Patronsuz Medya

Hayatın üzerine yürümek

Gökhan Akçiçek - 24 Şubat 2015  


Yazmayı, dahası şiir, öykü ve deneme türünde ürünler vermeyi ilk ne zaman istemiş olduğumu şimdi bile tam olarak hatırlamıyorum.

Ama şunu biliyorum ki, çocukluğumdan itibaren daha doğrusu alfabe ile ilk karşılaştığım günden bu yana harfleri, sözcükleri o sözcüklerin beni davet ettiği yolculukları hep önemsedim. Alfabe, kitap, üzerinde yazı ve resim olan her türlü nesne beni daima kalbimden yakaladı.

Nedenini bilemediğim ve açıklamasına dair bir fikir beyan edemediğim o garip duygu sarmalı, yazıya, kitaba, okumaya eğilince yapışıp kaldı üstüme. Yazının içinde olmayı hayatın içinde olmak sandım bir nevi.

Çünkü herkes, önce, kendine bir dünya kurmakla başlıyor yaşama. Kimi boyayı, renkleri, kimi alet ve edevatı, kimi türlü türlü enstrümanı seçiyor bu işe başlarken. Ben en kolay ulaşabileceğim türde bir seçimi kendime uygun gördüm. O da harfler ve sözcükler oldu.

Türkçenin şiir bayrağını en yükseklere taşıyanlardan olan Fazıl Hüsnü Dağlarca da teyit etmişti bu duygumu. Çocuklar için yazmayı kastederken, bir söyleşisinde şöyle diyordu Dağlarca, "sözcüklerle göreceksin". Dağlarca'nın bu önerisini sanırım işini iyi yapan her şair/yazar -farkında olmasa bile- kendine şiar edinmiştir.

Yazı hayatım şiirle başladı. İlk, orta ve lise yıllarımda kütüphaneler uğrak yerlerimin en başında idi. Kitaplar, dergiler ve gazeteler evimizden hiç eksik olmazdı. Meselâ Tercüman, sürekli okuduğumuz bir gazeteydi. Pazar günleri diğer gazetelerden de alırdı eve babam. Hatırladığım kadarı ile Hürriyet, Milliyet ve Günaydın gazeteleri de ara sıra misafir olurdu evimizde.

Babam okul yüzü görmediği halde –askerde öğrenebilmiş okumayı ve yazmayı- okumaya olan saygısını bizlere de hissettirirdi. Onun gözünde büyük adam olmak, önemli ve saygın bir kişilik oluşturmak okumaktan geçiyordu çünkü. O zamanlar tüm bunların toplamına "tahsilli olmak" denirdi.

Ortaokul yıllarında evimizde artık küçük bir kütüphane oluşmuştu. Kitaplığımızda daha çok darih, düşünce ve siyasî içerikli kitaplar, ansiklopediler ve edebi türden eserler vardı. Kendi sosyal çevremize göre evinde kitaplık olan sanırım tek evdik.

O zamanlar için önemli sayılan Hayat Ansiklopedisi'ni hatırlıyorum. Tam 12 ciltti ve ben aşağı yukarı bu külliyatı okumuştum. Sezgin Burak'ın yazıp çizdiği ve Hürriyet gazetesinin günlük tefrika ettiği Tarkan çizgi romanını, büyük bir heyecanla takip ederdim. Hatta o kısımları kesip, ciltleyip, kendime ait bir kitap yaptığımı da hatırlıyorum. Oradan mülhem galiba -ki bizim ailenin çocuk isimleri: Gökhan, Arkan, Gülistan, Hakan, Bolkan ve Volkan…

Babam Milliyetçi bir dünya görüşünü benimsemişti. O türden gazete ve dergiler de evimize sık geliyordu. O aylık dergilerin içinden çoğu kez siyah-beyaz posterler de çıkardı. Bazen o posterlerin üzerinde konusuna uygun şiirler de yayınlanırdı. Şiir ateşinin ilk ne zaman içime düştüğünü yıllar sonra hatırladım. O posterlerden bazılarını odamızın duvarına asardım. Yine babamın dünya görüşüne yakın olan Yavuz Bülent Bakiler'in bir şiirinin olduğu bir poster asılı idi odamızda. O şiirden bir dörtlüğü, yıllar sonra dilimde dolaşırken buldum. Bakiler'in "Anneler" başlıklı şiirinin aklımda kalan dizeleri şöyle idi:

Mahkûmun anası susar, konuşmaz
Suçu kendisinde sanır.
Kaçar insanlardan, aydınlıklardan
Duvarlara bile baksa utanır.

Bu şiirin dizeleri yıllarca benimle gezmiş. O zaman fark ettim ki okuduğum her kitap, her şiir, dinlediğim her türkü ve şarkı tortular bırakmış zihnimde ve kalbimde.

Kitapların, yazılı ve görsel malzemenin yanına radyoyu ve plakları da koymam gerekiyor. Evinde radyo ve pikap olan bir aile idik… Bizim evde güne Erzurum radyosu ile başlanırdı. Oradan dinlediğim türkü ve şarkılar, arkası yarın adlı radyo oyunları ister istemez etkiler bırakmış dimağımda. Tüm bunlara bir de Karadeniz'in, doğup büyüdüğüm Ordu'nun tabiat güzellikleri de katılınca, sanırım içimde yazıya ve şiire ait kıvılcımlar birikti.

Çocukluğumun mahalle ve komşuluk münasebetlerini de hatırlatmam gerekiyor. Saygı ve sevginin hüküm sürdüğü, onurun, merhametin ve tevazunun hayatı çepeçevre kuşattığı bir mevsimin adı idi çocukluğumuz. Hemen hemen herkes "olduğu kadar iyiydi, güzeldi" ve anlamlıydı.

İnsan niye şiire ve yazıya bulaşır? Halen daha net bir hüküm veremiyorum bu konuda. Eksikliklerini tamamlamak için mi? Hayatı kabullenir ve yaşanır kılmak için mi? Bilemiyorum! Bildiğim şiirin ve yazının kapısına götürülüp bırakılmış bir çocuk olduğumdur. Sanki bana şiir ve sözcükler sahip çıktı; besledi, büyüttü ve bu günlere getirdi. Dahası harfler ve sözcüklerle emzirilmiş gibi hissediyorum kendimi. İçine doğduğum dil yaşattı beni desem, yeridir.

Yazmadan duramayacağımı, harflerden ve sözcüklerden ayrı kalamayacağımı anladığımda kaderimin bu olduğunu sandım. İbn-i Haldun demişti ya "coğrafyan kaderindir" diye. Bu sözü kendim için şöyle tevil edebilirim "dilin kaderindir", ya da "alfaben kaderindir" diye.

Yirmi dört yaşımdan beri şiirin ve yazının içinde oldum. Ama okuyucu olmayı daha da önemsiyorum. İlk roman yayınlanalı neredeyse 500 yıl olmuş. Bu süre içinde onlarca savaş, yıkım ve felâketler yaşanmış. Edebiyat olmasaydı belki daha da kötüsü gerçekleşebilirdi. Edebiyatın dünyayı değiştireceği sanılıyor. Edebiyat belki dünyayı değiştirmeyecek ama dünyayı değiştirmeyi göze alanları etkileyecektir şüphesiz. Her milletin, her ülkenin yazar ve şairleri bu duyguya inanıyor.

İnsana ait her iyilik temennisinin beslenip büyütülmesinde ve yaygınlaşmasında edebiyatın da payı olacağı unutulmamalı. Edebiyat insanı bir yol ayrımına getirip bırakıyor. İçimize eğilmeyi, oradan çıkan yolların istikametini güzele, iyiye ve merhamete çıkarmaya edebiyatın gücü yeterli olacaktır sanırım. Çünkü edebiyat insana insanı anlatan en parlak ve derin kaynak. Kendimizi edebiyatın aynasında sınamalıyız diye düşünüyorum.

Neden yazıyorum sorusunu unutuyorum bazen. Yazmak, yolda olmak oluyor bir bakıma. Duran yoruluyor, çünkü yavaşlayan ihtiyarlıyor. Birbirinin aynı, kopya, çoğaltılmış ve içi boşaltılmış sıradan hayatlar süren, yaşamını nasıl anlamlandıracağını bilemeden ömrünü tamamlayan milyonlarca birey var, her milletten…

Biriktirmek ve hep kazanmak üzerine kurulu bir geleceği, hayatın kendisi sanmak gafletine düşenlerin çoğunluğunu oluşturduğu bir toplumun fertleri olarak nasıl temiz kalacağız? Hep bu soruyu soruyorum kendime. Edebiyat, kitaplar ve okumak eylemi, işte tam burada devreye giriyor ve kendini var ederek hatırlatıyor bu gerçeği. Baudelaire'in, "nerede değilsem orada iyi olacakmışım" dediğini duyduğunuzda, insana hiç de yabancı gelmeyen bu olma halini tanıdık buluyor ve sahipleniyorsunuz, ister istemez.

Kendime dönüp baktıkça, iyi ki edebiyata bulaşmışım diyorum. Eksiklerim için yazdım, kim bilir! Çaresizliğimi, "yoksulluğumu", dahası mahcubiyetimi gizlemek için de yazdım galiba. Muktedirlerin ve kibirlilerin karşısında dik durmanın adıdır yazmaya soyunmak. Yazar, hayatın üzerine inatla yürümenin sizi getirip bıraktığı noktada alıyor eline kalemini…

Yorumlar

Ne güzel bir tanımlama: "Muktedirlerin ve kibirlilerin karşısında dik durmanın adıdır yazmaya soyunmak…" Klavyenize bereket…

Murat Örem - 25 Eylül 2016 (19:59)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

76
Derkenar'da     Google'da   ARA