Patronsuz Medya

Emanet Çeyiz

Mübadele İnsanları

Kemal Yalçın - 1999

Künye - Kemal Yalçın, Emanet Çeyiz - Mübadele İnsanları, Doğan Kitapçılık, 3. Baskı Ağustos 1999  


Viran Olmuş Vraşno

Bir torba toprak, bir şişe su!

Hem Elefteria, hem Pavlos iyi Türkçe konuşuyorlar. Ama daha çok Elefteria konuştu, anlattı:

"Eşimin ana babası Akdağ Madeni'nden. Benim babam da Kayseri'dendi. Adı Lazaro. Anamın adı Sofiya Kalinikidu. Altı çocuğu varmış. Dördü yolda ölmüş. Büyük ablamız on yaşındaymış. Yolda kaybolmuş. Ne olduğunu, nerede olduğunu bir daha öğrenememiş. Ben burada doğmuşum.

Buraya kaçabilmek için üç sene köyden köye sürünmüşler. Kayseri'den Yozgat'a, Yozgat'tan Sinop'a, Sinop'tan Çanakkale'ye, Çanakkale'den de gemiyle Yunanistan'a gelebilmişler.

Babam Kayseri'deki köyümüzü evimizi çok özledi. Sık sık bize oraları anlatırdı. Dönüp gitmek isterdi. Ama izin verilmiyordu. Özlem içinde yaşlandı. İlk olarak 1974 yılında biz mübadillere Türkiye'ye gidebilmek için izin ve vize verilmeye başlandı.

Babam dedi ki:

"Kızım ben yaşlandım artık… Gidemem Kayseri'ye. Sen git. Adresimiz şu. Komşularımız bunlardı. Evimizi yurdumuzu bul. Bana bahçemizden bir torba toprak; duruyorsa çeşmemizden bir şişe su getir. Ölürsem çeşmemizin suyunu içip, toprağımızı öpüp öleyim!"

Babamın arzusunu yerine getirdim. Gittim Kayseri'ye. Arayıp buldum evimizi. İçine yerleşmişler. Ama ev virane olmuş. İçine giremedim. Oturdum avlusuna… Dinledim, dinledim toprağı…

Çeşme hâlâ evin önünde akıyordu. Dinledim dinledim suyun sesini! Sonra bir torba toprak, çeşmeden bir şişe su doldurdum. Getirip verdim. Babam getirdiğim torağı yastığın içine doldurdu. Ölünceye kadar başını bu toprağa koyup uyudu! Suyu da yudum yudum içti!"

Elefteria için için ağlıyordu. Sesi titredi, kayboldu. Bir sigara yaktı.

"Biz bu toprağın insanıydık. Neden düşman olduk?" sorusuyla noktaladı sözlerini.

(Sayfa 38-39)

Amasyalı Yordanis Orfanidis

Yordanis Orfanidis, Amasya'da 1904 yılında doğmuş. Konuştuğumda 90 yaşındaydı. Sağlığı, hafızası yerindeydi. Sadece kulakları biraz zor duyuyordu. (…)

"Babam iyi adamdı. Türkiye'de Türk'ün askerinde öldü. Anam burada öldü. 40 sene oluyor."

"Peki Rum'u, Ermeni'si, Türk'ü böyle kardeş gibi yaşarken nasıl oldu da, birbirini kırmaya başladı? Nasıl oldu da Amasya dolaylarında Türklerle Rumlar savaşıp, kan döktü?" diye bir ara sordum.

"Eğer kökünden açacaksak şöyle oldu: Evveli Türkiye'de, Erzurum'da harp oluyordu. Harp olurken askerler kaçıyordu. Hepsi silâhlı. Türkiye askeri. Türkler kaçıyordu silâhlarıylan. Erzurum tarafından gelip, Rum köylerinden geçerken vurdular, kırdılar, ne isterlerse aldılar. Türk Hükümeti bunlara sahip çıkmıyordu. Her zaman bu oluyordu. Rum köyleri de kendilerini korumak için silâhlandı. Köylerini bekliyor, gelen silâhlıları vuruyorlardı.

Silahlı adamlar bir yerde seni kıstırdı diyelim. Silahlılar başka milletten. Döversem seni, vurursam, kırarsam sen ne yaparsın? Sonunda sen de mecbur olup, silâh alıp dağa çıkarsın. Hep bundan meydana çıktı."

(Sayfa 40-43)

Elveda doğduğum toprak!

"Amasya'dan Beyrut'a dolana dolana iki yıldan çok sürdü sevkıyatımız.

Vapur kalktı! Acı acı düdük öttürdü. El sallamadım. Uğurlayanımız yoktu! Elveda doğduğum toprak, elveda! Ağladım, ağladım. Vapurdakiler, beni vapura çıkaran Ermeni, Amasyalı Rumlar kadın erkek geriye bakıyordu. Gülen yoktu, sevinen yoktu. Beni kim koparıyordu vatanımdan? Bir daha görecek miydik buraları? Bir daha gezecek miydim Amasya'da, Herkiz Bahçesi'nin oralarda? Neydi bu başımıza gelenler? Sonumuz ne olacak? Yolumuz nereye varacaktı?

Gözden kayboluncaya kadar baktım Beyrut'a. Anasından ayırılan çocuk gibiydim. Gözüm orada kaldı! Sonra öksüz bir çocuk gibi denizin ortasında yapayalnız kaldım." (…)

"Vapurda binden fazla insan vardı. Doldurup getirdiler hepsini. Ayos Georgios adasında karantina kurulmuş. Bizi karantinaya aldılar. Üstümüzde başımızda ne varsa çıkarıp attılar kazana. Kadın kız, genç yaşlı hepimizin saçlarını kestiler. Bit mit varsa kaybolsun dediler. Dokuz gün karantinada kaldık.

Karantina dedikleri yere daha önce Rusya'dan muhacirler gelmiş. Bir köyün ahalisi hastalıktan, tamamen orada kırılmış." (…)

Yordan Amca, "Benim avrat Gülperiler daha sonra andalayıyla, yani mübadeleyle 1924'te geldi. Bizim çektiklerimizi hiç çekmediler" deyince hanımı Gülperi itiraz etti. Biz de çektik, biz de çektik!" diyerek başlarından geçenleri anlatmaya başladı:

"Sürgüne başlarken bize bir şey aldırmadılar. 'Yanınıza bir aylık yetecek kadar ekmek, yağ; bir de yatak yorgan alın! 'dediler. Sandık ki bir ay sonra geri döneceğiz! Kilitledik evimizin kapısını, anahtarını belimize bağladık. Çıktık yola. Amasya'dan Mersin'e hiç yürümeden arabayla geldik. Mersin'den Selanik'e yirmiyedi günde geldik. Geldiğimizde burada daha Türkler vardı. Ama Türkler hiç Türkçe bilmiyor, biz Rumlar da hiç Rumca bilmiyorduk! Türkler Rumca konuşuyor, Rumlar da Türkçe konuşuyordu! Geldikten sonra hiç kötü davranmadık birbirimize.

Türkler eşyalarını topladılar, satabildiklerini sattılar kalanlarını alıp gittiler. Babam papazdı. Türk'ün evine girdiğinde bir cüzdan bulmuş. Bakmış içinde para var. 'Şimdi bu adamlar çok zorluk çekerler' diye koşmuş arkalarından, yetişip vermiş para cüzdanını evinde kaldığı Türk'e."

(Sayfa 67-71)

Kayserili Karabaş

"Komşu köydeki Ermenileri kestiklerinde, bize dokunamazlar, arkamızda Yunanistan var dedik!"

"Kayseri'nin Beşkardeş köyündeniz biz. Buraya 1923'te geldik. 20 yaşındaydım. Bekârdım. 1925'te burada evlendim. (…)

Türkiye'de, köyümüzde Türklerle çok iyi geçiniyorduk. Bizim köyde Türk yoktu. Komşu köylerde vardı. Düğün yaptıklarında oku yollarlardı. 'buyurun, düğünümüze gelin'derlerdi. Giderdik. Biz de düğünlerimizde onları çağrırdık. Gelirlerdi. Düğünlerde güreşmek, davul zurnayla oynamak; ohoooo, bir neşe, bir dostluk! Kardeşten daha kardeştik! (…)

1914'te seferberlik olunca babam askere gitti. Üç amcam vardı. Biz dört kardeştik. Sonra, köyün tüm erkeklerini alıp gittiler. Kadınlar, çocuklar kaldık geriye. Orağın içindeydik. Buğdayları kim biçecek?

Anam cesur kadındı. Anam biçiyor, kardeşim topluyor, ben de yardım ediyordum. Biz hepsini tarladan topladık. O sene toplayamayanlar aç kaldı. Çocuklar ufaktı, biçemediler ekinlerini.

Geldik 1917'den 1918'e. Türk ordusu bozuldu. Herkes kafa kaldırdı. 1918'de kıtlık oldu. Bir şinik buğday iyi para ediyordu. Çeteler alıyordu.

Bizim köyde yoktu ama, Kayseri'de çok Ermeni vardı. Karşı köyümüzde Ermeni vardı. Toparlayıp götürdüler hepsini. Sürgün… Nereye dedik? 'Gerzun'a'dediler. Gerzun neresi? Bilen yok! Götürüp derelerde kesmişler, ırmağa dökmüşler hepsini!… 'Silahları var'dediler. İftira ettiler. Sustuk! Onlar 1912'de gittiler.

Bizim büyük adamlarımız cahildi.

'Bizim arkamızda Yunan var, bize dokunamazlar! Bizim devletimiz var. Ermenilerin yok. Yunan bize sahip çıkar!' diyorlardı.

Fakat 1918'de sıra bize geldi. Yunan İzmir'e çıktı. Ermenilere yaptıklarını bizim Rum köylerine yapmaya başladı Türkler. 'Yunanlılar Türk kadınlarını kesmiş, çocuklarını öldürmüş, şöyle yapmış, böyle kesmiş!'deniyordu.

Türkler de aynısını bizlere yapmaya başladılar.

Dostumuz Hacı Osman'ın askerdeki oğlu teskere alıp geldi.

- Yunan'ı denize döktük. Yunanlar çok yaptı. Türk karılarını çok yaktılar. Şimdi sıra size geldi. Buradan şuraya varıncaya kadar öleceksiniz hepiniz! dedi.

Bizim suçumuz neydi? Bizim ne kabahatimiz vardı? Biz Türk tabiiyetindeniz. Burda doğduk, burada yaşıyoruz. Ama ismimiz Rum.

Çevre köylerden insanlar bizim köylere çok sıkıntı yapmaya başladılar. 15-20 atlı çete geliyordu. 'Allah, Allah, Allah!" Köy odasına oturup, 'şu kadar para getireceksiniz' diyorlardı. Ne yapacaksın? Vereceksin. Ne kadar toplayabilirsek götürüp veriyorduk. Bunlar 1919-1920'lerde oldu. 1923'ten sonra komşular da bizden hazzetmedi. Ölüm korkusu sardı hepimizi… (…)

Toplanıyor askerler. Sivil giyinip, 1923 yılının Şubat ayında çevirip basıyorlar köyü:

- Yediden yetmişe hepiniz toplanacaksınız!

Toplanıyor köylüler kilisenin önünde.

- Sizde Ermeni ramonu varmış, silâh varmış. Getirin Ermenileri getirin silâhları!

Papazın biri çıkıyor, köylüler adına:

- Efendi bizde ne Ermeni var, ne silâh var. Etme eyleme, olsa getiririz. Der demez tutuyorlar Papazı, biri bir kolundan, biri öteki kolundan. Çetenin biri alıyor eline baltayı. Şak, şak, şak yukarıdan aşağı yarıyor Papazı diri diri!

Kıristosuma Ağa yalvarıyor:

- Ağalar, Efendiler! Ne istiyorsanız verelim. Sadece öldürmeyin! Beni öldürün, ama bu milleti öldürmeyin. Ben sebep oldum bunlara.

Sonra gidip evinden bir teneke altın getiriyor.

- Bir daha getir!

Gidip bir daha getiriyor.

- Hepsini getir!

Getiriyor bir teneke daha.

- Ağalar, diyor beni öldürün! Başka param da yok, pulum da!

Sonra millete dönüp:

- Neyiniz varsa, panganot, altın, gümüş, yüzük, bilezik getirin verin bunlara. Canınızı bağışlasınlar, diyor. Gidip getiriyor herkes nesi varsa. Koyuyor önlerine.

Çeteler altınları paraları aldıktan sonra, milleti dolduruyorlar zorla kiliseye. Damların üstündeki kuru otları getirip koyuyorlar kilisenin içine. Çalıyorlar kibriti. Oyyy anam oy! Yanıyor köyün hepsi.

Koca köyden bir kişi saklanıp kurtuluyor. O da geldi buraya. Şimdi Vilodobos köyünde yaşıyor. O anlattı bütün bunları."

(Sayfa 75-79)

Taşova-Ferizdağlı Vasili Vasilyadis

"Türklerin arasında bizi kurtaran Kaya da varmış. Kucaklarında çocuklarıyla yengemi görünce tanıyor. (…) Alıp götürüyor bunları evine, saklıyor. Doyurup içiriyor. Gece karanlık basınca getiriyor bunları Kızöldüren Çiftliği'nin oralara:

- Haydin bakalım, diyor, buradan ötesi sizin mıntıkanız, doğru dağa gidin, durmayın buralarda! (…)

Anlattılar olanı biten:

- Alayımızı öldürdüler, Kaya olmasa bizi de öldüreceklerdi. Kaya kurtardı hepimizi!

Dimidov'un evi dedikleri bizim hane 29 kişiydi. İkisi çocuk, beşi kadın yedi kişi gelebildik Yunanistan'a. Gerisi öldü, öldürüldü. Anamın tarafından hiç kimse kurtulmadı! Anamın kardaşları, çocukları hepsi yok oldu! (…)

Biz dağlarda iki büyük mağaraya saklandık. Biri Cinayet Mağarası, öteki Urgan Mağarası. Urgan Mağarası'na urganla inilip çıkılırdı. Kışın dallardan, otlardan duracak yerler yaptık. Sık sık çatışmalar oluyordu Türklerle. Bazen sarıyorlardı etrafımızı. Saklanıyorduk. Fakat bir çocuğun, bir bebenin bağırması bizi ele veriyor, hepimiz ölümle burun buruna geliyorduk. Ölenler oluyordu.

Bunun üzerine kaptanlar hepimizi topladı. Durumu anlattılar:

- Ya çocuklar ölecek, ya hepimiz öleceğiz! dediler.

Yorgi Ağa önce kendi yavrusunu boğup öldürdü. Sonra, bir iki yaşlarındaki 20 kadar bebeyi, çocuğu babaları; eli varmayanlarınkini başkaları öldürdü! Dağdaydık. Ölüm vardı. Korku vardı! Başka çare yoktu. Kaya'nın kurtardığı yengemin iki çocuğunu da o gece öldürdüler.

Ahhh ah! İnsan kendi çocuğunu öldürür mü? Bir baba kendi çocuğunu kendi elleriyle boğup öldürür mü? Öldürüyor! Gözlerimle gördüm! Dokuz on yaşındaydım. Günlerce dilim tutuldu! Hiç konuşamadım. Yıllar geçti. Yaşım oldu seksen yedi. Hâlâ düşüme girer çocukların boğulduğu o gece! Beni boğuyorlarmış gibi kan ter içinde kalırım."

(Sayfa 91-93)

Sinop-Ayancıklı Baba Yorgo

"Tek meyveyle bahçe olmaz!"

Birinci kat merdiven başına bir ihtiyar çıktı:

"Bre kim gelmiş, bre kim gelmiş!"

Gittim elini öptüm. Evin içindeki çocukları, damadı, gelini, oğlu da dışarı çıktılar.

"Gördünüz mü elimi öptü. Türk'tür. Bizde âdettir. Büyüklerin eli öpülür." (…)

Biz iyiydik memleketimizde. Suçumuz neydi bizim? Yunan'a İzmir tarafında asker vermişler, ama biz vermedik. 1918'de, 1919'da İngilizler koyvermişler Yunanları Türkiye'yi vurmak için. İngilizler fişeklemiş, İngilizler kışkırtmış Yunanları. Ondan sonra ortadan çekilivermiş. Olan bizlere oldu. Kabak bizim başımıza patladı!

Ne kazandınız bundan? Hiç bir şey. Ziyan oldu her şey… Türkiye'de de vurdular. Bizim Rumlar da burada vurmuşlar. Ne oldu sonunda? Çok kan döküldü.

Mustafa Kemal büyük adam. Ama bizi buraya göndermeyecekti. Kemal hata yaptı. Bu mübadeleyi yapmayacaktı. Biz eğitilmiş insanlardık. Zanaatkâr, usta, zengin insanlardık. Biz buraya gelince Türkiye eğitilmiş insanlarını kaybetti. Biz Türkiye'nin bereketiydik. Geldik Yunanistan'ı kalkındırdık.

Yıllarca bekledik. Mustafa Kemal affeder, geri ister, döneriz diye… Bizim suçumuz neydi? Sinoplular ağlıyordu, 'Gitmeyin' diye. Ama her yer bir değildir. Başka yerlerde iyi görmüyorlardı bizim Rumları.

Onun için diyorum ki, iyi değildir bunlar. Harp iyi değildir. Biz unuttuk o acı günleri. Şimdiden sonra herkes kendi evine, köyüne, çocuklarına baksın. Toprağını, bağını, bahçesini işlesin.

Sen Türk, ben Rum! Bre bırakınız bu lâkırdıyı. Harp de olsa, kimse bir şey kazanmaz.

Beni İtalyan harbinde askere aldılar. Vurursun, ölür delikanlı! Sigara verirdim İtalyan askerine. Savaşmak istemezdi o da. Yazıktır, günahtır… İnsan insanı öldürmemeli. (…)

"Baba Yorgo, dinç kalmanın sırrını öğrendim. Peki Türkçe'yi nasıl oldu da unutmadın, böyle güzel konuşuyorsun?"

Deniz kıyısında yürüyorduk. Bir den durdu, gözlerimin içine baktı. Yanıtı kısa ve özdü:

"Türkçe, benim vatanımın dilidir, unutmam!"

"Bak şu bahçenin güzelliğine. Şu şeftaliye, şu eriğe, şu çiçeklere bak! Hepsi birlikte güzel… Bir ülkenin içinde ne kadar din, dil, ırk varsa o kadar zenginliktir bu. Budur sana, Sinoplulara, Ayancıklılara ve Türklere son sözüm: Tek meyveyle bahçe olmaz!"

(Sayfa 123-132)

diYorum

 

54
Derkenar'da     Google'da   ARA