Patronsuz Medya

Başörtülüleri "yersek" sorun çözülür mü?

Hasan Nuri Yaşar - 10 Kasım 2003  


Yıllar önce, Fransa'da öğrenci iken, başörtüsü, frenkçesiyle foulard islâmique, Fransa'nın günlük vıdıvıdı konularından biriydi. Yerli yersiz herkes bu konuya temas eder, sonsuz veciz sözler ve var sayımlar ortaya çıkardı. Oysa sonuçta, yetmiş milyon nüfuslu Fransa'da toplam birkaç yüz kız öğrenciydiler. Temel sorun ortaokuldaki küçük kızların başörtüsü takıp takamayacağıydı.

Bu noktada ilk tespit, ne Fransa'da ne de başka hiç bir ülkede, hiç kimse, hatta lâikçi (laicard) denilen çevreler bile Üniversite öğrencilerinin başörtüsüne karışmayı akıllarından geçirmiyorlardı, bugün de bu konuda hiç bir tartışma yoktur. Bu sorun sadece Türkiye'ye özgüdür ve İnsan Hakları Komisyonunun ülkemiz için (kasıtlı demek uygun olmayabilir ama an azından özensizce yazdığı) biraz sonra değineceğim bir raporundan cesaret alınarak büyütüldü.

Tekrar Fransa'da devam edelim: Fransa'da Lille Üniversitesi Hukuk Fakültesinde sadece 1995 yılında bir defalık başörtüsü sorunu çıkmış, Üniversite yönetiminin, öğrencileri kamu düzenini korumak gerekçesiyle Fakülteye sokmaması üzerine, İdare Mahkemesi, "kamu düzenini korumak yöneticilerin temel görevi. Kamu düzenini bozan, dolayısıyla kurumun işleyişini engelleyen ya da üçüncü kişilerin haklarına tecavüz oluşturan davranışları engellemek yönetimin elinde. Bunun yöntemi de, temel bir hak olan öğrenim hakkının ihlâli olacak şekilde, öğrencileri Fakülteden uzaklaştırmak değildir" diyerek konuyu bir daha açılmamak üzere kapatmıştı.

Sorunun orta öğretimde çıkma nedeni ise, "Cumhuriyet okulu" deyiminin Fransa'da özel bir anlamı olması ve bununla "Fransız Cumhuriyet değerleri"nin aşılanmasının yegâne basamağı olan ilköğretimde Devletin tavizsiz davranma eğilimiydi. Bugün de bu konuda aynı tartışma sürmekte. Ancak Fransız Danıştay'ı bu konuda öğrencilerden yana karar verdiğinden, şimdi Chirac Hükûmeti yasağı kanunla koyma yolunun bulunup bulunmadığını tartışıyor.

Bu noktada ikinci tespit, Fransa'da başörtüsü sorununun sadece ilk öğretimle ve kamu görevlilerinin kıyafetiyle sınırlı olduğu.

Avrupa İnsan Hakları Komisyonun kararına gelince; Üniversitelerinde her türden dinsel simgenin boy gösterdiği, Katolik öğrenci birliklerinin Jakoben Cumhuriyet Fransa'sında Paris'in ortasında, Champs-Elysée'de kamp kurduğu, binlerce özel yurt oluşturduğu (bu kilise yurtlarından birinde ben de Almanya'daki öğrenciliğim sırasında ucuzluğu dolayısıyla uzunca bir süre kaldım) ve nihayet simgelerinin çoğunluk dini olan Hıristiyanlığa ilişkin olduğu Avrupa ülkelerinde, bu dini simgelerin azınlık inançları üzerinde olumsuz bir etki yaratmadığını düşünen Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, başörtüsünün Türkiye üniversitelerinde çoğunluk dininden kaynaklandığı için, başörtüsü takan öğrencilerin oransal olarak küçük bir kısmını oluşturmasına rağmen, azınlık inançları üzerinde bir tahakküm yaratacağı kanısına vardı!

Bundan istifade eden, ülkemizin "derin iktidar" güçleri, zaten ilk öğretiminde başörtüsü sorunu bulunmayan ülkemizde, üniversitede başörtüsü sorunu yarattılar ve Erbakan'ın kendisine sempati bile duymayan ancak siyasî yolda araçsallaştırarak kullandığı genç başörtülü kızlara karşı, yeni bir üniversite kavramını yarattılar. Böylece, Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun özensizlik ya da "kastından" yararlanan bu çevrelere gün doğmuş oldu. Ancak gelinen nokta kafaları oldukça karıştırmış olmalı ki, bugün başörtüsü ile ilgili önemli bir davada bir yıl önce verdiği kararının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir türlü açıklayamamakta.

Neyse, anlaşılan, daha göreceklerimiz vardı ki, siyasî simge denilerek reddedilen başörtüsü, varlık sebebi siyasî simgeleri seslendirmek olan siyasetçilerin kadınlar kanadı için zinde yargısal güçlerimizce yasak olarak ileri sürüldü. Başörtülüler, önce, bu aralar oy kaygısıyla yeniden başörtüsü yasağını eleştirmeye başlayan Ecevit'in Meclisteki unutulmaz gösterisi (hani bir önceki meclisin açılışında bir kadın milletvekilinin başörtüsü etrafında koparılan fırtına vardı ya), arkasından çalışma saatlerini cinsel fantezilerle renklendiren ünlü (yakışıklılık timsali) DGM savcısı eliyle milletvekilli olamayacaklar, arkasından kalın kemik gözlüklerinin arkasından ciddiyet fışkıran Yargıtay Savcısı tarafından parti bile kuramayacaklar listesine alındılar. Bereket ki, bu aklı evvel girişim Anayasa Mahkemesinden zor belâ döndü. Ancak bu arada biz, kadın başıyla uğraşmakta İran ile aynı sıraya yerleştik. Ne acı şeydir, insanın "muarızına" yani karşıtına benzemesi.

Derin İktidar çevreleri, Anayasa Mahkemesi'nin aslında pek istemeyerek verdiği bu son kararını bir yenilgi saymış olacaklar ki, yeni bir hamle daha yaparak yasağı kamusal alan denen ve gerçekte "kamuya yani halka (Yunus Emre, "kamu" sözcüğünü "halk" anlamında kullanmaktadır) ait olan alanda, hem bürokratların, hem de, başbakan bile olsalar, siyasilerin başörtülü eşlerine kadar taşımayı başardılar. Başörtülüler böylece Sayın Cumhurbaşkanının istihbarat çalışmaları sayesinde, Cumhuriyetimizin her zaman müşfik olduğunu sandığımız kanatları altından da kovuldular. Özellikle Avrupa Birliğine giden yolda hukuk devletini güçlendiren adımlar atılırken bu durum gerçekleşti. Acaba, bu kadar red ve aşağılanmanın amacı, Danıştay'ın 1994 te küçümsemek için kararlarında "başörtülü kızlarımızın" diye seslendiği başörtülülerin evde kalmasını sağlamak olabilir mi? Merak işte.

Durum göstermekteydi ki, cinsi lâtiften geriye sadece cezalandırılmak amacıyla adliye ve karakollara çekilecek "maznun" (sanık)lar ve hakkını aramak için gözlerini kapayarak kollarını açmış adalet tanrıçasına koşan "müddei" (davacı)ler grubu kalmıştı. Zira yaygın inanç oydu ki, adalet tanrıçasının gözleri kapalı olduğundan elinde tuttuğu teraziyle adalet dağıttığı kişileri tanıyamazdı ve böylece tarafsızca karar verirdi. Fakat, Yargıtay'daki tanrıçanın, gözlerini birden bire, "şıp diye açtığı" gibi, elinde terazi değil, bir kasatura tuttuğu ortaya çıktı. Takdiri ilahi, ne denir!

Birkaç bin yıllık tanrıça, ülkemizde yapılan başarılı bir cerrah (sayın Alemdaroğlu bilindiği gibi iyi bir cerrahtır) operasyonla, görme yeteneğine kavuşmuş ve ilk olarak da, "Aman Allah'ım görüyorum! ama bu da ne? keşke ölseydim de şu başörtüsünü görmeseydim!" diye ortalığı inletmişti. Tam bir kara mizah durumu.

Şimdi işler daha da karışık görünüyor. Oysa, ortada bu ayrımcılığı yaratan tek bir kanun maddesi yok. Ancak, tek yetkili kurum olan Meclis'in de ses telleri bozulmuş görünüyor. 27 Mayıs 1960'da iğdiş edildiğinde sesi kesilen Meclisin kalp krizi de geçirdiği anlaşılıyor. Sığ denizlerde kulaç atmaya ve bitkisel yaşama girmiş varlığını korumaya çalışıyor.

Şimdi tekrar biraz daha geriye gidelim: Amerika'da (1960'lı yıllara kadar) zenciler insan dahî kabul edilmezken ve beyazların bindiği otobüslere bile alınmazken, ayrımcılık yanlıları hiç olmazsa ya federal ya daeyalet yasalarına (mavi kanlıların iradesine) dayanıyorlardı. Amerikan yargısı yüzyıl süren bir uğraşla insanlık suçu oluşturan bu ayrımcılığı yasalardan tek tek temizledi. Bugün Amerikan arşivlerine bakanlar, ayrımcılık yasalarını sadece tozlu kitaplarda görebiliyor, zamanında ayrımcılığı savunmak için adalet tanrıçasının gözlerini zorla açmaya çalışan küçük hukukçuların utanca bezenmiş seslerini duyabiliyor ve sonra da, ayrımcılığı, aşağılamayı ve insan haysiyetini ayaklar altına alan uygulamaları yok eden yargıçları minnetle anıyorlar.

Ülkemizde bu şereften bile mahrumuz. Bir gün arşivleri açtığımızda diğer birçok mağdurlar gibi, başörtülülerin muhatap oldukları aşağılamayı yaratan tek bir yasa bile bulamayacağız. Ama, yargı bağımsızlığı diye yalancıktan inleyen büyük yargıçlarımızın ve bilim diye su katılamamış jakobenizmi savunan akademisyenlerimizin birer Recep Peker'e dönüşmüş siluetlerinden yansıyan ve hiç bir saygı uyandırmayan yasakçı fısıltılarını duyacağız.

Ancak bir korkum daha var. Ya şimdi bu akademik ve bürokratik unsurlar, bir adım daha atar da, işi daha ileriye vardırırlarsa; "başörtülüleri ortadan kaldırmanın en iyi yolu onları yemektir" diyerek?

Dipnot: Recep Peker 1930'lu yıllarda Avrupa da faşizmin yükselişinden en çok etkilenmiş CHP'liydi. Cumhuriyet gazetesinin bir dönem faşizmi destekleyen yazılarının bir nedeni de Recep Peker'in bu eğilimiyle, hem parti hem de gazete üzerindeki etkisiydi.

Peker ve faşizme ilişkin iki örnek verilebilir:

Recep Peker Atatürk Döneminde yurt dışında bir süreliğine gider, CHP'ye yeni bir tüzük hazırlamış olarak geri döner. İnönü de kendisini Atatürk'e götürür. Atatürk metne bir göz atar ve İnonü'yü başından savar. Ertesi gün aynı konuyu yeniden açan İnönü'ye, "Peker'in metninin faşist ideoloji içerdiğini ve eğer faşizme merakı olmuş olsaydı bile, kafasız Mussolini'den öğrenecek bir şeyi olmadığını söyler". Bu aslında Peker'e yönelik bir ağır bir sözdür.

Bir diğer önemli olay, 1936 yılında Atatürkün sağlık sorunları artarken, Recep Peker'in de şiddetli desteğiyle, hükümet ile CHP'nin birleştirilmesi ve İçişleri Bakanı'nın CHP Genel Sekreteri görevini yüklenmesi ile birlikte, tek partili rejimin bütün unsurlarının tamamlanmasıdır. Oysa, Parti eşittir Devlet ideolojisi bir totaliter ideolojidir. Sadece komünist ve faşist devletlerde görülür.

Ancak çok önemli bir olay, Atatürk'ün vefatı dolayısıyla, CHP'deki faşizm yanlılarının serbest kalmalarıdır. Bunun bir örneği, 1940 yılında, Millî Şef döneminde çıkarılan Beden Terbiyesi Kanunu'na göre, erkekler 12-45, kızlar ve kadınlar da 21-30 yaş arasında ise haftanın her günü sabah ve akşamları ikişer saat olmak üzere en az 4 saat beden faaliyeti yapmak zorunda olmasıdır.

(Bkz. Orhan ALDIKAÇTI, « Anayasa hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, 3. Baskı, İstanbul, 1978, s. 106 vd; 'DAVRAN, kanunun totaliter devletlerden örnek alınarak, onlar gibi hazırlanmak amacıyla konduğunu, fakat uygulanamadığını söylemektedir'. ibid.)

Yorumlar

Ülkemiz üzerine bir kara bulut gibi çöktürülen başörtüsü sorunu, biraz üst perdeden de olsa, ancak bu kadar güzel yorumlanabilirdi. Ağzınıza gönlünüze sağlık; Ne diyelim bunu sorun haline getirenler utansınlar…

Cengizhan - 16 Aralık 2007 (03:59)

Kamu kurumunda (orta kademe) yöneticiyim. Çoğunlukla da Doğu İllerinde görev yaptım (Diyarbakır). Doğu insanı içinde özellikle Kürt kökenli insanların insanlığına doymadım ve doyamadım. Onların içinden çıktığımdan beri kendimi hiç bir ortamda yaşıyorum sanmadım…

Kürt olduğumu sanmayın, değilim, ama keşke Kürt olsaydım ve bir Kürtle hayatımı birleştirebilseydim…

Diyarbakır'a, Mardin'e, Siirt'e vb memleketlere tayini çıkan insanlara sesleniyorum. Asla korkmayın. Göreceksiniz ki gerçek can, canlar dostlar oralarda.

İş hayatında değil entrika, ayak oyunları ve bilimum bizans oyunları, sizlere ana, baba, kardeş ve gerçek dost eli uzanacaktır. Ve de kandaşlarınızdan görmediğiniz sıcaklık ve ilgiyi oralarda göreceksiniz buna eminim ve beyninizin tepe taklak olacağına da eminim, çünkü onlar çok farklılar. Değil Türkiye'de dünyada yok onlar gibisi…

Hasan Nuri Yaşar hocamızın yazısı için teşekkürü borç biliriz. Nacizane şunu da eklemeden geçemeyeceğim.

Bunca yıllık iş hayatımda özellikle bahsettiğim yerlerde hiç bir başörtülü kız veya kadının gerek mühendis, gerek doktor ve gerekse memur kesiminde 15 yıllık iş hayatı camiamda, Allah rızası için örten bir kişinin yanlış yaptığına da şahit olmadım…

Ve en takdire şayan halleri de şudur; asla ve asla taviz vermeden iş hayatını yaşamaları. Yani, göz süzerek, gerdan kırarak veya teşhirle değil çok çalışarak bir yerlere gelirler. Gelemediklerinde, yani hakları yok sayıldığında ise yine tavizssiz yollarına devam etmeleri çok dikkatimi çekmiştir.

Bir de Diyarbakır'ın çalışan kesim bayanlarının ağır çoğunluğu başörtülü değildir. Fakat aynı onurlu durum onlarda da mevcuttur. Ve çok ileri görüşlü giyimli modern fakat alçak gönüllü insanlardır… Bir başkadır inanın benim fahrî memleketim Diyarbakır'ım…

(Çok özledim, oraları sizlerle paylaştım, arkadaşlar biraz özel oldu ama işte orada büyümenin verdiği özelliklerimden biri sanırım:)

Meryem - 4 Şubat 2008 (09:47)

Hocam ağzına kalemine sağlık sizin gibi inançlı insanlarla baş örtüsü meselesini inşallah çözecegiz.

Kadir Şahin - 4 Ekim 2009 (13:47)

diYorum

 

Hasan Nuri Yaşar neler yazdı?

67
Derkenar'da     Google'da   ARA