Patronsuz Medya

"Deli olan ben değilim!"

İrem Uşar - Chivi, 30 Ocak 2001  


Günlük hayatın hengâmesi içinde boğulurken gazetede çevirdiğiniz üç-beş sayfa size ne kazandırır?

Nefes değerinde bir rahatlama, biraz da oksijeni ilk kez ciğerine çeken bebeğin can acısı. Gazetenin elleri boyayan mürekkebi içinde siyah beyaz, ama kendine has renklere açılan bir kapı. Necdet Şen'in çizerlik yetisiyle okuyucusuna verdiği tat böyle ifade edilebilir sanırım. Çizileni "okuma" sırasında bir ferahlık ve anlatılanın içte bıraktığı ukdenin yol açtığı sancı. İlk gençlik yıllarında yaşama karşı hırs duymuş, ama hayatî meselelerden dolayı hayatı ertelemiş herkese iç çektirten bu adam her şeyi elinin tersiyle itip dört yıl ortadan kaybolsa ne yapmış, ne görmüş, ne anlamış merak etmez misiniz?

* * *

Bir süreliğine ortadan kayboldunuz. Hindistan, Nepal ve Pakistan'ı dolaşmışsınız. Daha önceki çalışmalarınıza bakınca insan "bu adamın ihtiyacı yok ki böyle bir ruhi besine" diye düşünüyor. Söyleyecekleriniz tükenmiş miydi?

Evet, tabii ki ruhî besine ihtiyacım vardı. Ben zaten gazeteden ayrıldıktan bir yıl sonra çıktım eyahate. Feneryolu'nda güzel bir terasım vardı. Bir yıl boyunca orada hamakta sallandım, şekerlemeler yedim.

Bu bir anlamda içimdeki haksızlığa uğramış çocuğu keşfetme ve onun gönlünü alma çabasıydı. Doğu'ya gitme nedenim de oranın benim için masumiyeti temsil etmesiydi. Bu seyahatten döndükten sonra ayrıldığım yerlere ısrarla dönmek istemedim. Parasızdım. Ama böyle zamanların iyi bir yanı da var. Kim gerçek dostunuz, kim iyi gün dostu onu görüyorsunuz.

Bütün bunlara katlanmamın en önemli nedeni hepimizin içinde susturduğu, sesini kestiği o uyuyan çocuk. Toplumsal hayata adapte olmak için o çocuğu susturmak zorundayız. Toplum özünde çocukları sevmiyor, dünyanın her yerinde bu, üç aşağı beş yukarı böyle. Toplum sizden belli formatlara uygun davranmanızı bekliyor ve daha küçükken annenizin, babanızın, öğretmeninizin telkinleriyle siz sürekli yontulup şekillendiriliyorsunuz. Sivrilikleriniz törpüleniyor. Siz de bu durumda içinizdeki çocuğu susturup ansızın büyüyorsunuz. İçinizdeki çocuk da "tamam ben artık sustum" deyip ilelebet çekip gitmiyor ki! Bütün yetişkinlik hayatınız boyunca o çocuk sizi taciz ediyor. Utangaç bir tavırla da olsa size varlığını hatırlatıyor.

Toplumsallaşmak duyarsızlaşmaktır diyorum ben. Bu akıntının, karmaşanın ortasında yapabileceğiniz tek şey duyarsızlaşmaktır. İçinizdeki masumiyet ve saflıkla hareket etmeye kalktığınız zaman toplumla çatışıyorsunuz. Toplum ense kökünüzden, kulak tozunuzdan sürekli size emirler gönderir. "Öyle yapma, böyle davranma! Bak tepki göreceksin!" der. Benim böyle bir gıdaya ihtiyacım vardı.

Ama buna sizin de ihtiyacınız var herkes gibi. Ben de bu ihtiyaç her gün giderek artan şekilde var. Bir çeşit temizlenme süreci yaşadığımı düşünüyorum. Kafamın içine soktuğum bin tane hurafeden kurtulmak için gerçek bir çaba harcıyorum. Parasızlık gibi bana göre küçük sayılabilecek bir bedel de ödüyorum. Bence kesinlikle bu bedeli ödemeye değer çünkü ben kendimi keşfetmeye çalışıyorum. Kendi içimdeki saflığı, masumiyeti bulmaya çalışıyorum.

Böyle bir çaba içine girdiğinizde de törpülediğiniz duyarlılığınız geri gelmeye başlıyor. Bu bir fısıltıyı, gürültüyle bastırmanıza benziyor. Gürültüyü azalttıkça içimizdeki o çocuğun sesini duymaya başlıyorsunuz ve biliyorsunuz ki çocuklar patavatsızdır. Bunu çevreniz huysuzluk, uyumsuzluk olarak algılayabilir, onların nasıl algıladığı da hiç önemli değil.

Toplum yapı itibarıyla budaladır. Toplumsal ilişkiler yalan ve hile üzerinedir. Aslında bu insanlar kendilerine yalan söylüyorlar. Siz bunu fark ettiğiniz anda yabancılaşmaya başlıyorsunuz. Böyle birçok insan var ve toplum onları, beni kustuğu gibi dışarı kusuyor. Arkadaşlarınız sizi aramamaya, eskiden size büyük hayranlık besleyen insanlar sizi hoyratça eleştirmeye başlıyorlar. Bir köşe yazısında sizi göklere çıkarmış insanlar sizi sokakta görünce görmezlikten geliyor.

O zaman fark ediyorsunuz ki onların ilgilendiği şey insan olarak siz değilsiniz. Bir gazetede söz söyleyip toplumu etkileyebilme gücünüz onlar için kıymet taşıyor. Bunları deneyimlemiş olmak bence çok çok önemli. Bu tip insanları kendim için asla kayıp olarak görmüyorum çünkü onları zaten hiç kazanamamışım.

Yalnız bir insansınız o halde…

Bazı insanlar yalnızdır. Ne yaparsa yapsın yalnız kalır. Ben çocukluğumda da hep yalnızdım, dışlanırdım. Oyun sırasında hep ötekiler bir grup olurdu ve ben tıpkı "boyalı kuş" gibi gagalanırdım. Sebebini de anlayamazdım. Çocuklar toplumun küçük bir modelidir. Onlar toplumsallaşmayı başarmış çocuklardı, ben başaramamıştım. Hâlâ da toplumsallaşmayı başaramamış gri saçlı bir çocuğum. Ben şimdi anlıyorum ki 80 yaşındaki insanlar da içlerindeki çocuğu hâlâ taşıyorlar. Çoğu insan da içindeki çocuğu gösterdiği zaman eleştirileceğini bildiği için kendini kasıyor ve ağır, uslu davranmaya çalışıyor. Neyse ki ben öyle yapmıyorum.

Çizdikleriniz ağır ve derin mevzular. Siz her şeyi böyle ciddiye mi alıyorsunuz? Kendinize güler misiniz meselâ?

Ben pek de ciddi mevzulara değindiğimi zannetmiyorum.

Ben böyle düşünüyorum. "Değişim Rüzgârları"nda anneler hakkında bir bölüm vardı örneğin.

Hatırlıyor musunuz onu gerçekten? Benim için önemlidir o. Onu siteme koyacaktım, ama sonra annem alınır diye koyamadım. Tabii bu işin şakası annem alınacak olsa çizmezdim zaten.

Bir de işin bu tarafı var aslında; bunu okuyunca anneniz ne tepki verdi, merak ediyorum.

Ben şu anda annemle birlikte oturuyorum çünkü ev kirası ödeyebilecek durumum yok. O zaten okumuyor benim yazıp çizdiklerimi. Okusa da anlayabileceğinden pek emin değilim. O sadece hoşnut oluyor kendisini çizgilerimde görmekten.

Yani oradaki annenizdi.

Tabii, ben onu direkt mürekkepli kalemle defterime çizmiştim. Eskiden Bomonti'de bir çay bahçesi vardı oraya götürmüştüm annemi. O otururken ben de çizmiştim. Bu çizim bu şekilde çıktı yani. Aşağıdaki karedeki kız da, ben Cumhuriyet'te çalışırken stajyerdi.

Kendinize gülüp gülmediğinizi söylemediniz hâlâ.

Ben en çok kendime gülerim. Kendimi çok komik buluyorum. Komik olmaya çalıştığımdan değil. Yalnızken en çok kendime güldüğümü söyleyebilirim. Ben hiç ciddi olmaya çalışmadım ki aslında. Sanırım benim bir öfkem var… O öfke de ciddi bir görünüm yaratıyor galiba. Aslında öfke ciddi bir şey değildir. İnsanın öfkelendiği an, en çok çocuklaştığı, en çok sahicileştiği ve maskesini attığı andır. Öfkenin ardından denir ya; "Ben ne yaptım ya! Özür dilerim arkadaşlar! Kendimi kaybettim bir an için" Yalan. Kendini buldun aslında sen!

Herkes yanlış yola saptı, ben doğru yolu tutturdum diyor musunuz kendinize?

Ben haklı olmaya çalışmıyorum. Genelde "ben" kelimesine vurgu yapmamaya özen gösteriyorum. İfade ettiğim hiç bir düşüncemde haklılık iddiası taşımıyorum. Çünkü haklılık bir çatışmanın varlığını gösterir. Benim çatışmak, kavga etmek gibi bir niyetim yok. hiç bir zaman bana yönelik bir övgü ya da küfür içeren yazıya köşemden cevap vermedim. Dikkat ederseniz medyada bu al gülüm ver gülüm mevzu bol bol yaşanıyor. Böylece birbirlerinin reklamını yapıyorlar. Bir küçük seçkinler kulübü bütün dünya sanki onların dar çevresinden ibaretmiş gibi sürekli birbirlerini övüyorlar. Körler, sağırlar birbirlerini böyle ağırlıyorlar. Böylece biz de aydınlanmış oluyoruz falancanın en son kimden rüşvet aldığı konusunda.

Sonuçta ben "evet işte ben haklı çıktım" demiyorum. Ne hakkı? Bunu anlamak bile bence çok önemli. Batı-Doğu diye bir ayrımımız, "Batı öyle mi ya!" diye de bir beğenimiz vardır bizim. Batı'da her şey her zaman iyi gider. Ben bunun olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta insan her yerde insan. Kültür farklılıkları, üzerimize giydiğimiz elbiselerin farklı olması bir şey değiştirmiyor. Niye Doğu'ya gittiğimi net bir şekilde bilmiyorum aslında. Üzgün ve mutsuzdum. O günlerdeki duygularımı çok iyi hatırlamıyorum. Ancak yazdıklarımı okuyunca bir şeyler çıkacak. Onları yazmasaydım "o günlerde ne hissediyordum acaba?" diye soracaktım kendi kendime. Ben seyahat boyunca günü gününe not tuttum.

Bu notları yayınlayacak mısınız?

Büyük ihtimalle sitemde yayınlanacak. Basmak isteyen çıkmadı bu güne kadar. İyi de oldu. İki senedir açıp bakmadığım notlarımı ilk kez sitemde yayınlayacağım.

Ne kadarlık bir dönemin notları bunlar?

Benim seyahatim üç buçuk ay sürdü. Çok uzun sürmedi aslında.

Peki neden Konya değil de Hindistan? Mevlâna değil de Buda?

Çok güzel bir soru sordunuz. Hepimiz eğitim denilen bir süreçten geçirildik. Bu sürecin adı eğitim olsa da bu bir kültürsüzleştirme süreci. Cumhuriyetle birlikte çok yoğun bir kültürsüzleştirme programına tabi tutulduk. Bunu yapanların çok da bilinçli hareket ettiklerini sanmıyorum. Onlar kendilerince bir halt yaptıklarını zannettiler, ama çok yanlış şeyler yaptılar. Hatta sitemdeki başucu satırlarında da şöyle bir cümle var; kendi köklerimize, kendi kimliğimize yabancılaştırıldık.

II. Mahmut zamanından başlayan bir Batı hayranlığı vardır bizim "seçkinlerimizde". Daha doğrusu kendini seçkin olarak adlandırmış bir camiada. Paşa torunu, zengin çocuğu olmak insanı direkt seçkin yapıyor mu bilmiyorum, ama kendi halkına sömürgesiymiş gibi bakan, halkının bütün değerlerini, yaşam tarzını, müziğini, kültürünü aşağılayan ve bunu kültürlü olamak zanneden seçkinler bunlar.

Kendi gibi halktan tecrit şeklinde yaşayıp bunu marifet sanan birkaç kişiyle birlikte bir cemaat oluşturduğunu düşünen ve o cemaate "çağdaş, uygar" gibi güzel sıfatlar yakıştıran toplulukların altını kazırsanız ortaya ırkçılık çıkıyor. Kendi halkına siyah, zenci gözüyle bakan bir zavallı Osmanlı münevverinin bugünkü uzantısı bugün kendini aydın diye tanımlayanlar. Laikliğin altını çizen, şeriata karşı da kendini görevli hissedenler.

Laiklik ne zamandan beri Türkiye'de laiklik? Genelkurmay Türkiye'deki en önemli meselenin laiklik olduğuna karar verdiği günden beri. O zaman sen nasıl solcusun Genelkurmay'la aynı ağızdan konuşuyorsun? Bugün Genelkurmay solculara karşıyken sen de solculara karşısın yarın solcuları bertaraf ettiğinde, onları esas Gargamel olmaktan çıkardığında, Milli Güvenlik Kurulu sana yeni bir Gargamel sunuyor, sen de o yeni Gargamel'le kavga etmeye başlıyorsun. Nasıl aydın olmak bu? Öyle bir aydın aklı ki fikirleri karbon kâğıdıyla çoğaltıyormuş gibi aynı virgüller aynı noktalarla konuşuyorlar. Maalesef bir süre sonra hepsi de bunun kendi fikri olduğunu zannetmeye başlıyor. Söylediklerini kendi hayatından gözlemleyerek, yaşayarak, analiz yaparak çıkarmışsan niye en ufak bir farkı yok cemaatindeki diğer fikirlerden?

Açıkçası gazetedeki köşemi, telefon defterimi, arkadaş çevremi iptal etmemin en önemli nedenlerinden biri de çevremin demin sözünü ettiğim tırnak içindeki aydınlarla dolu oluşundandı. Kendimi bir sirkte ya da bir tımarhanede gibi hissettim. Ya ben delirdim ya da bunlar delirmiş diye düşündüm. Karşınızdaki insanların sayısı çok fazla olunca ve hepsi de aynı ağızdan konuşunca her halde ben delirdim diyorsunuz kendinize. Herkes aynı anda, aynı biçimde delirmiş olamaz diye düşündüm.

Şimdi daha cüretkâr bir biçimde söylüyorum; delirmiş olan onlardı. Daha doğrusu molozlaşmışlar. Sürekli aynı köşe yazarını okuyup onun önyargılarını ezberleyerek insan aydın olamıyor. Bütün bu kendini aydın, çağdaş, demokrat, laik zannedenler hiç değilse bir gün radyoyu, televizyonu kapayıp kendi düşünceleriyle baş başa kalsalar ve "neden hepsi karbon kâğıdıyla çoğaltılmış gibi aynı cümlelerle konuşuyor?" sorusuna cevap arasalar keşke. Bu kadar ezbercilik, despotluk olamaz. Bunun nedeni de kendi farklı fikrini söyleyenlerin vatan hainliği ve yozlukla suçlanmaları.

Adını vermeyeyim ama bir dergide köşe yazarı bıyığını kestirdiği gün "bıyıklı erkekler magandadır" diye yazı yazmıştı. Geçen haftaya kadar sen de maganda değil miydin o zaman? Bu insanlarla aynı camiayı paylaşmak istemiyorum!

Ben gazetedeki köşemi bırakmadan bir hafta önce, bir gazetenin önemli adamlarından, İstanbul'da bulunmayan biri beni arayıp "neden Susurluk'la ilgili hiç bir şey yazıp çizmiyorsun? Olay başlayalı on gün oldu" dedi. Ben de "niye yazayım?" dedim. Cevap şöyleydi; "Olur mu? Ben herkesi okuyorum ne düşüneceğime karar veremiyorum. Sen bir şeyler yaz da ne düşüneceğime karar vereyim" oldu. Bu aklını bana emanet etmektir. Benim yerime başka köşe yazarlarına da emanet edebilir. O zaman yandı gülüm keten helva! Böyle bir durumda gazetede bana hasbelkader bir köşe emanet edilmişse ben bunun nesinden gurur duyayım? Bunu demoklesin kılıcı gibi mi kullanayım? Bir gün onu bir gün bunu mu mahvedeyim?

Medya son derece kontrolsüz, son derece gayrı ahlâkî bir şekilde çalışıyor. Sizin sitede yer alan bir röportajı okudum, bir köşe yazarıyla yapılmış, midem bulandı. Adam resmen "bu kadar köpeklik ettim, yine de kovdular beni!" diyor. Artık köpeklerin arasından bile has köpeklerle yarım köpekleri ayırıyorlar ve yarımları yani yüzde yüz köpek olmayanları ayıklıyorlar.

Nepal'e ya da Pakistan'a ayak bastığınızda içinizden geçen duygu neydi? Müthiş bir ruhsal tatmin söz konusu olmalı.

Ben bunları uzun uzun kitapta anlattım aslında. O kitap benim yediğimin içtiğimin hikâyesinden çok ne hissettiğimin hikâyesi. Ne hissettim derken, bir insan oraya gittiğinde ya da herhangi bir olayın içindeyken hele hele bir tüketim nesnesi gibi sunulan bir seyahati yaşarken ne hisseder onu anlattım. Cepli pantalonlar, yelekler giyip boynundan fotograf makinaları sarkarken bir kahraman edasındasın, ama sen hiç ishal olmadın mı orada? Seyahatin gerçeklerinden biridir ishal ve ciddi bir sorundur.

Ben buradan ambalajlı turlarla değil, kara yoluyla otobüsler, trenler, yayan gittim. Seyahat rehberimi bile Hindistan'da aldım. Hatırladığım en net duygu yalnızlıktı aslında. Seyahate yalnız gidin ve yalnızlık duygusuyla yüzleşin. Yanınızda biri oldu mu toplumunuzun küçük bir modelini de götürüyorsunuz yanınızda. Bir de fotograf makinesi götürmeyin. Yanınızda fotograf makinası varken orayı yaşayamazsınız, turist olarak kalırsınız, o yabancılaştırıcı bir etkendir, dikkatleri üzerinize toplar, oraya yabancı olduğunuzu belli eder. Vizörden bakarken ne görüntülediğinizi değil İstanbul'a geldiğinizde bunları kime, nerede sergileyeceğinizi tasarlarsınız.

Seyahat aslında bir inziva denemesidir. Hareket halinde bir inzivadır. Her gün okuduğunuz gazete, konuştuğunuz telefon, ilişki kurduğunuz insanlar yoktur. Her an değişen, kesinlik denen şeyin olmadığı bir ortamda, belki de tek kesinliğin siz ve içinizdeki sesler olduğu bir ortamda yaşıyorsunuz. Bazen sabahları uyanıp ben şimdi hangi şehirdeyim diye sorarsınız kendinize. Bunun çok hafif bir yanı vardır. Üzerinizdeki tüm denetimler kalkmıştır, ama siz hayret verici bir şekilde canavarlaşmamışsınızdır. Yıllardır unuttuğunuz bir takım sesler odanızı doldurmaya başlar. İnanılmaz bir deniz manzarası görürsünüz ve paylaşmak istersiniz, ama kendi kendinize anlatırsınız bunu.

Biraz da beklentiyle gitmiştim aslında, bir çıkış arıyordum. İstanbul'da tekrar gazetelere dönmemek için bir belgesel mi hazırlasam diye düşündüm. Bu yüzden de söylediklerimin aksine fotograf makinası ve hatta kamera bile götürdüm yanımda.

O seyahatin ardından aklınızda sakladığınız bir fotograf vardır her halde. O fotografın öyküsünü dinleyebilir miyiz?

Çok var… Özellikle şunu söyleyeyim. Artık gördüğüm kentlerin halkını seviyorum. Eskiden Pakistanlı nasıldır, tanısam sever miyim diye bir soru bile yoktu kafamda. Şimdi Pakistan'la ilgili bir haber gördüm mü sonuna kadar seyrediyorum. Çünkü ben orada herhangi bir Pakistanlı'yla oturup yarım saat, bir saat sohbet etmişim. Anadolu'da da bu böyledir. İçilmeyecek, artık kusmuk gibi olmuş bir çayı Anadolu'da dağda bir çobana ikram edin, ayıp olmasın diye içer. Ben bunu da yaşadığım için biliyorum. Kentteki, okumuş insanların ne kadar daha kaba olduğunu görüyorsunuz. Bunu görünce de kafanızdaki her şey tepetaklak oluyor.

Halbuki bu kentli insanlar kendilerini kültürün, inceliğin, zarafetin simgesi gibi görüyorlar. Bu kabalık da fazla meşgul yaşamaktan kaynaklanıyor, telefonlara çıkmama, araya sekreter koyma, randevuya gecikme… Bunları doğal hakkınız olarak görmeye başlıyorsunuz. Çok meşgul olmak sanki Tanrı vergisi bir şeymiş gibi. O zaman sen de o kadar meşgul bir insan olmasaydın! Ben de bu hatayı yaptıktan sonra fark ettim bunları. Meşgul olma durumunun insanî değerleri görmemi engellediğini fark ettim.

Peki korku?

Çok fazla. Bu deminki sorunuzun da cevabı olabilir. Kafamdaki en belirgin şey korku duygusuydu. İnsanların en temel duygusu yani. Bu duygunun temelinde de ölüm korkusu var. Daha doğrusu doğum anındaki ölüm korkusu. Doğduğumuz anda şok geçiriyoruz. İnsanların öfkelerinin, kahramanlık taslamalarının altında aslında hayata gelirken ilk keşfettiğimiz duygu olan korku var. Doğarken kısa bir süre için de olsa soluğumuz kesiliyor.

Dün yazdığım giriş bölümünde tam da buna benzetmiştim sizin çizdiklerinizin verdiği hissi.

Tam on ikiden vurmuşsunuz. Toplumda var bu. İnsanlar korku nedeniyle birey olamıyorlar, koyun gibi birbirlerine sokuluyorlar. Sürü psikolojisi tüm canlılarda var. Kendi içimizdeki masumiyeti susturmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Seyahatim boyunca hep korkularımın üzerine gittim, onlarla yüzleşmeye çalıştım. İlk bir ay büyük bir panik içinde dolaştım. Ben kendime soruyordum, niye bu kadar kabadayılaştım diye.

Mesela İran'da bir taksi şoförünün boğazına yapıştım. Burada bir neskafe bile içemeyeceğiniz bir para tuttu taksi ve ben onunla gırtlak gırtlağa geldim. Dur ya ne sinirleniyorsun, herif belki psikopat öldürecek seni, ne gereği var? O da kırk yılda bir turist almış arabasına. Hindistan'da yanıma yaklaşan satıcıları kovalıyordum acaip sert bir şekilde. Bütün bu horozlanmaların altında aslında korku olduğunu gördüm.

Bununla yüzleşmediğiniz takdirde paranoyak bir kahraman olarak yaşarsınız. Korkuyu kabullendiğiniz anda artık ne ölümden korkuyorsunuz ne de insanlardan. Bütün kırılganlığınız ve yaralanabilirliğinizle var olup bunları hayatın doğal getirileri olarak görmeye başlıyorsunuz. O zaman büyük bir rahatlama yaşıyorsunuz. "Ben korkak bir adamım" dediğiniz anda korkunuzu yarı yarıya yok etmiş oluyorsunuz. Bir de bir insanın bilinç altını, karanlık tarafını görmek istiyorsanız kimi ve neyi suçladığına bakın. Çünkü insanların en çok yapmak istedikleri şey aslında toplum içinde suçlayarak konuştukları şeylerdir.

Peki ben de dört-beş yıl ortadan kaybolmak, seyahat etmek sonra da evimde oturmak istiyorum. Nasıl geçineceğim?

Ayda 300 dolar yetiyor. Ben toplam 1500 dolar harcadım uçakla döndüğüm halde. Bu seyahati yapmış olmak insana acaip bir kendine öz güven getiriyor. "Ben her koşulda var olabilirim" diyorsunuz. Kötü koşullar, pis yiyecekler olduğu doğru, ama yine de benim duş yapmadığım gün sayısı 2'yi 3'ü geçmez. Kovayla sıcak su getiriyorlar yine yıkanabiliyorsunuz. Burada bir dağa çıkın yıkanacak yer bulamazsınız. Demek ki oranın koşulları çok da kötü değil. Özellikle de İran'dan geçmenizi öneririm. 100 dolara İran'da bir hafta yaşarsınız. Başınızı örtmeniz gerekebilir belki, ama bu da inanın İran'daki fanatiklerden korunmak için gereklidir. Yoksa normal İranlının umurunda değil. Zaten çok yakında İranlı kadınlar başlarını açacaklar. Oraları görmüş bir insan olarak söyleyebilirim ki çok büyük bir muhalefet var.

Sorunuza dönecek olursak şu anda da bir çıkış da aramıyorum doğrusu kendime. Arabamı sattım iki üç hafta önce. O para benim yaşam şeklimle bir sene götürür beni. Zaten hangimiz kendimize bir sene ömür biçebiliriz ki? Dolayısıyla zaten yapı itibarıyla, bir de şimdi artık felsefe itibarıyla yarına dair planlar yapmıyorum. Medyaya döner miyim dönmez miyim… Hayatımı herhangi bir formüle göre yönlendirmiyorum.

Bugün için konuşmak gerekirse, ekranın başında olup sitemle uğraşmak beni acaip mutlu ediyor. Yazıp çizmek benim için hayatla bir çeşit alışveriş şekli. Benim en son çalıştığım gazeteyi bırakıp gitmem medyaya yönelik bir eleştirinin altını doldurmak için değildi. Medyayı o zaman da eleştiriyordum. Köşemden en sert eleştirileri yapma imkânım vardı. Kovulur muyum diye bir endişe taşımadan ne söyleyeceksem en sert şekliyle söylüyordum. Gazetenin beni kovma yetkisi olan adamı da, değil en ufak bir sitem etmek, beni çok sevdiğini söylüyordu. Belki de beni öyle tavlamaya çalışıyordu. Sertlikle susturamayacağını bildiği için tatlılıkla beni borçlu bırakmaya çalışıyordu belki.

Medyayı terk etmemin asıl nedeni medyaya yönelik eleştirilerim değil. Çünkü o medya benim eleştirilerimi dile getirme fırsatı ve ortamını tanıyordu düşünecek olursanız. Nedenler tamamen kişiseldi. Ben mutsuzdum. İçimdeki küçük kara balık okyanusu görmek istiyordu. Bu seyahatte en çarpıcı anı, dönüşüme yakın Delhi'de, bizim Taksim meydanı gibi bir meydanda yaşadım. Sokak kitapçılarından bir tanesinde "Running From Safety" diye bir kitap ilişti gözüme. O üç ay boyunca düşünüp, adını koymaya çalıştığım şey buydu; güvenlikten kaçmak. Hayatın akışına kendimizi köpekleşmeden bırakmak…

diYorum

 

66
Derkenar'da     Google'da   ARA