Patronsuz Medya

Yazarsız evler

Gökhan Akçiçek - 20 Ekim 2014  


Şiiri, romanı, öyküyü kaç kişi okur, ya da yazdıklarımızı kimler dikkate alır ve sahiplenir. Okumak da sahiplenmektir aslında.

Dahası kime yazıyoruz. Yüzünü hiç göremeyeceğimiz, nasıl insanlar olduklarını merak etsek de bu özlemimizi asla gideremeyeceğimiz o meçhul okur namzetlerine mi?

Bu soruyu biraz daha eşelersek, okuyucuya mı yazıyoruz yoksa kendimize mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın yaptırdığı bir kaşesi vardı. İmzaladığı kitapların ilk sayfasına o kaşeyi vururdu:

"Yaşarım bir daha, okusa beni biri daha…"

Okundukça ömrünün süreceğine, kendi görmese bile bedeninden daha uzun yaşayacağına olan inançtır, yazarları diri tutan. Atilla İlhan ve kimi önemli yazarlar uzaktaki birilerine yazmayı değerli bulurlardı. Çünkü onlar, yani geleceğin okuyucuları bir yazardan mektup beklemeyi önemser olmalıydılar. Başka türlüsü düşünülemezdi bile.

Hasan Ali Topbaş, yılda bir iki kez ziyarete gittiği Denizli'nin köyündeki baba evine, kitaplarından da bir kaç adet götürürmüş. Her gittiğinde kitapların azaldığını görür, sevinirmiş. En azından komşular okuyorlar ve yazdıklarımdan da haberleri var diye. Fakat içten içe babasının, kitaplarını, okuyup okumadığını da merak edermiş. Bir kitabının daima pencerenin yanında durduğunu görünce, annesine sormuş Hasan Ali, "Babam bu kitabımı beğendi galiba" diye. Annesi şöyle cevaplamış Hasan Ali'yi: "Yok yavrum okumadı onu, bu kitabın son sayfasına baban telefon numaralarını yazdığı için kimselere vermiyor". Yani yazarın kitabı telefon fihristine dönüşmüş.

İsmini hatırlayamadığım yazarın biri ise, ilk çıkan kitabını aynı evde yaşadığı ve üniversite öğrencisi olan kardeşinin odasına da bırakmış. Aradan makul bir süre geçtiği halde küçük kardeşten kitap hakkında hiç ses çıkamayıca meraklanan ağabey, kardeşine sormuş "Kitabımı nasıl buldun, okudun mu?" Küçük kardeş umarsızca cevaplamış bu soruyu: "Niye okuyacakmışım ki, sen Dostoyevski misin?

Diyarbakırlı şair Kemal Varol'un ki de acıklı bir ilk kitap anısına dayanıyor. Kemal Varol ilk şiir kitabı çıktığında, yayınevinin telif ücreti yerine gönderdiği yüz adet kitabı bavuluna doldurup eve getirmiş, birkaç tanesini de karşısına dizip seyre koyulmuş. İçeri giren okuma yazma bilmeyen baba bakmış aynı kitaptan on beş yirmi tanesi dizili, şöyle seslenmiş oğluna:

- "Maaşını kitaplara yatırma oğlum biriktir paranı, hem bu ne aynı kitaptan kaç tane almışsın böyle…"

Bu örneklerin yanında benimkisi daha hüzünlü galiba… Bir öykü kitabı olan -dördüncü kitabım- Yaban İncirleri'nin ilk sayfalarına benden küçük beş kardeşimin isimlerini zikrederek şöyle bir ithaf yazmıştım: "Aynı kucakta büyüdüğümüz halde, aynı idealleri paylaşamadığım kardeşlerime…"

Kitap çıktı ve kardeşlerimden üç tanesinin haberi oldu. Birkaç ay sonra bir mahkeme celbi geldi bana. Meğer bu ithafı incitici bulan ortanca kardeşlerimden biri beni mahkemeye vermiş, bana hakaret ediliyor, diye.

Tabii çaresiz çıktık mahkemeye ve ilk celsede düştü dava. Bir kitabım böylece –suç delili sayılarak- mahkeme arşivinde yerini adı. Kitabı mübaşirden geri istedimse de vermediler, dosyada duracakmış. "Neredesin ey okuyucu, ben buradayım" diyen Oğuz Atay, kulakların çınlasın öte dünyada olsan da…

Annem okuma yazma bilmediği için kitaplarımın arka kapağına küçük bir fotoğrafımı koyuyorum. Yazarlar acısından nahoş bir eylemdir bu. Ama benim masumane sayılacak bir sebebim var. O kitabın bana ait olduğunu daha doğrusu benim yazdığımı annemin de bilmesini istiyordum aslında. İsmimi okuyamayacağına göre, onca kitabın içinde benimkisini nasıl tanısın ki! Kendimce çözümü böyle bulmuştum. Başkaları ne der bilemiyorum.

Ülkemizdeki şair/yazar serencamı böyle bir manzara arz ediyor. Küçük kızım bu yıl İstanbul'da üniversiteye başladı. Kalacağı öğrenci yurduna götürdüm onu. Ona çaktırmadan valizini de göz ucuyla inceledim. Yanına birkaç kitap almış ama içlerinde benim kitaplarımdan hiçbiri yok. Oysaki daha geçenlerde çıkan son kitabımı "Uykusuz Sular" ı, ona özenle imzalamıştım ve şu ana kadar da ancak yarısını okuduğunu biliyorum.

Yüzünü güneşe dönen ay çiçekleri misali, boynumuz hep eğik. Sözü yine Hasan Ali Topbaş'a getirelim isterseniz:

"Başlarken yalnızsın bitirdiğinde daha da yalnız."

Yorumlar

İnsan yazarlık gibi meşakkatli bir işe niye soyunur? Şan şöhret saygınlık için mi? Para pul servet için mi? Yüce bir davaya hizmet için mi? Kaz sürüsü olarak gördüğü bir toplumu yontmak için mi?

Esas nedeni Gökhan Akçiçek eli öpülesi bir açık sözlülükle anlatmış işte: Kalbinde neler olduğunu eloğlundan önce kardeşin duysun, sevilmekten başka bir talebin olmadığını bilsin diye.

Ama insan insanın kurdu, kandaş kandaşın ejderhası. Haset, fıtık gibi pörtlüyor bir yerlerden. En çok da yazınca fark ediliyor bu tatsız gerçek.

Aynı hamurdan yoğrulduğun, aynı soy adını paylaştığın kişilere bile okutamadığın -ya da sadece gollük pozisyon yakalamak için göz attıkları- bir şeyler yazmak, televizyon karşısında sus pus olup oturmaktan çok daha fazla can yakıyordur herhalde. Yazı çizi işine yatkınlığım olmadığı için pek bilemiyorum.

Fakat, "insan niçin yazar" sorusundan daha derin bir soru varsa, o da "insan neden bir gün ansızın ve sessiz sedasız, yazmayı bırakır" sorusu olsa gerek. Bu yazıdan bunu anladım.

Her faninin 15 dakikalığına orta malı olabildiği panayırda, sezon meşhurlarının kuyruk nahiyesinde bir ısırıklık yer kapmaya çalışan at sineklerinin tvitırda "rt" edecekleri türden bir şey midir bilemiyorum, ama böyle içten bir anlatıyı kaleme alabilen yazar dostuma şapka çıkarıp reverans yapıyorum.

Durmuş Düşünür - 21 Ekim 2014 (09:26)

İyi olmak; ailenin, çevrenin, cemaatin beklentileri karşılarsan mümkün. Hakikati ararsan patikalara saparsan, kitap yazarsan yoldan çıkarsın.

Okumak da sahiplenmektir aslında. Aileden kaç kişi okur; birlikte yaşadığınız çevrenizden ikamet ettiğiniz şehirden…
Okuyan sahiplenen olmaması yazara hicran verir; vermez mi? Yazar olduğumuza aileden tanık olan olmazsa kim olacak muhayyel okuyucu mu? Okuyucu aileden yakın yazara ama yine de bir takdir bekleniyor; muhtemel gelecekte müze olsun kullandığı eşyalar teşhir edilsin.

" Niye okuyacakmışım ki, sen Dostoyevski misin ki?" diyen de haklı çünkü karşı dağdaki davula göbek atmak varken… Mücavir alanımızdaki kişiler, bizim gibi olanlar nasıl kitap yazabilir?

Kitap yazan fildişi kulede oturur, bizim ulaşamayacağımız bir yerdedir. Ancak kitap imza günlerinde filan. Önünde uzun bir kuyruk varsa hele kalabalığa girer güvenlik arayışımıza cevap veririz.

Bizim gibi olan, bizden olan yazmazsa bu halkın sesi kendine yetmez. Sesimiz bize yetmiyor.

Mustafa Everdi - 21 Ekim 2014 (14:25)

Uzun zamandır okuduğum en samimi yazıydı ve kızınızla ilgili kısmı okurken hissettiğim şey hüzün vericiydi. Düşünen, yazan eden, bunları da tırmalayarak yapan insanlar iyi ki varlar. İyi ki varsınız.

Hasan Ali Toptaş'ın Ölü Zaman Gezginleri'ni okuyorum şu sıralar. Bizim gibi olan, bizden olan üstelik de çok büyük bir yazarla (Allah ömür versin daha üretir inşallah) karşı karşıyayız bence. Ayıptır söylemesi amatör bir Kafka uzmanı ne kadar olursa ben de o kadarımdır diyebilirim rahatlıkla ve sayın Toptaş'ı okurken bazen kitabın içine Ege kasabasından Kafka kaçmış diyorum.

Sizi de okuyacağım.

Everdi Bey'e üzülerek katılamayacağımı belirtmek isterim. Bizdeki sorun bizden yazarımızın olmaması değil kanımca, okumamazlık. Hangi telefonun neysi çıkmışı araştıracağına; insanlar biraz da bu ay neler yayınlanmışa bakmalılar.

Sözde inandığı kutsal kitabı bile duvarda tozlandırıp içinde ne yazıyor diye etrafına soran bir genelden bahsediyoruz.

En derin saygılarımla.

Hain Domdom - 10 Kasım 2014 (19:22)

Derkenar'a ne zaman dönüp gelsem, gönlümü açan bir hikaye okuyorum. Tekkeyi bekleyenlere milyon teşekkürler.

Şima Mcgregor - 25 Aralık 2014 (06:12)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

35
Derkenar'da     Google'da   ARA