Patronsuz Medya

Cevizin yaprağı dal arasında

Gökhan Akçiçek - 4 Aralık 2016  


Uzun boylu delikanlı yıllar sonra evinin bulunduğu sokağa girerken tedirgindir. Omuzlarının düşüklüğünü belli etmemeye çalışır. Gönüllü savrulduğu girdaptan "sessiz insanların mutluluğunun kül altında kor olduğunu" bilerek ayrılıp, tekrar evine dönecektir.

Gecekondu mahallesindeki evinin kapısına geldiğinde ise asılmış çamaşırların altından bir gölge gibi geçer. Eğilir, sağ elindeki tespihi sol eline alır ve kapı tokmağını dört kez tıklatır.

Beş altı yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu açar kapıyı. Babası karşısındadır, korkar, geri çekilir ve annesine seslenir:

- "Anne, babam geldi!"

Mutfak perdesini aralayıp salona koşan kadın, iki eli önünde saygıyla karşılar kocasını, eteğine ise evin küçük kızı ilişir, saklanır babasından, utanır. Baba küçük kızın ve eşinin bakışlarından yüzünü bilmek istemediği uzak yönlere kaçırır.

Kadın tek lâf etmeden beyinin terliklerini önüne bırakır usulca. Terliklerini giyen baba kapıyı açan oğlan çocuğunun başını okşar, diğer odaya geçip sedire oturur. Kadın mahcup, yüklükten yer yatağını alır ve sessizce yere serer, yatak çarşafını düzeltirken sevecen bir sesle kocasına sorar:

- "Aç mısın?"

Koca cevap vermez. Kapı aralığından anne ve babasını gözleyen erkek çocuk heyecanla küçük kız kardeşine döner:

- "Başımı okşadı benim! Kalacak mı?"

Sait Faik'in "Menekşeli Vadi" öyküsünden bazı değişiklikler yapılarak senaryolaştırılan ve 1968'de Lütfi Akad'ın yönetmenliğinde çevirilen "Vesikalı Yârim" filmindeki Manav Halil'in (İzzet Günay) Sabiha'dan (Türkan Şoray) ayrılıp eve dönüş anıdır yukarıda betimlenen sahne. Roller sahicidir, oyuncular abartısız bir performans sergilerler. İstanbul'un yavaş yavaş devasa bir Anadolu şehrine dönüştüğü günlerin başıdır henüz. Bu akını hiç bir önlem yavaşlatamayacak, gün geçtikçe "Ah Güzel İstanbul" eski şarkıların içli bir nidasında soluk alıp verecektir. Bu inanılmaz akış hızını kesmeden hâlâ sürmekte, İstanbul'a her yıl küçük bir Anadolu şehri solgun bir bez parçası gibi yamanmaktadır.

Ömer Lütfi Akad, bu göçü sinemada uyarlayan ilk yönetmen olmakla birlikte, diğer sanat dalları için de adeta öncü bir işlev görmüştür. Sonraları ise Gelin (1973), Düğün (1973) ve Diyet (1974) üçlemesi ile Anadolu'nun İstanbul'a akmasını sinema diliyle belgeleyen önemli bir sanat olayına da imza atmıştır.

O yıllardan bu yana İstanbul obez bir ergene dönüştü. Halen içindekileri de kendi öyküsüne dâhil etmeye devam ediyor.

Akad, hatıralarını kaleme aldığı "Işıkla Karanlık Arasında" adlı kitabının başlığına şu sözcükleri yazarak herkesi kendi çocukluğuna yaktığı ağıt ile baş başa kalmaya davet eder sanki:

"Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim… Kaldım da…"

Bana gelince, saçımın okşanmasını umarak doldurdum çocukluk günlerimi. En çok babaannem yapardı bunu. İsmi Mevlüde idi. Adile Naşit boyunda, tonton, nur yüzlü, abdestli bir kadındı. Kanatlarını köyde unutup gelmişti sanki. Kocası (Sait Dedem) üstüne kuma getirince, en büyüğü 14 yaşında olan çocuklarını yanına alıp Alucra'dan Ordu'ya çalışmak için gelmişti. Fındık fabrikalarında, doktor evlerinde çalışmış. Gecekondu odalarında büyütmüştü çocuklarını. Bizlere sarılışı yarım kalmış sevdasının sıcaklığına benziyordu. Ayrılsak bile kokusunu üstümüzde, nefesini boynumuzda hissederdik. Ergenliğe terfi edene kadar her kardeşim onunla uyurdu geceleri. Onun koynu bir okuldu bizim için. Oradan mezun olur, hayata öyle karışırdık.

Babamın saçımı okşaması derin izler bırakmadı bende. O yıllardan kalan bir gerçeği hatırladım durdum: Babalar hep meşgul olur. Altı çocuğu olunca insanın yoruluyordur belki de. Akşama kadar balyoz sallamaktan, direksiyon çevirmekten, kirli paslı işlerin içinde debelenip durmaktan takati kalmıyor da olabilirdi.

Annemin elleri her daim ıslaktı. Yazın biraz kurur ve ısınır gibi olurdu. Çeşmeden su taşı, çamaşır bulaşık yıka… Eteğiyle kuruladığı ellerini saçlarımızda dolaştırdığında dünya biraz yavaşlardı. Rüzgâr esmeyi unutur, denizin dalgaları kumsala köpükten izler bırakırdı. Kız kardeşimin saçlarını ördüğünde daha da işlerdi parmakları. İmkânı olsa dünyaya parmakları ile dokunmayı bırakıp ha bire saçlarını örerdi kız kardeşimin.

Babaların kız çocuklarının başlarını okşamaması geleneği kimi şehirlerimizde devam ediyor sanırım. Evlenip çocuk çoğuna karışan onca kadının mutsuz olmalarına nasıl bir açıklama getirebiliriz ki? Babalarından görmedikleri ilgiyi kocalarından da göremeyince film kopuyor galiba.

Şair arkadaşım İrfan Yıldız'ın bir şiirinin başlığı şöyledir: "Bütün Kelimeler Acı İçinde". Bu günlerde hiç dilimden eksik etmiyorum bu şiirin dizelerini.

Adana'nın Aladağ ilçesindeki bir cemaat yurdunda çıkan yangında 11 kız çocuğumuz yanarak can verdi. Önce saçları tutuşmuştur o yavrularımızın. Eksik okşamaların izleri daha kapanmadan televizyon ve gazetelerde çıktı fotografları. Bahtınur, Nurgül, Tuğba, Sümeyye, Sevim, Zeliha, Cennet, İlknur, Sema Nur, Gamze ve Sare Betül… İçimden yine bir şiir dizesi olan şu cümle geçmiyor değil: "Tanrının konuşmayı öğrendiği günler" bu günler olmasın!

Küçükken biz oğlan çocukları ceviz ağacına tırmanırdık ve topladığımız cevizleri aşağıda bekleyen kız arkadaşlarımıza atardık. Biliyorsunuz cevizin kabuğu yemyeşil olur. Tam olgunlaşmadan topladığımızda hem bizim ellerimiz hem de cevizin o yeşil dış kabuğunu soymaya çalışan mahallemiz kızlarının elleri ve avuçları bir süre sonra kapkara olurdu. Ham cevizin kabuğundan elimize sinen o sıvı yapardı bu karartıyı. Birkaç gün sonra, onca yıkamanın ardından parmaklarımız eski beyazlığına ancak kavuşurdu. Bu sefer ceviz yeşili değil alevler kararttı çocuklarımızın parmaklarını…

"Tanıdığım bütün kelimeler gövdesiz ve örtemiyor hiç bir şeyi."

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

61
Derkenar'da     Google'da   ARA