Patronsuz Medya

Keresteler en yükseğe çıkabilir

İlker Gökçen - 24 Nisan 2009  


Marangoz bir şehre yolculuk ediyordu. Gölgeli alana ulaştığında Yer tanrısının tapınağında kutsal li ağacını gördü. Öyle büyüktü ki altındaki binlerce sığır gölgesinden yararlanıyordu. Çevresi yüzlerce karıştı, dalları seksen fit yükseliyordu. Kesilse bir düzine tekne yapılabilirdi ondan.

Kalabalıklar durup durup ona bakıyordu. Ama marangoz hiç aldırmadı, arkasına bile bakmadan yoluna devam etti. Oysa geride kalan çömezi ağaca iyice bakmıştı, ustasına yetiştiğinde, "Hizmetinizde keser salladığımdan beri böylesine görkemli kereste görmedim. Nasıl olur da siz sayın Usta durup ona bakmazsınız?" dedi.

"Unut onu, konuşmaya değmez" diye yanıtladı ustası." Bir teknede kullansan batar, sanduka yapsan çürür, mobilyada kullansan kolayca kırılır, kapıda kullansan erir gider, direk yapsan kurt yer. Niteliksiz bir ağaç, işe yaramaz. Bu yaşa ulaşmasının nedeni de bu zaten."

Chuang Tzu'nun kitabındaki bilge böyle söylüyor. Satırları okuyunca tanıdığım keresteler geldi aklıma. Suratlarına bağıran değersiz adamlara, sırf oturdukları koltuk aşkına ses çıkarmayan keresteler. Fikirlerini söylemekten aciz müdürler, toplantılarda sus pus oturup sonra dolap dümen çeviren eski dostlar geldi aklıma.

"Büyük küçük bütün eylemlerde başarılı olup da mutlu olduğunu söylemeyen az çıkar. Üstlendiğin bir işte başarısız olursan insanların yargılarından acı çekersin. Başarılı olursan yin ile yang'dan ötürü acı çekersin. Başarılı da başarısız da olsa acı çekmemeyi yalnızca erdemli kişi başarabilir."

Bu satırları okuyunca da ne denli erdemsiz olduğumu düşündüm. Lâf anlatamadığım şişkin egolu, kalın kafalı patronlarımı, tepe yöneticilerimi düşündüm. Dediklerimi değersiz kılmaya çalışıp sonra kendilerinin de ikna oluşu geldi aklıma. Doğruyu değil, yapışkan bir yalaklıkla sorgulamayan bir köle istiyorlardı. Güce tapanların dünyasında "Kral çıplak" denmesine tahammülü yoktu kimsenin. Ve ben acı çekmemeyi başaramıyordum. Bu riyakârlık ülkesine bulutlardan düşmüş olmalıydım. Ya da bir tırtıl gibi yolumu kaybedip yanlışlıkla girmiştim bu garip binaların içine.

Chuang Tzu bir gün sıcaktan kuruyup kavrulmuş eski bir kafatası gördü. Onu kamçısıyla dürterek şu soruyu sordu: "Bayım, hırslı mıydınız? Usu unutmuş muydunuz da başınıza bu geldi? Tahtınız mı devrildi? Bir baltaya mı sap olamadınız? Kötü işler yaptığınız, ana babanızın, ailenizin yüz karası olduğunuz için mi başınıza bu geldi?"

Konuşması bitince kafatasını sürükledi, onu bir yastık gibi alıp uyudu. Gece yarısı düşte kafatası gelip onunla konuştu. Şunları söyledi:

"Bir retorikçi gibi ağzına geleni söyledin, bütün sözlerin yaşayan bir adamın çapraşıklıklarını ele veriyordu. Ölüler bunların hiç birini bilmez. Ölüm üzerine bir ders dinlemek ister misin?"

"Gerçekten isterim," dedi Chuang Tzu.

Kafatası, "ölüler arasında yukarıda yönetici, aşağıda yönetilen, dört mevsimin korosu yoktur. Yapacak bir şey yoktur, bizim baharımız da güzümüz de yer ile gök gibi sonsuzdur. Tahtı üzerinde yüzünü güneye dönen bir kral bundan daha mutlu değildir," dedi. Chuzng Tzu buna inanmadı. "Yazgıya hakem olup sana gene bir gövde vermemi, seni ete kemiğe büründürmemi, seni anana babana, ailene eski evine, eski arkadaşlarına geri götürmemi ister misin?"

Kafatası kaşlarını çattı, yüzünü astı; "niye tahtında oturan bir kralinkinden daha fazla olan mutluluğumu bir yana atıp da insanların dertlerini üstleneyim?" dedi.

* * *

Bir şirkette çalışıyordum, yöneticiydim. Personelin prim sistemini yetersiz bulup değiştirmiştim. Personel şirketin yönetim kurulunun bu paraları ödemeyeceğini söylemişti. Daha önce bir şeyler olmuş, falan, filân. Ben de "öyle şey olur mu?" dedim. "Ödemezlerse işi bırakırım hiç merak etmeyin, güvenin bana."

İlk ayın sonunda satışlar ciddi ölçüde arttı. Ama ertesi ay bir türlü primleri ödenmiyordu ekibin. Şirket içi dedikodular başlamıştı. Hani Bukowski'nin "sonradan da gerçek olur bu dedikodular" dediği türden. Gerçekten de gerçek çıktı. Ekiptekiler, "biz çalışamayız, kimseyi de artık adam yerine koymayız" demeye başladılar. Yönetim Kurulu denen kişilere derdimi anlatamayınca istifa ettim.

Daha ilginci, "çalışamayız, bir gün bile durmayız" diyenlerin hepsi orada devam etti. Eski kötü şartlarıyla. Ve duydum ki daha çok çalışmaktaymışlar.

* * *

Kurukafayı ve insanları düşünürken, bir gün ve biraz da elem içindeyken, kitaplıktan bir kitap çektim ve rast gele bir sayfayı okumaya başladım.

Kitabın adı "Nereye?" idi ve açtığım sayfa şöyle diyordu:

"Akşama doğru yüksek bir tepeden uçsuz bucaksız çatılar ormanını izlerken, oradaki hayata yabancılaştığımı, benim reddettiğim kemiği kapmak için her şeyi yapabilecek ve seçtiğim yolu nasıl anlatırsam anlatayım, anlamamakta inat edecek olan milyonlara söyleyecek bir sözümün kalmadığını fark ettim. Onlar orada kendi hayatlarını yaşıyorlardı işte. Bana gelince, yeryüzü cennetinden kaçmış bir 'kaçık 'idim sadece."

(Geride kalan Eylül'ün tatsız tortuları - Necdet Şen)

İyi geldi bu satırlar ve devamı, kelimelerin ahengi içinde kendimi buldum. Penceremden arka bahçedeki yeşil ağaçlara, deli deli öten kuşlara, ava çıkmış kedilere baktım. Milyonların içinde bir "kaçık" olmak en erdemli olanıydı. En büyük zenginlik "hayır" diyebilmek, inandığını söylemek, bir kemik için kendini sunmamaktı.

Huzur doldu içime, gökyüzüne baktım.

diYorum

 

İlker Gökçen neler yazdı?

58
Derkenar'da     Google'da   ARA