Patronsuz Medya

Necdet Şen'in Bacı'sı ve insanın parçalanmışlığı

Fatmagül Berktay - Sosyalist Birlik, Nisan 1989  


Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmakta olan, Necdet Şen'in "Bacı" adlı çizgi-roman dizisinin, bazı çevrelerde hayli tepkiyle karşılandığı anlaşılıyor.

Herkesin her şeyi beğenmesi mümkün ve üstelik de arzu edilir olmadığı için, bu çok doğal; ama beğenmeme ve eleştirinin ötesinde, saldırganlığa varan bir tahammülsüzlük söz konusu olunca iş değişiyor. Beğenmediğimiz hiç bir şeye tahammül etmemek, toplumumuzun genel bir özelliği.

Türkiye Solu da, bu toplumun bir ürünü olarak, bu özelliğin etkilerini -hatta bazen daha da belirgin bir biçimde- taşıyor. Gene de, son yirmi yılda bir olgunlaşma sürecinın yaşandığını, kendini sorgulama ve muhasebe eğiliminin arttığını ve eleştirel düşünceye belli bir yakınlaşmanın gerçekleştiğini izliyoruz. Ne yazık ki bu saptama, Sol'un bütün kesimleri açısından geçerli değil.

Yeni Çözüm dergisinin Eylül '88 sayısında, çizer Necdet Şen'i hedef alan, bol sıfatlı, zehir zemberek bir yazı var. Handan Göksu imzalı yazıda, "sanat eserinin üzeri kazındıkça eser sahibinin kişiliği de ortaya çıkar. Kendi kafanızda oluşturduğunuz tiplere gerçek budur diye dört elle sarılıp eleştirmeye başladınız mı her şey tamam sanıyorsunuz. Durun bakalım" deniyor ve çizer, kendi komplekslerini yansıtmakla suçlanıyor.

Her sanatçı, elbette eserine kendisinden bir şeyler yansıtır; ama eseri gene de ondan bağımsız bir gerçekliktir ve öyle değerlendirilmelidir. Üstelik, sanatçı, mutlaka komplekssiz olmak zorunda mı? Böyle bir insan var mı? Her sanatsal "tip", çelişkisiz olacak diye de bir şey yok; çünkü hayatın kendisinde böylesine çelişkisiz bir "gerçek" mevcut değil. (İşimize gelmediği zaman, "diyalektik", nedense hep ilk unutulan olur).

Sanatçıdan, insanları bizim gördüğümüz ya da görmek istediğimiz gibi yansıtmasını istemek hem haksızlıktır, hem de bu talebin gerçekleşmesi olanaksızdır. Sanatçı, sonuç olarak hayatı yansıtır ama, kurgusal bir düzlemde ve kendi bakışını da işin içine katarak. Onun kendi anlayışından, kendi deneyiminden süzüp sunduğu bu imgeyi biz beğenmeyebiliriz, eleştirebiliriz; ancak, ona, "hayır, dur bakalım böyle çizemezsin" diye emir veremeyiz. Buna hakkımız olmadığı gibi, sözümüzün herhangi bir hükmü de yoktur. Velev ki, kaba kuvvetle susturmaya kalkışmayalım. O da zaten, sözümüzün hükümsüzlüğünün ispatı değil midir?

Dolayısıyla "yanıtını yine 'bacı'larımızdan alacaksın" tehdidi ve ardından bu tehdidin dönüştüğü "eylem" biçimi, Sol açısından gerçekten talihsizliktir.

Gerçeğin yalnızca bir yanını görüp ona sarılmanın kişiyi gerçeklerden koparabileceği, doğru; ama bu zihinsel zaaf, yalnızca "statükocu küçük burjuva sanatçıları"nın tekelinde değil! Saldırganlıkla birleşen dogmatizm (zaten bu ikisini ayrı düşünmek mümkün mü?) gidip Necdet Şen'i bürosunda "basmak" a vardığı zaman, en az ortaçağ tarikatlarının eylemleri kadar ürkütücü ve bir o kadar da gerçeğe yabancı gözüküyor.

Beğenmediğimiz bir şey karşısında, onu yapana "siz ve sizin gibiler oligarşinin sirkinde ancak elden ayaktan düşmüş, üç beş kuruş için çeşitli kılıklara giren palyaçolar olabilirsiniz" gibi iyice bayat yaftalar asmak yerine, biraz durup düşünmek daha iyi olmaz mı? İş yaftalar asmaya kalırsa, herkese giydirilecek bir külâh mutlaka bulunur.

Gene aynı yazıda Necdet Şen, "hayatı belden aşağı düşünmek"le suçlanıyor. Ama bu suçlamayı yapanlar, başka bir tekyanlılık yaptıklarının farkında değiller. Tek tanrılı evrensel dinlerin insanı onulmaz bir biçimde parçaladığı o binyıllık ikilemin, yüce 'ruh/akıl- aşağı beden ("belden aşağı"nın temsil ettiği cinsellik) ikileminin, yarının ideolojisi olduğunu iddia eden bir anlayışta böylesine köklü bir kabul bulması, ne ilginç! Bedenin otomatik olarak- mantıksal çıkarsamalarının neler olabileceği hiç akla gelmeksizin- aşağılanması, Türkiye toplumunun henüz ideolojik bakımdan iyice geri bir Doğu toplumu olmasıyla, bir ölçüde açıklanabilir belki.

Gene de, cinselliğe ilişkin önyargılrın en zor değişen ideolojik ögeler olduğunu göstermesi bakımından, Çarpıcı. Oysa Türkiye solunda devrimcilerin cinsiyet hiyerarşisini ve "erkek" ve "kadın" olarak kendi kendilerini sorgulamalarının zamanı, geldi de, geçiyor.

Kimse bana, "biz kendimizi 'insan' olarak sorguluyoruz" demesin. Bu dünyada insanlar "kadın" ve "erkek" olarak var oluyorlar ve bu kategoriler de toplumsal ve kültürel olarak oluşturuluyor. Tıpkı sınıfsal aidiyet gibi, toplumsal cinsiyet de inkâr edilemez bir aiditiyettir. Hatta Engels'in de belirttiği gibi- biz, argümanımızı sağlam tutalım!- bu aidiyet, sınıfsal olandan bile önce gelir.

Bu tür yazıları okuduğu zaman, insan ister istemez kendi kendisine soruyor: Beden/ruh ikileminden ne zaman kurtulacağız? Ne zaman, varlığının bir yanı diğer yanıyla çatışmayan bütünlenmiş insanlar haline geleceğiz? Bu düzende mümkün değil, diye cevap verilebilir bu sorulara.

Ama geleceği kuracağını iddia edenler, bugünden yarının imgesini en azından kafalarında -soluk da olsa- canlandırabilmeliler. Geçmişteki değerlere sımsıkı sarıldığımız, gerçeğin sadece ve sadece kendi avuçlarımızda olduğuna inandığımız, bize' yeni ve aykırı olan her şeyi dışladığımız sürece, bugünü değiştirmekten vazgeçtim, ütopyalar bile üretebileceğimizi sanmıyorum.

* * *

Yazı, daha sonra Fatmagül Berktay'ın Kadın Olmak / Yaşamak / Yazmak adlı kitabında da yer aldı.

(Sayfa: 102, 103, 104; Pencere Yayınları)

diYorum

 

71
Derkenar'da     Google'da   ARA