Patronsuz Medya

Unutulmamalıyız

Erdal Öz - 1986

Künye - Erdal Öz, Gülünün Solduğu Akşam, Anı, Cem Yayınevi, 304 Sayfa  


Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazali'den:" Gece:
büyük laciverdi bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler."

Nazım Hikmet

Bir akşamüstü oturup…

Ankara, Bir Numaralı Mamak Askeri Cezaevi.

30 Haziran 1971 (Cezaevinde tuttuğum günlükten): "Bugün görüş günüydü. Ne güzeldi. Annem, babam, karım, üçü birden gelmişlerdi. Çift kat cam bölmeli daracık görüşme odasında seslerimizi duyurabilmek için bağıra bağıra bir şeyler konuşmaya çalıştık.

Döndüğümde Deniz Gezmiş'i bizim koğuşta buldum. Nurhak'ta yaralı olarak yakalanan Mustafa Yalçıner'in başucundaydı. Yavaş sesle konuşuyorlardı. Bu onu ilk görüşüm. Yakalandığının ertesi günü gazetelerde boy boy yayımlanan fotograflarındakinden daha süzgün. Uzun süredir güneşsiz kaldığı belli. Zayıf ve beyaz. O yeşil parkasının içinde incecikti. Yakalandığı gün üzerinde olan yakası kürklü parkasını giymişti yine. Sonra nöbetçi yüzbaşı girdi içeriye. Yumuşak bir sesle bir şeyler söyledi Deniz'e. Direnmedi Deniz, kalktı; birlikte koğuştan çıktılar. Gardiyanların dışarıda azarlandığını duydum.

Aradan üç ay geçecek ve Deniz Gezmiş'le, yine bir görüş günü, başka bir boyutta, başka bir bağlamda karşılaşacaktık:

11 Eylül 1971 (Aynı günlükten): Uykusuz geçen bir gecenin ertesinde, öğle yemeğinin ağırlığı içinde yatağıma uzanmıştım. İçim geçivermiş, uyuyakalmışım. Uyandığımda akşamı çok yakınımda buldum; dostları da. Yatağıma tırmandılar, bağdaş kurup oturdular. Sevgili konuklarıma çay söylemek için alttaki yatağa basarak indim, çayocağına gittim. Birden orada, çayocağının içinde Deniz'i görmek şaşırttı beni. Aylardır hiç görünmemişti ortalarda.

Deniz, iki üç kişinin güçlükle sığışabileceği, çayocağı olarak kullanılan daracık bölmenin içindeydi. Çayocağını işleten iki tutuklu erin arkasında bir taburede oturuyordu.

"Merhaba, " dedi.

"Merhaba, " dedim: "İyi misin?"

"Öykünü bir daha okudum, " dedi. "Ernesto'yu (Bu öykü 'Kanayan' adlı kitabımdadır.) Daha önce bir gazetede de çıkmıştı."

"Cumhuriyet'te, " dedim.

"Memet Fuat'ın hazırladığı. 'Yıllık' geçti elime. Orada gördüm. Bir daha okudum. İyi belgelemişsin."

"Pek öykü sayılmaz o, " dedim.

"Yo, yo, olsun. Çok gerekli bir yazı. Eline sağlık."

Görüş günüydü o gün. Cezaevindekilerin yakınları, beş dakikacık da olsa içeridekileri görebilmek için onca yola, onca eziyete, onca engellemeye katlanıyor, cezaevine geliyorlardı.

Biz içeridekilerin hazırlıklarıysa bir gün öncesinden başlardı. Tıraşlar olunur, en temiz kılıklar giyilirdi. Amaç, dışarıdakilere ezik, yılgın görünmemekti. Bu tavır, dışarıdakilere güç verirdi.

O gün Deniz de görüşmecisiyle buluşmak için beş dakikalığına koğuşundan çıkarılmış, dönüşte nasıl olduysa yine kendini unutturup çayocağına sığınmıştı.

Cezaevinde yatanlar bilir: bir koğuşun içinde yataktan yatağa konukluğa gidilir; tıpkı bir evden bir eve, bir mahalleden bir mahalleye gidilir gibi.

Benim de yatağımda konuklarım vardı, beni bekliyorlardı, çayla birlikte.

11 Eylül 1971 (Günlükten): Hazırlanan dört bardakla sekizlik demliği aldım.

"Gitme de konuşalım, " dedi Deniz.

"Yatağımda arkadaşlar var, " dedim.

"Boşver, atlat onları, " dedi.

"Atlatamam. Çay beklerler şimdi."

"Canım, ver çaylarını gel, " dedi.

Gerçekten de on dakika sonra çayocağındaydım. Bekliyordu. Deniz'in yanına bir tabure uzattılar, geçip oturdum. Çayocağını işleten iki tutuklu erden Ahmet, sıcak suyla doldurduğu değişik boylardaki kararmış demliklere birer tutam çay atıp kıvırıp büktüğü kâğıt parçalarını demliklerin akıtma yerlerine tıkıştırıyor, Aziz de yıkadığı bardakları, dolu demlikleri alıp dağıtmaya gidiyordu. O sırada üçüncü tutuklu er Bahattin de geldi. Ahmet'le Bahattin önümüzde dikelip bizi meraklı gözlerden gizlediler. İkisi de Deniz'le aramızda geçen konuşmayı, pek anlamasalar da, ilgi ve hayranlıkla dinlediler. Durmadan bardak yıkadılar, çay demlediler.

O gün Deniz'le aramızda geçen konuşmanın konusu edebiyattı. Edebiyata bunca yakın oluşuna sevinmiştim. Ummuyordum. 12 Mart'ın içeri aldığı nice arkadaş için edebiyat, genellikle küçümsenen bir şeydi. İçeriye kuramsal kitaplar da pek sokulamadığı için, zamanla onlar da edebiyatla tanışmak zorunda kaldılar. Pek çoğu, doğru dürüst bir romanla, bir öyküyle, bir şiirle orada tanıştı. Sanırım bugün de öyledir. Ve okudukça, edebiyata ısındıkça, önce nasıl şaşırdıklarını, sonra nasıl değiştiklerini sevinçle izlemişimdir.

(Günlükten): Bir ara Deniz, " Bugünleri de yazmak gerek, " dedi.

"Yazılacak elbette, " dedim." Daha olayın çok başındayız. Zamanla yazılır."

"Yarının gerçek edebiyatı bugünün mahpusanelerinden çıkacak, göreceksin, " dedi." Yazarlarımız konu sıkıntısı çekiyorlardı. İşte bir sürü konu onlara."

Doğru söylüyordu.

"Peki ama neden yazarlarımız içeride değil?"

"Niye?" dedim, "Fakir Baykurt burada. Dursun Akçam da burada. Muzaffer Erdost da. Emil Galip de. Mümtaz Soysal da."

"Ama aramızda değiller, " dedi." Çoğu Dış B'ye attı kapağı."

'Dış B' denilen yere 'Vitrin' de diyorduk; Mamak Cezaevinin dış kesiminde, idarenin bitişiğinde, önündeki çiçekli geniş bahçeye bakan, uzaktan da olsa bütün Ankara'yı gören ayrı bir koğuştu. Orada, genellikle üniversite öğretim görevlileri, gazeteciler, yazarlar, yani 'seçkinler' kalıyordu. Beni de bir ara oraya almak istemişler, yanaşmamıştım. O ara içeride kalmak, içeriyi yaşamak bana daha ilginç gelmişti.

(Günlük'ten): "Cezaevine giren çok az yazar var, " dedi.

"Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun, " dedim.

Nazım Hikmet'ten sonra en beğendiği şair Ahmed Arif'ti.

"Ama onun şiiri, daha çok eşkıyanın şiiri. Nedense yıllardır yeni bir şey yazmıyor. Tek kitabıyla kaldı. Bugünleri de yazmalı o, " dedi. Sonra birden sordu: "Bekir Yıldız'ı nasıl buluyorsun?"

"Severim, " dedim.

"Ama kaba gözlem onunki, " dedi." Sanatçı yanı şimdilik pek ağır basmıyor. Yaşar Kemal'in 'Bu Diyar Baştanbaşa'sına benziyor yazdıkları. Öykülerinde röportaj ögesi ağır basıyor."

Bilge Karasu'yu okumuş, pek beğenmemiş.

"Füruzan diye bir kız var, okudun mu?" dedi." Bir kitabını okudum, pek bir şey anlayamadım ondan da."

O konuşuyordu daha çok. Soruyor, çoğunlukla da kendisi yanıtlıyordu. Daha bir sürü ad saydı. Ece Ayhan'ı beğenmiyor, ama ilginç buluyordu. Edip Cansever'i, Turgut Uyar'ı, Cemal Süreya'yı iyi izlemişti. Adnan Özyalçıner'i, Kemal Özer'i, Ülkü Tamer'i biliyordu. Hepsinin de beğendiği, beğenmediği yanları vardı.

Edebiyata bunca yakın oluşuna gerçekten şaşıyordum.

"Biz edebiyattan geldik reis, " dedi.

Onunla yalnız kalmalıydım. Çay ocağını işleten erlerin meraklı bakışları altında onunla kesik kesik konuşmak hoşuma gitmiyordu.

"Sıkıldın sen burada, kalk avluya çıkalım, " dedi.

Kafamdan geçenleri sanki anlamıştı.

"Avluda görürler seni, bırakmazlar, " dedim.

"Boşver, kalk, " dedi.

Çıktık beton avluya. Esmer bir akşam koyuluğu vardı ortalıkta.

Yan yana volta atmaya başladık.

Dal gibi upuzundu. Omuzları dardı. Yürürken genç bir kavak gibi sallanıyordu. Meraklı bir sürü göz bizi izliyordu.

Cezaevinde haklarında en çok konuşulan, en çok merak edilen iki ilginç kişiden biri Deniz, biri de İrfan Uçar. İrfan, İstanbul'da gördüğü ağır işkenceler karşısında gösterdiği olağanüstü dirençle herkesin dilinde. Bir direnç anıtı İrfan.

Ve her ikisi de öbür arkadaşlarıyla birlikte ayrı bir koğuştalar, gözden ıraktalar.

Birden, " Reis, sen iyi belgeliyorsun, " dedi. "Che Guevara'yı belgelediğin öykün çok iyiydi. Belgeye dayalı iyi şeyler yazacaksın sen. Yazmalısın. Bizi de yazmalısın."

Şaşırmıştım.

"Bizi sen yazacaksın, " dedi." Bizim şu anda tek görgü tanığımız sensin. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yanımıza sokulan tek yazar sensin. Bizlerden sen sorumlusun reis. Bizleri iyice incele. Bize sorular sor, gerekli her şeyi öğren, yaz bizi. Yazar mısın?"

"Yazarım tabii. Yazarım ama, konuşamayız. Konuşturmazlar."

"İstersen konuşuruz, " dedi." Sana istediğin her şeyi anlatırım. Bütün arkadaşlar anlatır. Ne istersen."

"Nasıl olacak bu?"

"Bir yolunu bulurum ben. İster misin?"

Nasıl istemezdim. Heyecanlanmıştım.

"Var mısın reis? Yazacak mısın?"

"Seve seve, " dedim." Çok isterim yazmayı."

Keyifle güldü.

"Nasıl bir şey düşünüyorsun?" dedi." Roman mı? Roman gibi olmalı. Roman olmalı değil mi?"

"Roman olabilir, " dedim.

"En güzeli de o. Roman olmalı. Kuru kuru anlatılmamalı. Kalıcı bir şey olmalı. Yarına kalmalı. Unutulmamalıyız."

* * *

Deniz Gezmiş'in son mektubu

Merkez Cezaevi 6 Mayıs 1972

Baba…

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.

Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiç bir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de tereddüte düşmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. O bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu.

Seninle düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye'de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum.

Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul'a götürmeye kalkma.

Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir.

Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.

Oğlun DENİZ GEZMİŞ

(İmza)

* * *

(Deniz bu son mektubunu, asılmadan hemen önce, başgardiyanın odasında, yazı makinesiyle odaya gelen bir görevliye söyleyerek yazdırmıştır. Mektuptaki yazım yanlışları, Deniz'in mektubu okumadan imzaladığını gösterir.)

Yorumlar

Belki bu konuda okuduğum en etkileyici kitap. 8-9 kere okuyup hala da okuyabilecek kadar sevdiğim.

Sinem Karapınar - 11 Ekim 2007 (1:09)

Bu konuda yazılan kitapların ne derece gerçek olduğu bilinmez (bizim deniz, dar agacında üç fidan… Vb) ama en gerçekçisi bu kitaptı. Çünkü erdal öz hapisanede deniz gezmiş ve arkadaşlarıyla roportaj biçimli yazmış kitabı. Olayları onların, bu kahramanların ağzından dinlemek en güzeli.

Selin Altun - 25 Ekim 2007 (7:22)

Erdal Öz'ü ilk defterimde kuş sesleri ile tanıdım ardından Gülünün Solduğu Akşam'la ona hayran oldum. Ne kadar kitap okursam okuyayım her gün mutlaka Gülünün Solduğu Akşam'dan mutlaka bir sayfa okuyurum ve her okuduğumda yüreğimin bir tarafı kanıyor. Deniz'leri ve Erdal Öz'ü saygıyla ve rahmetle anıyorum.

Saadet Altınışık - 9 Kasım 2007 (9:08)

Kanayan, Yaralısın, Gülünün Solduğu Akşam, anlatımı ve gerçekçiliği bakımından ayrıcalıklı harika eserler. Erdal Öz, herkesin mutlaka okuması gereken bir yazar.

Akman - 22 Kasım 2007 (21:50)

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası bugün tekrar görülseydi sonuç yine aynı çıkar mıydı?

Nilüfer Duran - 24 Kasım 2007 (02:09)

Kitabı ilgiyle okudum. Diğer okurlara katılıyorum. Yazarın Deniz'le direkt görüşmesi olaylara daha objektiflik getirmiş. O dönemi anlama adına son derece önemli. Kendisini saygıyla anıyorum.

Özlem Köymen - 11 Aralık 2007 (11:50)

Deniz Gezmiş'in idama giderken kardeşine yazdığı mektup ilginçtir. "Komünist" olmakla suçlanan ve asılan Gezmiş, son mektubunda kendisinden ve dava arkadaşlarından "biz Kemalistler" diye söz ediyor.

Solculukla Kemalizm'i birbirine karıştırma sorunumuz zannettiğimiz kadar yeni değil galiba.

Selim Atak - 11 Aralık 2007 (14:41)

Bazı 'izm' leri birbirine karıştırmak, birbirine benzemelerinden kaynaklanıyor olabilir: Halk için halka rağmen, silahla zoraki değişim. Bağımsızlık adı altında, halkı kendi görüşü yönünde kalıba sokma isteği, girmezlerse yok etme planı. Aynı şeyleri düşünen başka bir 'izm' tarafından da "görüldüğü yerde ezilmek" zorunda kalınılması…

Ali Sedat Çetinkoz - 11 Aralık 2007 (16:24)

Ben o dönemleri ayrıca onlarla yaşamayı çok isterdim günümüzde bırakın devrimi kimse kimseyle ilgilenmiyor. Merak ettiğim tek şey Deniz Gezmiş ve arkadaşları birer Kemalist miydi yoksa Kominist miydi? Günümüzde Kürt ve Türk kavramları o kadar konuşuldu ve yıpratıldı ki sanki bizler aynı toprak üzerinde yaşamıyoruz! Ayrıca devrimcilerden de Kürtler ve Türkler varmış yani biz istesek de düşman olamayız. Lütfen bazı ABD'cilerin gazlarına gelerek bölünmeyin. Ben Türküm ve Kürtleri kardeşim olarak görüyorum. Erdal Öz'ün kitabını yürekten kutluyorum. Ayrıca bizi aylattığı için çok teşekkür ediyorum.

Deniz Candan - 13 Aralık 2007 (13:32)

DENİZ GEZMİŞ babası Cemil Gezmiş'e yazdığı bir mektupta. "Baba beni Kemalist düşünceyle yetiştirdiğin için sana minnettarım. Sen bana Kurtuluş Savaşı'nı anlatırken yabancılardan nefret ettim. Bizler Türkiye'nin ikinci Kurtuluş Savaşı neferleriyiz" der. Bu Deniz Gezmiş'in Kemalist olduğunu gösterir.

Ama aynı zamanda onlar MARKSİZM-LENİNİZM ideolojisini, yani komünizmi de savundular. İşçilerimizin, emekçilerimizin, köylülerimizin haksızlığa maruz kalmamaları için. Onların iktidarda olmaları için mücadele ettiler. Bu ülkede düşünmek yasak olduğu için ve Adnan Menderes'lerin intikamlarının alınması için de idam edildiler.

Güliz Uzunağaç - 11 Ocak 2008 (20:10)

Sen yanmasan, ben yanmasam…

Farklı olanı da severek çıksak aydınlığa!

İki yanlışın da bir doğru etmediğini artık görsek ve başkasından nefret ideolojilerini tarih sayfalarına bıraksak artık…

Ali Sedat Çetinkoz - 15 Ocak 2008 (14:47)

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Onlar tabi ki de komünisttiler. Komünist değil sadece kemalisttiler demek onların savundukları değerlere de haksızlık olur.

Mustafa Kemal'e karşı değildiler. Onun istediği gençlik olmaya çalıştılar. Susmayan, ülkesine sahip çıkan, ülkesini düşmanlara peşkeş çekmeyen, peşkeş çekenlere de pabuç bırakmayacak gençlik olmaya çalıştılar. İlk başta bundan yola çıktılar. Son nefeslerine kadar bunu söylediler. Tam bağımsız Türkiye diye bağırdılar. Ama komünisttiler de… Son cümlelerinden biri yaşasın marksizim leninizm di. Devrim yapmak için dağa çıktılar. Devrimi silahsız yapamayacaklarını anladıklarından ellerine silah aldılar. Ama şu da var, Atatürk komünizmi savunmuyordu, komünizme karşıydı.

Belki stratejileri yanlıştı, belki zaman yanlıştı, belki halkı arkalarına alamadıklarından başarılı olamadılar. Ya da her ne olursa olsun zaten yok edileceklerdi. Zaten ülkede tüm yapılanlar onların başlattığı ülkenin uyanma sürecini durdurma, uyananları yok etme politikasıydı.

Ama her şeye rağmen onlar halkları için kendilerini feda ettiler. Gencecik yaşlarında. Türlü işkencelerden geçip türlü eziyete katlandılar. Hayatlarının baharında göçtüler. Hem de onları hiç hak etmeyen bir halk için…

Ayşe - 22 Şubat 2008 (00:54)

Ayşe kardeşimizin dikkatine:

(Vikipedi, "Kemalizm" maddesinden alıntıdır)

Kemalizm ve Demokratik Toplumculuk

Atatürk, komünizmi üretim açısından getirdiği modeli yeterli görmediği gibi, birey hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi içermemesini de kendi amaçlarına uygun bulmuyordu. İçte bir komünist örgütlenmeye de karşıydı; çünkü bunun "kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanma" anlamına geleceğine inanıyordu. Böyle bir durum ise tam bağımsızlık ülküsüne tersti.

Şöyle diyordu:

"Komünizm sosyal bir konudur. Ülkemizin durumu, sosyal koşullar, dinsel ve ulusal geleneklerimizin baskısı, Rusya'daki komünizmin bizde uygulanmasının elverişli olmadığı inancını doğrular niteliktedir. Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist. Ne biri, ne öbürü olamayız. Çünkü biz milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Bizim hükumet biçimimiz tam bir demokrat hükumettir."

1921 yılında TBMM'deki bir tartışmada ise şu sözleri sarf ediyordu:

"Komünizme karşı çare vardır. O da komünizmin ilke ve kurallarını ülkemizde uygulanabilirliğini anlamak ve tüm ulusumuza anlatmaktır. Bu gerçekler ulusumuzun çoğunluğunca tam olarak anlaşılırsa, ya yeteneğimiz vardır yaparız ya da uygulanabilir değildir, anlarız. Korkar, yapmayız. Ancak uygulanabilirliği olmadığı halde uygulamaya kalkışacak olanlara karşı hükumet her yola başvurmakta kendini haklı sayar."

Mustafa Kemal'in yaptığı "Tam Bağımsızlık" tanımını alabilmişizdir zannederim. Bu fikirler beni bağlıyor mu, bağlamıyor mu hiç önemli değil; önemli olan bazı kafa karışıklıklarının giderilmesidir. İnşallah işe yarar da önüne gelen, işin kolayını seçip, hep bu karnını kaşıyan halkı suçlamaya kalkmaz.

Ali Sedat Çetinkoz - 22 Şubat 2008 (14:41)

Kesinlikle kemalistlerdi ama evet halka da kimseye de anlatamadılar dertlerini. Yeterince anlaşılmadılar. Bugünlerde akp ye açılan davayla ilgili eleştirileri okudum denizler gerçekten boşa mücadele etmişler. Günümüz türkiyesi bağımsızlığını sağlayamadı sağlayamayacağı da açık çünkü çok kolay inanılıyor. AKP mağduru oynuyor ve oy topluyor. Belediye seçimlerinde de iyi oy alacak. Çünkü demokrasiyi istediği gibi algılıyor. Halk bence bırakın denizleri yakında atatürkü, bize cumhuriyeti kazandıran ulu önder atamızı unutacak. Üzgünüm inanmamakta serbestsiniz ama gelecek tehlikede ve artık 2, atatürk te yok 70'lerin kurtuluşu da asıldılar veya susturuldular. Şimdi mi halkın takdiri. Geçmiş olsun hepimize

Nermin Arslan - 18 Mart 2008 (22:20)

Deniz Gezmiş'in 6 mayıs 1972'de infazından önceki son sözleri: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!" idi. Hani burada Kemalizm? İnsan ölürken bir mesaj verecekse eğer, hepsini telaffuz eder. Hala duygusallıkla, bilgisizlikle, çocukça, olmayan bir ideoloji kurmacası yaratıp onun içinde yaşamaya çalışmak abes kaçıyor! Bunlar oturulup okunmuş, anlaşılmış olmalıydı. Hala "1930'lar Türkiyesi" ni özleyenlerin olması, işte bu bilgisizlik ve kolaycılığımızdan! İkinci bir Atatürk bekleyenlere de ancak "huzur içinde yatın" diyebilirim. Onlar zaten ölmüşlerdir. (Bkz: "Benim naçiz vücudum elbet…" )

Ali Sedat Çetinkoz - 19 Mart 2008 (11:56)

Hadi barışın çocuklar. Deniz Gezmiş bu sözleri son mektubunda değil de bir öncekinde söylemiş.

Baba…

Sana her zaman için müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni… Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtu­luş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim.

Baba, biz Türkiye'nin ikinci Kurtuluş savaşçıla­rıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlana­cağız da… Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşı'nda ol­duğu gibi… Ama bu topraklan yabancılara bırak­mayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onla­rı…

Düşün baba; Bugün hükümet işini, gücünü bı­rakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giymiş durumdadırlar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız.

28 Ocak 1971, Deniz Gezmiş

68'li oğuldan babasına… (Can Dündar)

Barış Tırmık - 19 Mart 2008 (15:00)

Bir yanlış anlaşılmanın içinde kalmak istemediğimden, tekrar buradayım.

Öncelikle, kimseyle kavgalı veya birilerine küskün değilim; olamam da. Ben parça parça bildiklerimizi bir araya getiremediğimiz için bir sıkıntı duyuyorum sadece… Bir önceki yorumumda bizzat Mustafa Kemal'in ağzından komünizm için söylenmiş sözleri yazdım:

"Ancak uygulanabilirliği olmadığı halde uygulamaya kalkışacak olanlara karşı hükumet her yola başvurmakta kendini haklı sayar."

Buradan anlaşılamıyor mu ki, Deniz'leri asanın kim olduğu? Hala Baki Tuğ, Ali Elverdi, Süleyman Demirel gibi aslında sapına kadar bu ideolojinin has elemanlarının adı telaffuz edilerek, masturbasyon yapılıyor. Onlar sadece görevlerini yerine getirdiler. 3 genci "Devletin resmi ideolojisi" siyaseten astı!

Bunu dersek, "gider ucu bir izm'e dayanır" diye kayıralım, es mi geçelim yani? Biraz şu'cu biraz bu'cu olarak, bizzat faşizmin içinden bakıp, suçlu başka bir faşizm arıyorsak, kavgaya değil, odalara kapanıp düşünmeye ihtiyacımız var zaten!

Ali Sedat Çetinkoz - 19 Mart 2008 (16:37)

Ali Sedat Çetinkoz'un anlatmak istediği şeyi anca şimdi anlayabildim. Kutluyor ve "çocuk" diye hitap ettiğim için af diliyorum.

Bu konudaki kafa karışıklığımız hakkaten de pes dedirtecek düzeyde. Sayın Çetinkoz'dan resmî ideoloji konusunda geniş kapsamlı bir yazı yazmasını bekliyoruz.

Barış Tırmık - 19 Mart 2008 (17:28)

Bir kişi de olsa, anlayanın olması huzur verici. Ben zaten "çocuk" hitabına alınmadım. Fötr şapka, rakı ile leblebi ve etrafında dinleyici olarak büyük küçük kim varsa "çocuk" hitabıyla bitirilen cümleler bize atalardan yadigardır. Onlar kamuya aittir, herkes kullanabilir.

Geniş kapsamlı yazı yerine susarak en iyi hatip olan ölülere gönderme yapayım: İskilipli Atıf, Doktor Nazım Bey, Ali Şükrü, Sabahattin Ali, Mustafa Suphi, Adnan Menderes, Deniz Gezmiş…

Bu kişilerin devletle olan siyasi ilişkilerini iyi bilmek gerekir. Denizler, Mendereslerin intikamı için asılmadı, aynı görüş ortadan kaldırdı hepsini.

Daha kapsam ihtiyacı hissederseniz de Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Taha Akyol'dan okuyun. Ama bu söylediklerim, kafa karışıklıkları gerçek olanlara.

Diğerlerinin ironi arayışı sürebilir.

Ali Sedat Çetinkoz - 20 Mart 2008 (13:33)

Ali Sedat Çetinkoz'un bıraktığı yerden birkaç söz de ben edeyim.

Denizler, Devletin Solcu düşmanlığı yüzünden ve "devlete baş kaldıranın başını ezeriz" demek için asıldılar. Kararı zaten daha başlamadan verilmiş bir mahkemede göstermelik olarak yargılandılar.

Bu kararı Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın rövanşını almaya dönüştürenler Meclisteki AP milletvekilleridir. İdam kararını o kadar büyük bir azgınlıkla savunmuşlar ve infazın yerine getirilmesi için o kadar çaba sarfetmişlerdir ki; buna yüz karası demek bile çok hafif kalır. AP Milletvekilleri ellerini kana bulamışlardır.

Benim asıl kanıma dokunan şey, CHP'nin Denizlerin ardından yas tutuyormuş gibi yapmasıdır. O zamanların Ecevit'in CHP'si meclisin onayladığı idam kararını Anayasa Mahkemesine götürmüş ve Anayasa Mahkamesi kararı bozmuştur (veya iptal etmiştir). Meclis aynı kararı, bu defa daha büyük bir azgınlık gösterisiyle, ikinci defa onaylamıştır.

Bu durumda yapılması gereken şey kararı tekrar Anayasa Mahkemesine götürmektir; fakat Ecevit'in CHP'si bunu yapmamıştır. Peki neden? Bu soru o günlerden kalan CHP politbürosuna sorulmalı ve mutlaka cevabı bulunmalıdır. Zira, Denizlerden sonraki kuşaktan biri olarak, neden asıldıklarının perde arkasının bu soruda gizli olduğuna inanıyorum.

Kamuran Kızlak - 20 Mart 2008 (15:47)

Deniz Gezmiş'in mektubundaki şu cümle çok ilginç geldi bana:

"Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim."

Buna bildiğim kadarıyla xenophobia (yabancı düşmanlığı) deniyor. Anti-Emperyalizm ise bambaşka bir şey.

Deniz Gezmiş'in görüşlerini ayrıntılarıyla bilmemizi sağlayacak başka mektubu var mı, merak ettim. Ya da yukarıdaki alıntının dışında onunla yapılmış söyleşi vb.

Bir kuşağı mitolojik bir filtre arkasından seyretmeye alışmış olan zihinlerimiz için güzel bir jimnastik olabilirdi.

Temel Ustaoğlu - 23 Mart 2008 (13:33)

Deniz Gezmiş'in halkın kurtuluşu için çabaları bana Mustafa Kemal'i düşündürüyor. Bence burda birleşiyorlar; ülkeyi kendi çıkarları için itilaf devletlerine peşkeş çeken Vahdettin ve Damat Ferid… Atatürk aslında büyük savaşı İst. Hükümetine açtı ve bununla beraber Amerika, İngiltere, Fransa… Bugün yaşananlar da tekrar.

Gençliğe Hitabe'sinde şöyle diyor:

"… Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta ihanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahiperi şahsi menfaatlerini, müstevlilerin şahsi emelleriyle tevhid edebilirler…"

70lerde yaşananlar bunlardı ve yine aynı tablo. Savaş yine aynı savaş, kurbanları bizler… Tabi Deniz ve arkadaşlarının yaşadıklarını düşündükçe onlara göre ne derece kurbanız? Onları ne kadar hak ediyoruz düşünmemiz lâzım. Bügün yine aynı olayları yaşasak yeni Denizlere, yeni Hüseyinlere, Yusuflara ne kadar sahip çıkarız.

Korkağız! En küçük bir baskıda kaçımız köşesine sinmeden sesinin en gür tonuyla haykırır düşüncelerini. Bazen şüpheye düşüyorum. Tarih kitaplarında bahsedilen esareti kabul etmeyen Büyük Türk biz miyiz?

Türk-Kürt meselesine gelince Türküm ve arkadaşlarımın çoğu Kürt. Biz birbirimizi yiyeduralım birileri at koştursun…

Emel Ünaldı - 24 Nisan 2008 (12:01)

Emel Hanım'ın yorumu -kusuruma bakmasın- klişeler geçidi gibi. Hafiften 23 Nisan şiirini de andırıyor. Yorumdaki bilgi ve mantık hatalarını düzelteyim dedim, daha iki satır yazmadan yorgun düştüm, vazgeçtim.

Sadece şunu söyleyeyim: "Memleket elden gidiyor" edebiyatı, artık raf ömrünü tamamlamış demagoji kokan bir söylemdir. Resmî bayramlarda falan tekrarlanabilir, nostaljik bir tat taşır, ama böyle bir düşünce forumunda biraz çocuksu kaçıyor.

Selim Atak - 24 Nisan 2008 (14:29)

Selim Bey memleket elden gidiyor söylemi nasıl olur da klişeleşir. Bilgi ve mantık hatalarımı da yazıp beni aydınlatırsanız sevinirim.

Emel Ünaldı - 24 Nisan 2008 (14:49)

Yakın zamanda Engin Ardıç konu ile ilgili ilginç bir yazı yazmıştı:

Gezmiş yaşasaydı şimdi 61 yaşında olacaktı…

Sapına kadar mert, sapına kadar dürüst, sapına kadar yiğit, sapına kadar yakışıklı ve sapına kadar yanlıştı Deniz…

"Emperyalizme karşı ikinci bir kurtuluş savaşı" verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu bir "halk savaşı" olacaktı ve kırlardan başlayıp şehirlere doğru gelişecekti (diğer fraksiyon, "şehirlerden kırlaracılar" kimlerdi yahu, geçmiş gün, unutmuşum)…

Sosyalizm sonraki meseleydi… Önce "milli demokratik devrim" tamamlanacaktı, çünkü yarım kalmıştı. (Amerikan gizli servisi, gelişmekte olan Türk sosyalizminin önünü kesmek için böyle bir kıtır atmış ve buna birçok saf solcuyu inandırmıştı.)

Bu halk savaşını Deniz ve arkadaşları tetikleyecekler, bilinçlenen devrimci köylümüz de onların ardına düşecekti…

Bu nedenle de, köylü tarafından "satılınca" çok şaşırdılar. Güvendikleri dağlara kar da yağdı, ateş de.

Deniz Gezmiş modası (Engin Ardıç - Sabah)

Seyit Balkuv - 24 Nisan 2008 (14:50)

Emel Hanım, Engin Ardıç konuyu çok güzel özetlemiş gerçekten de. Ben onun kadar iyi anlatabilir miyim, bilemiyorum. Ama özetleyeyim.

Bir kere Mustafa Kemal ile Deniz Gezmiş kuşağı çok farklı özellikler taşıyor. Romantik bir eşleştirme dışında elmayla armut gibi.

Sonra, Vahdettin, Damat Ferit, vd, tarihsel kişileri bu kadar kesin bir dille damgalamadan önce içinde yaşadıkları tarihsel koşulları da azıcık tahlil etmek gerekir herhalde. Yani "şu tarafta yamyamlar var, bu tarafta da Tarzan" benzetmeleri biraz masalsı kaçıyor.

Memleketi yöneten sivil politikacıları "dahili ve harici bedhah" diye adlandırmak da çok eski bir yıpratma ve bezdirme taktiğidir. Bence suyu çıktı.

12 Mart kuşağını da sırf işkence gördüler, öldürüldüler diye peygamber mertebesine çıkarmak, belki nostaljik, romantik, ama hiç sosyolojik değil.

Bunlar sadece konu başlıkları. Maalesef bu yorumlarda harf sınırlaması var. Tıkladıkça "yorumu kısalt" diye geri döndürüyor.

Ama tekrarlamak isterim ki, amacım sizi kışkırtmak ya da gücendirmek değil. O sizin fikriniz, bu da benimki.

Selim Atak - 24 Nisan 2008 (18:33)

Öncelikle gücenmedim onu belirteyim. Yaşadıkları tarihsel koşullara bakınca aynı dönem aynı yıllar ve M. Kemal Vahdettin'den çok daha zor durumda fikir ayrılıkları, saltanat yanlıları vs. Bütün bunlar aradaki farkı ortaya koyuyor sanırım…

Sivil politikacılara gelince, vatan haini ya da koltuk sevdalısı dahili bedhahtırlar.

12 mart mağdurlarını peygamberlik mertebesine çıkardığım falan yok. Onların birçok şeyi göze almaları, inandıkları için ölümü göze almaları beni hayran bırakıyor. Mustafa Kemal'le tabi ki farklılar ama biçok yönleri aynı. M. Kemal Amerikan mandasını, Gezmişler sömürüyü kabul etmediler.

Emel Ünaldı - 25 Nisan 2008 (13:14)

Ben bir türk olarak ülkemde olanları bilmek istiyorum… Bunun gibi internet sitelerinde araştırıyorum ama her yerde başka bir şey yazıyor… Kominizm türkiye için iyi mi kötü mü bilmiyoorumm… Chp gerçekten de deniz gezmiş ve arkadaşlarını mı savunuyordu kim haklı kim haksız… Ülke için hangisi daha iyiydi… Bunları öğrenmek istiyorum lütfen yardımcı olun bana… Lütfennnnnnn!

Hazal Akarsu - 17 Kasım 2008 (10:25)

Yahu, tam bu Emel Ünaldı ne kadar çocukça, saf yorumlar yapıyor, keşke ben de böyle temiz kalpli olabilsem, diyorken; bir Hazal Akarsu gelip, beni darmadağın etti.

Emel Ünaldı, tıpkı üniversite salonlarından canlı yayın açık oturumlarda gördüğüm öğrenciler gibi. Yalnız okulda öğretilenlerle yetiniyor ama onları bile yanlış sıralıyor. Vahdettin ile M. Kemal ilk başta aynı şeyi savunuyorlardı: Memleketi kurtarmak! 19 Mayıs 1919'da aralarında bir fikir ayrılığı yoktu ki. O zaman Vahdettin de zor durumdaydı. Osmanlı toprağı onun mülküydü, kaybetmek ister miydi? Mülk sahibinin değişimi yüzünden, sonradan bir anlaşmazlık oldu.

Gençliğe hitabede yanlış yazılan bir kelime var, müstevlilerin "şahsi" değil, "siyasi" emelleri olacak.

Darbe ve totaliter-otoriter rejim sevdanızı da, bilgisizlik ve hoşgörüsüzlüğe veriyorum. Demokrasi erdemli insanların rejimidir. Herkes için hürriyete razı olmak yani. Milletvekilleri de Sirius'tan gelmiyorlar. Daha sık aynaya bakmalısınız.

Hazal kardeşime de bir şey söyleyeyim: Eğer "yorumu boşver, biraz eğleneyim şunlarla" demiyorsan, ortada gerçekten vahim bir durum var. İnternet sihirli bir şey değil. Orada sadece insanların elleriyle koydukları var. Bu aradıklarını hap şeklinde bulamazsın.

İstiyorsun ki biri çıkıp sana hayatın sırrını versin ama ne yazık ki bunu kendin bulacaksın! Sende bir şeyler varsa, bir çok taraftan tarih okumuşsan, nette bilgilerini kontrol edebilirsin ancak. Görüldüğü kadarıyla da yok, kuvvetli bir rüzgar arıyorsun.

Ali Sedat Çetinkoz - 17 Kasım 2008 (14:27)

Sevgili Hazal…

Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlatan tek bir yazı veya tek bir kişi bulamazsın. Böyle olduğunu iddia eden kişi ve yazılara zaten kıymet vermemelisin. Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlayabilmek için (maalesef) karşıt fikirleri de içeren çok sayıda görüş okumalısın.

Nihayetinde tüm okuduklarının muhakemesini kendi başına yapmalısın. Savunduğun düşünce, kendine yakın olduğunu hissettiğin kişilerin düşüncesi değil senin kendi düşüncen olmalı.

Hatta kendine ait olan o düşünce bile değişmez, vazgeçilmez olmamalı. Zamanı gelince daha durusu daha özgünü ile kolayca yerini değiştirebilmeli.

Bak Kemal Tahir bu konuda ne diyor:

"Her sabah açtığın gazetede ya da okuduğun bir kitap sayfasında rastladığın bir gerçek, seni o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeniden başlamaya zorluyor ve sen buna razı olamıyorsan, 'entelektüel' değilsin, 'aydın' değilsin hatta namuslu bir okuryazar bile değilsin!"

Seyit Balkuv - 17 Kasım 2008 (15:03)

"Fikir ve sanat işleriyle iştigal etmeyi kafama koymuştum. O yolda ilerliyordum. Ama köşe yazarı olmak gibi bir hedefim yoktu. Sonuç merkezli yaşamam. Bir şeyler yaparım, tohumları atarım. O süreç zaten meyvesini verecekse verir… Taraf'a yazılar gönderiyordum. O yazılar ilgi toplamaya başladı. Sağlam geri dönüş alıyordum. Özellikle 'Denizlerin yolu bizi nereye götürür?' başlıklı yazı patlama yarattı. Bir buçuk ay boyunca tartışıldı. Sonrasında da çeşitli siyasal meselelere dair yazmaya devam ettim. O yazılar da iyi okunuyordu. Ardından, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar beni köşe yazarı yaptı…"

Böyle röportaj görülmedi (Vatan)

Taraf gazetesinin soytarısı Rasim Ozan Kütahyalı, abla kontenjanından "bir şey" Helin Avşar'a verdiği hard-core röportajda bu tarz lâkırdılar etmiş.

Ana akım medyada mevzusuz kalan köşe yazarlarının Derkenar'ı hayrat olarak kullandığını ve buradan kaldırdıkları cümle, tanım, kavram (hatta yekpare konu) gibi beleş malzemeyi kendi çöplüklerinde sattıklarına ilk kez tanık olmuyoruz.

Karakter itibariyle meraklıyım ya, acaba bu yolla sıfırdan köşe yazarı olan birileri de var mıdır diye merak ettim ve öğle tatilinde araştırdım.

Ve bingo! Gördüm ki, erkek güzelinin bahsettiği o tartışmaların tarihi, bu sayfada yazılanlardan iki ay sonraya denk geliyor.

Şu yazısında özetlemiş harika çocuk hızlı yükselişinin öyküsünü:
Bir İttihatçı olarak Deniz Gezmiş (Taraf)

Durum açık değil mi? Seks bombası köşe yazarımız belli ki bu sayfada biraz yukarılarda "Deniz Gezmiş aslında Kemalist'ti" diyen (ve bunu kanıtlayan) Selim Atak'tan tırtıkladığı üç beş cümleyi parlatıp satarak bir yıl içinde bu raddelere gelmiş. Şan, şöhret, itibar, karı kız, eğlence, cinsel fantezi, sosyolojik analiz, ilim, irfan… Ne kadar medya ağası varsa cümlesiyle enseye tokat…

Hayranlık uyandıracak bir "başarı öyküsü" değil mi bu sizce de?

Böyle büyük bir yeteneği keşfedip kültür dünyamıza kazandırdıkları için Taraf gazetesi yöneticilerine tebrikler yağdırmak gerekmez mi? Bu da bir çeşit "altın ve sarraf" meseli ve de elinden öpülesi bir basiret örneği değil midir?

Fakat çok merak ediyorum, Selim Atak kim? Google'a yazdım, pek bir şey bulamadım. Onun fikirlerini araklayıp satanlar bir çırpıda medya starı olabilirken o neden ortaya çıkıp "destur, sahibi geldi, bu şebek bu fikirleri benden arakladı" demiyor? Neden bu kadar pasif ve arka planda duruyor? Çok mu alçak gönüllü? Haciz memurlarından mı kaçıyor? İstemiyor mu hiç Helin Hanım'la ve bilumum orta malı yosmalarla enseye tokat apış arasına çizme pozisyonlarında fotograflar çektirmeyi?

İstemiyorsa, neden istemiyor?

Söyleyiniz sayın Selim Atak, soyadınızla çelişen bu suskunluğunuzun sebebi nedir?

Fikri Takip - 16 Kasım 2009 (13:17)

İntihal (fikrî hırsızlık) konusunda bu soytarının sicili epeyce bozuk. Yukarıdaki yorumda sözedilen yazının bile araklama olduğunu o yazıyı yazan Orhan Gürpınar avazı çıktığı kadar bağırdı. Aşağıdaki linklere bir göz atıverin lütfen.

Türk 68'i ve bir intihal vakası (Doğan Gürpınar - Taraf)
Doğan Gürpınar'ın yarasına pansuman yazısı… (Alper Görmüş - Taraf)

Sonuç elbette nafile. Bu soytarının eline kalem verip köşe sahibi yapanlar ondan özgün veya engin fikirler falan çıkmayacağını zaten bildiklerinden eminim. Onlar Sosyalist Sol'a sövecek tetikçi arıyorlardı. Şimdilik bu sövgücü kadrosunda istihdam ediliyor-diğerleriyle birlikte; fakat bu şebek hem cahil hem de destursuz. Meziyetleri de bunlar zaten.

Sosyalist Sol ile Kemalizm arasında bir bağ kurmak bence akla ziyan bir iş. Bu bağı kuran Doğan Avcıoğlu ve Kadro Dergisi çevresi Sosyalist Sol'un bir kısmını zehirlediler. Bu yolun devamcısı neredeyse herkesin malûmu olduğu üzere Avcıoğlu'nun şakirdi İlhan Selçuk. Bu adamların yaptığı tahlili ta başında reddeden Dev-Genç çevresinin hakkını da teslim edelim.

Kâmuran Kızlak - 16 Kasım 2009 (22:32)

diYorum

 

59
Derkenar'da     Google'da   ARA