Patronsuz Medya

"Yargı bağımsız değil" ne demek?

Hasan Nuri Yaşar - 1 Ekim 2003  


Kadim çağlardan beri yönetici sınıf karşısında en bağımsız duruş yargıçlara aittir. Bütün kutsal kitaplar, ya doğrudan adalete yaptıkları vurguyla ya da ezilmiş kesimlerin korunmasına verdikleri özel önemle çoğu beliğ (tumturaklı) ifadeler içeren metinlerle yargılama fonksiyonuna bir ayrıcalık hatta bir özerklik kazandırmışlardır.

Modern felsefî metinlerin de temel kaygılarından biridir adalet ve dolayısıyla yargı. "Adalet mülkün temelidir", "Berlin de hakimler var", deyimleri hep kulağımızdadır.

Anayasacılık hareketi ve kuvvetler ayrılığı ilkesi yargı organın 19. Yüzyıla kadar belirsiz kalan yerini artık en açık biçimde somutlaştırmış ve yargı işlevini yasama ve yürütme işlevinin "karşısına" yerleştirerek bir eşkenar üçgen ortaya çıkarmıştır. Yasama, yürütme ve yargı kırkbeş derecelik açılarla yerleştirilmiştir ve karşılıklı bir denge içindedir. Amaç, her üç kudretin kendinden bekleneni vermesini engellememektir. Bu nedenle aralarında bir ortak amaç da somutlaştırılmıştır: Hukukun üstünlüğü ilkesini sağlamak.

Yargı açısından 20. Yüzyıl verimli ama doğrusu "garip" bir yüzyıldı. Sadece imparatorluklar içindeki farklı kültür, din ve ırklara ait kişilerin hukukunu koruyan yargı kurumlarına alışık dünyamızda, farklı devlet ve hatta krallıkları da yetki alanına dahil eden devletlerüstü yargı kurumlarının kurulmasına şahit olduk. Nurenberg mahkemelerinin ardından, insan hakları ile sıradan kişisel hakları koruyan bölgesel kurumların yanında, Bosna ve Rwanda'da işlenen insanlık suçlarının yargılanmasına ilişkin uluslararası kurumlaşma, bir yıl önce Devlet'in egemenliğinin çekirdeğinde yer aldığında kuşku duyulmayan "savaş" a ilişkin eylem ve işlemlerin de yargılanmasına yol açacak "savaş suçları uluslararası mahkemesi"nin kurulmasına yol açtı.

Üstelik bu süreçte yaşanan ve uluslararası ilişkilerin doğasından kaynaklanan rekabete rağmen bu mahkemeler önemli görevler yaptılar ve kendi saygınlıklarını da inşa ettiler. Baskı altında kaldıklarında bunu ya kamuoyu ile paylaştılar ya da sessizce itiraz ettiler. Ama hep direndiler sonuçta. Tarafı oldukları tek militanlık hukuk kurallarının uygulanmasının zorunluluğuydu.

Buna karşılık, ülkemizde birkaç yıldan beri yeni bir eğilim başlamış görünüyor. Bizzat yargıçların da en üst düzeyden katıldıkları bu eğilim Yargıtay başkanlarının her adli yıl başlangıcında çıkıp "yargı bağımsız değildir" demesiyle magazinleşiyor. Oysa bu tür konuşmaların kabul edilebilir bir yanı yoktur. Yargı bağımsız değilse, siz de yargıç değilsiniz. Herkes kendini aşağılayarak "bir şey" olmadığını söyleyebilir. Sadece yargıçlar bağımsız olmadıklarını söyleyemezler. Bu tıpkı hükümetlerin iktidar olmadıklarını söylemeleri gibidir.

Kim en "afili" giysileriyle, en "yargıç duruşu" yla herkesin büyük bir dikkatle dinlediği kürsüye çıkıp, "yargı(biz/ben) bağımsız değil(iz)dir" dediğinde, dinleyicilerden kim olsa, "o halde bağımsız olun" üstelik "halinizden hiç de öyle anlaşılmıyor efendim" diye düşünmez? Yargı bağımsız değildir diyen yargıçlar "lütfen bize yardım edin" diye imdat çağrısında bulunuyorlarsa, biz de onlara "lütfen siz de bize yardım edin, adaleti yerine getirin, çünkü bu sizin görevinizdir" diye cevap vermeliyiz.

"Yargı bağımsız değildir" diyen yargıçlar aslında ne demek istiyorlar? Dışardan bakan yurttaşların yorumuyla bağımsız yargı özlemlerini mi dile getiriyorlar? Yoksa bağımsızlık isteyecek kadar "gözü kara" olduklarını mı hissettirmek istiyorlar?

Bunların ikisinde de gerçek payı olabilir. Ancak ben bu "deyişlerin" farklı bir anlamı da olabileceğini düşünüyorum. Yargıçlar, "yargı bağımsız değildir" dediklerinde bize "ayağımızı denk almamız gerektiğini, çünkü her türlü kararı verebileceklerini" söylemek istiyorlar. Bu bakımdan, her yıl adli yılın açılışında yapılan ve yargının bağımsız olmadığını içeren ifadelerin topluma ve özellikle de insan haklarının korunmasına, hukukun üstünlüğüne ve hukuk Devletine yönelik talep ve eylem sahiplerine yönelik resmi bir tehdit'den ibaret olduğu kanısındayım.

Bir de yargıçların "vicdanı ile cüzdanı arasında sıkıştığını" söyleyenler vardı. Burada iki temel soru sorulmadan kaldı: Birincisi bunu söyleyenin nasıl olup da Yargıtay'a başkan seçilebildiği, ikincisi ise kendisi ve bilgisi dahilinde olanların cüzdanlarının kontrol edilip edilmediğiydi.

Kimsenin kendini kandırmasına gerek yoktur. Biliyoruz ki, kimse yargıça meşruiyet kazandırmakta, kendi kararı kadar yararlı olamaz. Anayasa Mahkemesi, Türk Telekom'un özelleştirmesini engellerken bunu sadece hukukun bir gereği olarak yapmış değildi. Yargıçların özelleştirmeye karşı duruşlarını yansıtan bir karar vermişti.

Nitekim, daha sonra Anayasada bir değişiklik olmadan bir çok özelleştirmeye Yüksek Mahkeme olanak sağladı. Yine, Anayasa Mahkemesi, Anayasadaki "demokratik toplum düzeni" ifadesini 1982 Anayasasının kapsamında anladığında da, hemen arkasından bu kararından vazgeçerek "evrensel demokratik ilkeleri" öne çıkardığında da hukuku değil yargıçların kimliğini yansıtmaktaydı.

Öyleyse bu kısırdöngüden nasıl kurtulmalıyız?

Bunun tek çaresinin yargıcın kendine ve mesleğine duyacağı saygı olduğu açıktır. Yargıçlık geniş bir hukuk bilgisi istediği kadar, hukuka inanmayı da ister. Her türlü kirlenmeden uzak kalmayı ister. Sokrates, yargıçların da hekimlerin hastalıklarla ilişkisinde olduğu gibi suçlarla iç içe olmasını yanlış bulur. "Çünkü, "der, "yargıç, hükmünü suçlunun davranışına göre verir ama, asıl istediği, suçun işlenmemiş olduğu hali yeniden kurmaktır. Dolayısıyla, suçu değil, adaleti tanımalıdır."

diYorum

 

Hasan Nuri Yaşar neler yazdı?

69
Derkenar'da     Google'da   ARA