Patronsuz Medya

Asker oldum piyade

İlker Gökçen - 17 Aralık 2008  


Aynadaki yüze bakakaldım. Kafamın yerinde sadece iki kulak duruyordu sanki.

Nasıl görmek istersen öyle anlayacağın bir Picasso tablosu gibi gözüküyordum. Bir mafya babası gibi gözlerimi patlatarak baktım aynaya. Saçımı kesen daha önce hiç saç kesmiş miydi? Bilmiyordum. Tek bildiğim aynadaki adamı, kendi suratımı tanıyamadığımdı. Bir de saçımı keseni öldürmek istediğim.

Askerdeki ilk günümdü. Kafamdan büyük şapka, bedenimden büyük elbise, ayağımdan büyük bot giymiştim ve şimdi askerdim. Benim gibi yaşı tohuma kaçmış, bir sürü orta yaşlı üniversite mezunuyla beraber piyade bir er olarak girmiştim kapıdan. Önce, yüzümde salak bir gülümseme vardı sebepsiz. Akşama doğru geçti. Binlerce yamuk kafalı, ter kokulu, kadınsız, tek tip adamla bir aradaydım, ayırt edilmemiz imkansızdı sanki.

Çok değil daha iki gün önce Akdeniz sahillerinde ayaklarımı serin sulara sokuyor, akşam rüzgarında sallanan ağaçlara bakıp sigaramı içiyor, hayatımın kadınını seyrediyordum. Sorun yoktu, şiir gibiydi her şey. Sonsuza kadar öyle kalabilirdim, ihtiyacım yoktu şehrin kalabalığına. Şimdi ise aynada baktığım adamı tanıyamıyordum ve fena halde kazık yemiş gibi hissediyordum kendimi.

Manzara soluk kesiciydi. Yüzlerce insan yatağından boşalmış bir sel gibi her yana akıyordu. Sığınacak bir yer bulmak imkansız gibi geldi bir an. Her yöreden, her şiveden yüzlerce kelime havaya uçuşuyordu. Birbirinin kafasını tokatlayan, kıçını parmaklayan, kulağını tırmalayan, ne ararsan vardı. Bir an kendimi sonsuza kadar orada kalacakmış gibi hissettim. İşim bitmişti, buraya kadardı. Bir arı kabilesi gibi vızıldıyordu uğultu kulağımın içinde. Yemekhanede küçücük bir televizyona bakan yüzlerce insan vardı önümde ama bir şey görünmüyordu, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum.

Ertesi gün, Tabur komutanının odasına topladılar bizi. On tane kısa dönem er olarak bizi görmek istemişti. İçimizde öğretmen, broker, ilahiyatçı, komiser, boş gezen ne ararsan vardı. Komutanın yanında başka bir subay daha oturuyordu. "sizleri çağırma nedenim" dedi "sizden nasıl daha iyi faydalanabiliriz, bunu öğrenmek". Sırayla sormaya başladı."Senden nasıl faydalanırız peki evladım?" Herkes bir şeyler anlatıyordu. Kimi yazısının güzelliğinden, kimisi okuma yazma öğretebileceğinden, bazısı İstanbul'u avucunun içi gibi bildiğinden bahsediyordu.

Kafamın içinde dönüyordu kelimeler. Bana sormasın bu soruyu diye geçirdim içimden. Tekin adam değildim, pat diye söyleyiverirdim içimdekileri. "İstanbul'da kapitalizmin çarklarını döndürüyordum, yöneticiydim, yüz milyarlarca lirayı şak diye şirketin kasasına sokardım ama burada kafamdan büyük bu şapkayla beni ne yapacaksınız, şimdiye kadar elime bir sapan bile almadım, ne işinize yararım ki?" demek geldi içimden. Sıra bana geldi. Kendimi tanıttım, aynı soruyu bana sordu komutan.

"Arşivim var, benim" deyiverdim. Yanımda duran Broker Muhammed sanki gülmekten katılıyor gibi geldi bana. Komutanların bakışları bir garip oldu, tabur komutanı gözünü kısıp daha bir manalı baktı bana. "Nasıl bir arşiv bu?" diye sordu. "Her çeşit" dedim. "Her konuda oluşturulmuş editoryal bir arşivim var. Her konuda çıkmış küpür, yazı, makale ve yazılardan oluşuyor. Eğer isterseniz size faydası olabilir."

Konuştukça coşuyordum, kelimelerin neremden çıktığı belli değildi. Komutan başka bir şey sormadı. Yanımdaki Muhammed'in gülmekten sarsıldığını ve bana değdiğini hissettim. Diğerlerine geçti sorular. Ama bölük komutanı bana bakmaya devam ediyordu. Bense, delirmek herhalde böyle bir şey diye geçiriyordum o an aklımdan.

Keyifli bir yerdi aslında. Bedava yemek vardı, giyecek bedavaydı, konaklama beleşti. Fatura ödemiyordun, ay başında ev sahibini dert etmiyordun, kredi kartı taşıman, taşıdığın için de ödemen gerekmiyordu. Yaptığımız işe göre çok iyiydi şartlar. Her sabah elimde bir bozuk telsizle çıkıyor akşama o telsizi yaptırmış olarak geri gelmem gerekiyordu, gerektiğinden daha basitti hayat.

Ama delirtici olan özlemekti. Vapurda çay içmek geliyordu aklıma. Çayın yanında simit, simidi fırlattığım martılar, gökyüzüne bakarak içtiğim sigaramın mavi dumanı. Masmavi denizi, İstanbul'u, hayatımın kadınını özlüyordum. Yavru köpekleri, koca kafalı kedileri, elim cebimde dolaşmayı, bir sinemadan çıkmayı, köpüklü sıcak sular içinde yıkanmayı; sarhoş eden bir histeri gibi özleyip duruyordum.

Burun kıvırdığım yemekleri, ayağımı sokmadığım denizi, ekmek arası köfteyi, sokakları, şarkıları özlüyordum da özlüyordum. Yirmi metrekare bir yer düşlüyordum, sadece bana ait. Dünyanın geri kalanının nerede yaşadığıyla ilgilenmeyecektim, gözüm yoktu; tek istediğim kendime ait kutu kadar bir dünyaydı.

Aniden bir alarm sesine uyandık. Herkes yarı uyur, yarı uyanık giyiniyordu. Tugay özel gelen bir emirle araziye çıkıyordu. Sanırım benim dışında herkes ne yaptığını biliyordu, benimse tek hatırladığım bir zırhlı aracın küçücük camından gökyüzüne bakmaya çalıştığımdı. Bir parça mavi gökyüzü görmek istiyordum, bedeline hazırdım bunun. Trakya'da bir kasabadan geçiyorduk yan yana dizilmiş şirin evler vardı. O insanları çaylarını içerken hayal ettim, keyifle gülüyorlardı. Yorulmuşlardı, iyi bir yemeği hak etmişlerdi, dizlerinde oturan çocukları vardı; akıp gidiyordu hayat onlar için.

Gecenin karanlığında topladılar bizi. Kara Kuvvetleri komutanı Suriye'ye ağır konuşmuştu, "gereken yapılır" demişti. Bize de eğer emir gelirse Mekanize Tugay olarak sınıra, güneye kaydırılabileceğimiz söylendi. Çenemizi sıkı tutmamız ve telefonda eve bir şey söylememiz tembih edildi. Sadece 3 kere atış yapmıştım. Şimdi ise sınırdan, savaştan, baruttan bahsediliyordu.

Şakası yoktu askerliğin erkek işiydi. Kabilenin en çelimsizi olan, sürekli pati yiyen bir kedi gibi oturdum bir yere. Beni bekleyen sevgili geldi aklıma, ne kadar genç olduğum geldi. Sınır komşularımızla savaşacaktım şimdi de! İkimizden birinin ölmesi gerekecekti. Belki o da kedi severdi, kim bilir? Bir hayvan sever daha eksilecekti dünyadan sanki sayımız çok gibi.

Yanlış insanlar gidiyordu savaşa. Beş aydır beraber yaşadığım tatlı, saf, kavruk Anadolu çocuklarına baktım. Kimisi ilkokulu bitirmişti, kimisi okul bile görmemişti; evlisi, bekarı, fakiri, fukarası ne ararsan vardı. Şu Hatay'lı oğlanın tank kullanışını görseniz hayret ederdiniz. Tokat'lının zırhlı aracı sudan at gibi geçirişine ne demeli? Sivil hayatta işi olmayan Erzurumlu ise her attığını vuruyordu, inanılası değildi hiç bir şey.

Yanlış insanlar gidiyordu savaşa. Annem "şans çok önemli hayatta" derdi her zaman. Onu daha iyi dinlemeliydim belki de. Peki, gerçekten şimdi benden nasıl faydalanacaklardı? Tank süremezdim, attığımı vuramazdım, savaşın ortasında bir kedi yavrusu görsem dert ederim ben onu!

Bunları düşünürken aklıma Salâh Birsel'in şiiri geldi…

Neler oldu neler
Ne dolaplar döndü
Talebe oldum, memur oldum
Aşık oldum
Kazık attım, kazık yedim
Asker oldum piyade.

Yanlış insanlar gidiyordu, biliyordum bunu, emindim. Banka patronlarını, borsa spekülatörlerini, gazete sahiplerini yollamalıydık savaşa. İnsanı insan yerine koymayan, canlıya canlı muamelesi yapmayan ne kadar insan varsa onlar gitmeliydi. Çocukları, hayvanları, kadınları, insanları sömüren; üç kuruş için ruhunu satan ruhsuzlar gitmeliydi. Savaş çığlıkları atan, kandan, ölüden para kazananlar da gitmeliydi savaşa. Ramazanda pirinci iki katına satan, yoklukta margarini on katına satan şu çakma sakallıları unutmadan eklemeliydim listeye. Yavru köpek görünce elinde suyla, ekmekle peşinden giden insanların savaşla ne işi vardı?

Cebinde içecek bir paket sigarası bile olmayan, deli olduğu halde başımızdan gitsin diye askere yollanan, siyah dişleriyle güldüğünde ruhumda yaralar açan şu çocuk yüzlü Kâğıthaneli İsmail niye gidecekti ki savaşa?

Yorumlar

Bütün yazılarınız okumuştum ama bu farklı, elinize sağlık, kutluyorum.

Ali Sedat Çetinkoz - 19 Aralık 2008 (00:54)

diYorum

 

İlker Gökçen neler yazdı?

47
Derkenar'da     Google'da   ARA