ülkeyi, kendi ifadeleriyle post modern darbeye kadar götüren en renkli ve moda iç düşman, köktendincileri ele alalım. 12 Mart 1971 darbesi nedeniyle yurt dışına kaçmış olan Necmettin Erbakan, Demirel'in oylarını bölmesi için İsviçre'den generaller tarafından getirtilerek kendisine parti kurduruldu. Ülke için büyük tehlike arzettiğini söyledikleri köktendinci liderin siyaseten palazlanmasını ordu sağladı.

12 Eylül 1980 darbesinin generali Evren bugüne kadar en fazla İmam Hatip Okulu açan "siyasi" olarak rekor kırdı. Ne Erbakan, ne Demirel, ne de Özal, Evren'in rekoruna ulaşamadı. Refah-Fazilet-Saadet-AK dörtlüsü ile de Türkiye'nin en büyük iç düşmanı olarak köktendinciler ilân edildi. Bir ara şimdiki Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu'nun dili sürçtüyse de ("Yolsuzluk, bölücülük ve köktendincilikten daha büyük tehlikedir" ), ordunun bütçeden aldığı payı ve ekonomideki rolünü hatırlayıp, çark etti ve köktendinciler yine baş iç düşman seviyesine çıkartıldı.

Nazizmde olduğu gibi hem canavarı sen büyüteceksin, hem de işte tehlike diye gösterip, halkın demokrasi içinde ve çağdaş kriterlere göre yaşamasına engel olacaksın. Yurttaşlarımıza bu zoka MGK ve basın yoluyla yeniden yutturulmaya çalışılıyor.

Peki, ordu ülkenin geleceğini karartma pahasına bu gücü nereden alıyor? Kıbrıslı Türklerin bile Türkiye'nin himayesini istemediği bir ortamda, Türk halkının ezici çoğunluğunun arzusuna rağmen ülkenin AB macerasını sona erdirecek olan bir krizi neye dayanarak, hangi cüretle çıkartmayı planlıyor? Bu sorunun cevabı "patron" olduğu için. Türkiye'nin denetim dışı "patronu" olduğu için.

Patronluk iki ayaktan oluşuyor: Siyasi(1) ve ekonomik.

MGK ve onun Genel Sekreterliği eliyle ordu fiili olarak ülkenin yürütmesidir. Buna da kendi anayasası olan 1982 Anayasası ile meşruiyet kazandırmıştır. Yönetiminin hukuki temeli 1982 Anayasası, siyasî aracı MGK, uygulaması ise MGK Genel Sekreterliğidir. Olağanüstü Devlet Biçimi olan bu uygulama siyasî sistemi "Sürekli Darbe" niteliğine büründürmüştür. Bu nedenle ordu klâsik anlamda açık darbeye şimdilik ihtiyaç duymuyor. Çünkü darbe günlük yaşamda zaten yaşanılmaktadır. Bu sistemin diğer bir tanımlaması sözde demokrasidir. Sistem-rejim-devlet'in demokrasiyle hiç bir ilgisi yoktur. Bu sistemi yürüten, denetleyen, kontrol eden, krizi çıkartan, krizi yönlendiren ordudur. MGK Genel Sekreterliği de bir siyasî parti gibi çalışmaktadır.

Bütçeden aldığı aslan payı ve ekonomide OYAK vasıtasıyla oynadığı rol nedeniyle ordu bu alanda da patrondur. Ekonomik krizde, ülkenin iflâs durumunda, önünde moratoryum ve konsolidasyondan başka çözümü olmayan Türkiye'nin bu duruma düşmesinde baş sorumlularından biri, aşırı ve anormal düzeyde silâhlanan Türk Silahlı Kuvvetleri'dir.

Türk Silahlı Kuvvetleri bütçenin en az %30'unu almaktadır.(2) Adalet-Eğitim-Sağlık üçlüsünün payı ise %10, 9'dur. Bu üçlü bir ülkenin nasıl yönetildiğini ve geleceğini bize gösteren üçlüdür. Bu rakam tam anlamıyla bir skandaldır. Sağlıklı bir toplum kurulabilmesi için (Batı normlarına göre) bunun en az iki ile çarpılması gerekiyor. Bu üçlünün %25 cıvarında olması lâzım.

Ancak ordu, Batı'daki genel eğilim düşüş olmasına rağmen, sanki bir dünya savaşına hazırlanır gibi sürekli silâhlanıyor ve hem bütçedeki, hem de milli gelirdeki payını sürekli olarak yükseltiyor. Son dört yılda askeri harcamalarının toplam artışı %53 oldu (son on yıl toplamında ise %71, 3 artış). Askeri harcamalar 1995'te 6, 6 milyar dolarken, bu rakam bugün 10, 535 milyar dolara yükseldi (SİPRİ, Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü, http://projects.sipri.se/milex.html).

İFLASIN TABLOLARI

Türkiye'nin askeri harcamaları GSYİH'nın 1990'da %3, 5'u iken, bu rakam 1999'da %5, 4'e ulaştı (SİPRİ). ABD'ninki ise %5, 3'ten, %3'e düştü. Yunanistan %4, 7'den %4, 3'e kadar indi ve 1999'da %4, 8 oldu. Türkiye'nin 10 yıllık artışı %1, 9 iken, Yunanistan'ın artışı sadece %0, 1'de kaldı. Aynı dönem ABD'deki azalma %2, 1 oldu (SİPRİ).

1991-2000 yılları arasında askeri harcamalar, ortalama olarak Ortadoğu'da %14, Kuzey Amerika'da %16, Avrupa'da ise %15 düşerken, aynı dönemde Türkiye'de %71, 3 arttı. Ordu son on yılda (1991-2000) tam 80 milyar dolar harcadı. Söz konusu miktar Türkiye'nin borç stokunun %50'sidir. Bu harcamaların hesabının siviller tarafından sorulması, ordunun da bunu cevaplaması gerekiyor. Ekonomik iflâs bu rakamda gizlidir. Ülkenin iflâs durumunda ordunun hâlâ kemer sıkmadığını, silâhlanmaya devam ettiğini de bu arada belirtelim.

Batı Avrupa ülkelerinde holdingi olan tek ordu Türk ordusudur. OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) Türkiye'nin en büyük 10 holdingi arasındadır, Oyak-Renault ise Türkiye'nin en büyük 500 şirketi içinde 3. sıradadır. Otomotivden (Avrupa devi Renault ve Good Year), finansa (Sümerbank'ı da bünyesine katan OYAK Bank ve Avrupa'nın sigorta devi AXA), çimento sanayinden (Adana Çimento, Bolu Çimento, Mardin Çimento) hizmete sektörüne kadar (Oypa Mağazaları ve OYAK İnşaat) ordu stratejik yatırımların tümünde yer alıyor, hatta bisküvi, kraker ve kek bile üretiyor (ETİ).

Ordunun silâh sanayi ile ilgili yatırımının olduğu alan ise tek: TUSAŞ Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş (TAİ). Burada F 16'lar ve uçak yedek parçaları üretiliyor. Türk ordusu uçaktan bisküviye kadar ekonominin hemen her alanında var.

Kısaca ordu biri post modern olmak üzere yaptığı dört askeri darbe verdiği sayısız muhtıra, kendi Anayasası ve MGK'sı ile siyasette belirleyici rol oynuyor, bütçeden aldığı pay ile patronluk rolünü sürdürüyor, holdingi ile de ekonomide söz sahibi konumuna yükseliyor.

Bütün bunlardan sonra son 20 yıldır Türkiye'de sık sık söylenen ve halkımızı enayi yerine koyan şu sözü de ekleyelim: "Aman orduyu siyasete çekip, onu siyasete alet edip, yıpratmayalım!" Bu sözle ahmaklıkta erişilen seviyeyi bir düşünün! Dezenformasyondaki boyutu da…

Aslında ülkenin gelmiş olduğu kesin iflâs noktasında, ordunun, en iyisini ben yaparım iddiasındaki "toplum mühendisliği" uygulamasının da sonu oldu.

Türkiye tutsak bir ülkedir. Yurttaşlar ordunun, statükonun, MGK'nın, paranoyanın, milliyetçiliğin, sistemin, Kıbrıs'ın, İMF'nin, borçların, komplo edebiyatının, sözde demokrasinin, tarihin ve devletin tutsağıdır. Peki bu tutsaklık durumu ülkeye neleri kaybettiriyor? Demokrasiyi, geleceği, umudu, çağdaşlaşmayı, batılılaşmayı, AB üyeliğini, barışı, refahı ve 21. yüzyılı…

Batı'da Türkiye artık iflâh olmaz bir vaka olarak görülmeye başlandı. Hemen iki çarpıcı örnek verelim. Birinci örnek, Avrupa Parlamentosu Karma Parlamento Komisyonu eşbaşkanı Daniel Cohn-Bendit'in Türkiye ile uğraşmanın "zaman kaybı" olduğunu açıklayarak anlamlı bir biçimde görevini bırakmasıydı.

İkinci örnek ise Fransa. Türkiye'ye Yunanistan ile birlikte Helsinki Zirvesi'nde adaylık yolunu açan Fransa'nın AB'den sorumlu Bakanı Pierre Moscovici'nin kabinesindeki genel eğilim bu "ülkenin üzerine artık bir çarpının konulduğu" yönünde. AB'deki en önemli ikinci müttefikimiz olan kilit ülke konumundaki Yunanistan ise hâlâ Türkiye konusunda iyimserliğini sürdürüyor, sürdürmek istiyor…

Biz ise Türkiye'yi, AB'nin demokrasi normlarına uymayan, ordusunun siyasetteki rolü devam ettiği sürece gerçekten umutsuz bir vaka olarak görüyoruz. Orduların siyasetteki rolü üzerine ünlü Arjantinli yazar Nobel edebiyat ödüllü yüzyılın devi Jorge Luis Borges'in sözüyle son noktayı koyalım:

"Bir askerin cesur olduğunu var saymak için hiç bir neden yoktur. Bütün yaşamını rütbe almak için bir kışladan ötekine dolaşmak ve strateji öğrenmekle geçiren bir kişinin cesur olmaya ihtiyacı yoktur. Ve elbette o, ülke yönetmek için de hazırlanmış değildir. Komuta etmek ve itaat edilmek fikri çocukça bir zihniyete özgüdür. Bu da diktatörlerin olgunlaşmamış insanlar olmasını açıklayan şeydir."

* * *

(1) Siyasi sistem, devlet ve rejim için bkz. "Türk İflası" www.ideapolitika.com

(2) Resmi bütçedeki pay %11 olarak görülmekle birlikte, buradaki amaç gerçek payı gizlemektir. Ordu, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlıklarından dolaylı fon kullanmaktadır (bina yapımı, yol yapımı, telekomünikasyon alt yapısı gibi). Ayrıca Savunma Sanayi Fonu'da ordunun emrindedir. Bu nedenlerden dolayı ordunun harcamaları ile ilgili güvenebileceğimiz kaynaklar yabancıdır. SİPRİ (Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü) ve İİSS (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü) verileri baz olarak alınmıştır. Bu kaynaklara göre, Türk ordusunun bütçeden aldığı pay %30'un altında değildir.

diYorum

 

65
Derkenar'da     Google'da   ARA