Patronsuz Medya

2003 Eylül'ünde öğleye kadar elma bahçesi

Emin Çelik - 6 Kasım 2003  


Hava Çavuş'un gündelikçileri, elma bahçesine yanaşan kamyondan birer ikişer indiler. Mal sahibi Kara Nihal, neşeli bahçeleri severdi. Su kuyusunu çevreleyen aslanağzı, ıtır, fesleğen, kadifecik ve sabuncuk kokularına, gündelikçi kızların gülüşleri karıştı.

Kadınlar yemek sepetlerini gölgelik bir ağacın altına koydular. Koçan tutmuş mısırlar, tohum döken süpürgeliklerin hışırtısında beş altı meydancı merdiven, kova ve istif sandıklarını çabuk çabuk indirmeye başladı.

Annelerinin eteklerini çekiştiren çocuklar mahmurlukla, tulumbanın başında hem oynaşıp hem de çiçek sulayan kızları seyrediyordu.

Kara Nihal kızı Bedriye'yle yakın ağaçlardan birine gidip siftah yaptı. Çavuş Hava "çalışması bizden, bereketi Allah'tan" deyip yön gösterdi, grubunu elmaya başlattı. Bir çırpıda merdivenler kuruldu.

Toplayıcı kızlar ellerinde kovaları, serçe gibi sekerek merdivenlerin en uç basamaklarına tırmandılar. Ağaçların filizlerini kırıp-üzmeden karakırmızı elmaları kovalarına doldurup iplerini yere salladılar. Bahçe "kova" sesleriyle dolup taştı.

İstifçilerin önüne tepeleme elma yığıldı. Herbiri ayrı çapta elmalar, hünerli kadın elleriyle sandığa girip, dizim dizim aynı büyüklükte çıkmaya başlayınca göze göründü yapılan iş.

Çocuklar kararsız bir şekilde kah istifçilerin, kah toplayıcıların yanında oyun arıyordu. Her defasında biri mızıkçılık edip oyun bozulunca, küsüşüp bahçenin kuytu köşelerine çekildiler.

Güneş tepeye yükselince "toplaşın da bir soluk alalım" dendi. Kızlar bir yana oğlanlar bir yana toplanıp ağaçlara yaslandılar. Oğlanlar yorgunluk sigaralarını yaktılar. Kızların hamaratı su dağıttı. Ölmüşlerinin ruhuna dua ettiler.

Kara kaşlı, kara gözlü, onaltılık Sare, İsmigül'ün dizlerine başını koyup "Nazara geldim galiba? Üstüme bir ağırlık çöktü. Oku hele bir Umman abla" deyip uzandı yere. Umman karı kızlara yanaştı.

Uzun bir besmeleyle hımır hımır mırıldanarak okudu duasını. Okuntusunu Sare' nin sararmış yüzüne üflerken gözlerinden yaşlar akıyor, koyu koyu esniyordu. Dişlerindeki altın köprülerin pırıltısı, elma ağaçlarının yapraklarından süzülen ışık kuşaklarına karışıp gözyaşlarında yansıdı.

Okuntulu üflemeyle gözlerini kapayan Sare, kirpikleri birbirine değer değmez, çimenlikten, sularına söğütler eğilen bir gölü seyreder buldu kendini. Yakınlardan ırmağa benzer çağıltılar geliyordu.

Karnında karpuz büyüklüğünde bir şişkinlikle, köpüre köpüre aktığını düşündüğü suyu aramaya başladı. Bütün çayırı karış karış gezdi, bulamadı. Kulaklarında patlayan çağlayan sesiyle çimenliğin yumuşak koynuna çömeldi. Yüzünden boncuk boncuk dökülen ter, ince taze otlarda uzayarak toprağa karıştı. Bir zaman bekleyip çaresiz, karpuz karnıyla kıvrana kıvrana yollara düştü.

Kara kaşlı Sarekız rüyasında yollara düşedursun, işçibaşı Hava "haydi artık, yeter bu kadar soluk" deyip elma bahçesindeki molayı bitirdi. İsmigül, kızların uzattığı hırkaları katlayıp dizinde uyuyakalan Sare'nin başının altına yerleştirdi." Gençtir, toydur, uyandırmak günahtır" deyip işe koyuldular.

Kara Nihal kimi zaman istifçilerin yanında elma parlatıyor, kimi zaman da ağaçların dibinde kızlara şaka yollu sataşıyordu." Kız dediğin işveli olur, cilveli olur. Bu gidişle hepiniz evde kalacaksınız. İki türkü söyleyin de azıcık şenlenelim, hem belki beğenen olur, kısmetiniz çıkar, iyi ki de gençsiniz!" diye gülerek söylenince kızlar korosu cıvıl cıvıl şakımağa başladı.

Dereli tepeli kıvrak türküler çocukları kuytulardan çıkardı. Bahçenin bir köşesinde çürümeye yüz tutmuş sedir yastıklarıyla, dokuma kilim parçaları buldular. Kimbilir ne zaman evin baş köşesindeki itibarlı mevkiilerini kaybedip, tarla kenarlarına düşmüşlerdi?

Nehir hemşire, Adam doktor oldu. Yere uzanmış yastığı ölümcül hasta, Aslan'ı hademe yaptılar. Şerbetçi Ayşe, Nehir'e, çiçeklerle mısırların arasında nöbet tutan süpürgeliklerden bir tutam koparıp kep büktü. Nehir, saçlarına karışan salkımlı tohumların yüzüne düşen gölgeleriyle edalandı.

Kızlar kıpır kıpır türküleri bitirip iç burkan, yakıcı havaları tellendirmeye başladıklarında, boynundaki steteskopundan yeşil yapraklar sallanan Doktor Adam, elinde neşteriyle hastasının ağrıyan yerlerini kesip biçiyordu. Solucan didikleyen kuşlar geziniyordu sabah sulanan çiçeklerin dibinde.

Kızlar ağrıyan yerlerini Adam'ın bıçkısına yatırdılar. Sancılar sancılanıp kesile kesile bitsin umuduyla, içlerinde acıyan ne varsa, çeliğin tırtıklı ağzına uzattılar.

Kendiliğinden başlayan suskunluklarında onlara nisbet yapan oğlanlar başladı konsere. Yük sırtlanan bütün erkekleri dillendirdiler. Şehirlere mevsim mevsim, kilo kilo sebze-meyve taşıyan, kendilerine dert taşıyan kavruk, çiroz delikanlılar. Ses verdiler karakırmızı elmalar arasından. Kızlara n'oluyodu kendileri dururken!

Kaçamak bakışlar çarpışıyordu arasıra kızlarla. Dolup dolup boşaldıkça kovalar, öpülesi al yanak, koklanası gül koyun, küçükten çalışmaya başlayıp erkenden kocayan oğlanlara kabarıyordu. Gökyüzünden elma toplayan kızlar ve ağır kovalarıyla toprağı çiğneyen delikanlılar.

Ağaçların en kırılgan dallarında kanat çırpan kuşlarla, toprağın altına kırıntı taşıyan karıncalar arasında, şarkılarla sevişip, dövüşüyorlardı. Kendi gökyüzü topraktan koparılıp, ürkek bir kırlangıç gagasında bulutların beyazlığına karışan solucan parçasıyla, çoktan yenmiş atılmış bir meyvenin karınca yuvalarına saklanan çekirdekleri arasında, inip çıkıyordu dönme dolap. Dolup dolup boşalan kovalarla, bir gözgöze geliş, bir gülüşe ömürlük aşklar sığdıran toprak çocuklarının dönme dolabı.

Sare uykusunda uzun yollar yürüyüp tepeler aştı. Her tepenin ardında, çakıltaşları güneşle yıkanan duru ırmaklar gördü. Gümüş yüzgeçleri birbirine karışarak oynaşan balık sürülerinden geçti. Dumanlı rengi tepeleri tutmuş kara lahana tarlalarına vardığında ovayı kesen ırmağı geçerken kırmızı benekli iri bir alabalık ayaklarına dolandı.

Uzanıp ellerine aldı balığı, ellerinden kayıp, sulara aktı balık. Bir adım ötede okyanus gibi uzanan mor dumanlı ova, kendisine ayak basmasını bekliyordu. Lahanalar arasında yakışıklı, gülünce ağzı kulaklarına varan bir civan içli içli şarkı söylüyordu.

Avuçlarından kayıp giden kırmızı benekli kısmetine bakakaldı Sare. Suya eğilip derinlere, ırmağın ta içine baktığı sırada şimşek gibi fırlayıp gelen benekli alabalık kara gözlerinden birini çalıp kaçtı. Çıkan gözünün acısıyla karnında kopan fırtınayı farketmeyen Sare bacaklarının arasından dalga dalga akan sularla ırmağa düşen bebeği gördü. O zaman anladı karnındaki karpuzun çatladığını. Sivri çeneli balıklar üşüşüp bebeğin göbeğini kestiler. Sare, bebeği bağrına bastı.

Lahanaların içinden koşup gelen Aşık, bebeğin sırtındaki yeşil gözü, bebeğin ince, yumuşak teninden kolayca sıyırıp, Sare' nin boşalan göz çukuruna yerleştirdi. Bir gözü yeşil bir gözü siyah bakan Sare, bebeği kucağında, yanında kocaağız Aşık ırmaktan çıktılar. Önlerinde uzanan ovaya, lahana tarlalarına daldılar.

Ölümcül hasta yastık, kesile kesile samanla dolu bağırsakları ortaya çıktı. Deşik karnından kucak kucak saman savruluyordu gökyüzüne. Adam, Nehir, Aslan. Binbir ışık saçarak güneşle sevişen saman yağmurunun altında çığlık çığlığa üç küçük insan. Birdenbire sapsarı sevinçle ıslanan üç habersiz.

Yastığın kenarlarından çıkardıkları kuru kamışlarla, Nehir'in eteklerine doldurdukları samanları, Sare'nin üstüne üstüne üflediler. Kız, derin uykuda, samanlı sarı dantel balık ağlarıyla örtündü.

Sare. Orada öylece upuzun yatan ölü balık; titreyerek açtı gözlerini. Rüyasının etkisiyle çocuklara söylenmeye dili varmadı. Kulaklarının içine, koynuna bile dolan tepeden tırnağa bulandığı samanları silkeledi.

Vakit neredeyse öğlen olmuş, Dondurmacı Celile'nin kızı Beyaz'la, Çorapçı İsmail'in oğlu Birol birbirlerine ölesiye sevdalanmışlardı. Öteki bekarlar ay parçası, gül goncası hiç kimseye benzemeyen Bedriye' nin etrafında gönül uçuruyordu.

O kara, o kuru, o anasının gözü Nihal, akça pakça kız doğursun inanılır gibi değildi doğrusu. Kadınlar birarada olduklarında "suyunu bol koyduk, ondan böyle oldu" derdi, Nihal. Gülüşürlerdi." Sadece suyla olmaz" derdi kimisi" başka bir formülü var da, sen bize söylemiyorsun" derlerdi.

Kim bilir kaç bahçedir hep aynı şeylerdi konuşulanlar. Her konuştuklarında ilk keşfedilmiş, ilk duyulmuş gibi bir heyecan.

Güneş tam tepeye dikilmiş, yorgunluk, açlık ve ışıktan gözleri kararmıştı." Çal artık şu yemek borusunu" diye Çavuş Hava'ya takıldılar." Haydi madem. Yiyelim şu ekmeğimizi, aklımızda duracağına karnımızda dursun" dedi, işçibaşı.

Tulumbanın etrafını sardılar." Ölü uykusu uyudun mübarek, hayırlar olsun" deyip Sare' nin ateşini yokladı Umman karı." Yok birşeyim "dedi kız. Elbiselerine yapışıp hâlâ sallanan kalıntılarla ayakta, mağrur.

Sabuncuklardan kopardığı bir kaç tane kafayı ellerinde ovuşturup köpürttü. Yüzünü, boynunu, kulaklarının içini köpüklerle yıkadı. Köpüren çiçekler çocuklara yeni bir oyun çıkarmıştı.

Kara Nihal "çok koparıp bitirmeyin ha." diye çıkışırken, küçük parmak imalatı köpük baloncukları uçuşuyordu etrafında.

Yıkanma faslını bitirip koyu gölgeli ağaçların altına öbek öbek oturdular. Evden gelen yemek kutuları açıldı, herkese göre ortaya konuldu. Kadınların kimisi kuru soğan soyup salata yaptı. Herkes yemeğini başkasına ikram ederek karnını doyurdu.

Kimi ufalanmış, kimi ayrıldıkları gövdenin şekliyle ağacın altında başka bir öbekti soğan kabukları. Esen rüzgâr, yağan yağmur ve eriyen karla toprağa karışacakları günü bekleyeceklerdi.

Kadınlar abdest alıp namaza durduklarında kızlar bahçenin içlerine daldılar. Konuşacakları dağ gibi birikmişti sabahtan beri. Güldes'le Firdes siper alıp sigaralarını yaktılar. Sare kızlara rüyasını anlatırken Birol, Beyaz'a göz kırpıp bahçenin alt başındaki sınır çukuruna çekildi.

Anlığın yolağını adam boyu otlar sarmıştı. Tüy olup ardından seğirtti Beyaz.

Kadınlar namazda eğilip doğruldukça elleri borazan çocuklar "zooooort. zoooort." zortlarken, kadınlardan biri dayanamayıp güldü sonunda, bozulan namazını bırakıp ötelere kovaladı yaramazları.

Kızların dibinde bittiler anında. Sare sözünü bitirdiğinde rüyası hayırlandı. Çocuklar orada da rahat durmayıp gizliden gizliye Beyaz'la Birol' u saklandıkları çukurda gözlemeye başladılar.

Birol "seviyor musun beni sahiden" diyordu, Türk filmlerindeki jön bakışlarıyla. Nazlı nazlı başını sallıyordu Beyaz'da.

Kızlardan biri namazın bittiğini işaret eden bir topak toprak attı üstlerine. Aceleyle ayrıldılar. Nehir kızların ne konuştuklarını merak edip "büyüdüm artık" diyerek onlara katıldı. Adam'la Aslan da Birol abilerinin peşine düştüler.

İsmigül "koklattın mı kendini Beyaz gülüm" diyordu Beyaz'a. Hem sevinç hem de utançlıydı Beyaz'ın yanakları.

Güldes'le Firdes annelerinden gizli içtikleri sigara izmaritlerini toprağa gömdüler.Yanlarında taşıdıkları karanfillerden bir kaç yaprakçık çiğneyip sigara kokusunu kovdular. Nehir'e sıkı sıkı tembih ettiler sigara içildiğini sakın söylemesin kimseye diye.

"Topladın mı elmaları?" diyerek karşıladı bekarlar Birol'u, ellerini güya kadın göğüslerinde gezdirerek. Saçılmış samanlar, soğan kabukları arasında yatışıyorlardı. "Toplamadım ama kokladım bari. Panayırda da toplarız inşallah." dedi Birol. Hep beraber gülüştüler.

Kanatları açılmış pencereler geliyordu panayırla. Müzelere sığmayan tarihi kalıntılar arasında, sadece çocuk seslerinin çınladığı kasabada, kestane kebabı, pamuk şekeri kokularıyla on beş günlük ses ve ışık bayramı. Aylarca tarlaları, bağ bahçeyi doldurup güzün sessizce evlerine çekilenlerin yalancı bayramı.

Kulakları tırmalayan satıcı sesleri arasında; metrelerce kabloyla tenteleri dolaşan top top ampullerin sızlayan ışıklarında kalabalıklar. Traktör römorklarına allı morlu doluşarak cıvar köylerden gelip kasabalılara karışan insanlar insanlar. Lunaparkın seyyar çadır aynalarından tutam tutam sır çalıp, senelerce içlerine kurdukları kendi sihirli aynalarında uzayan, kısalan, şişmanlayan, zayıflayıp, yamulan. Kendi kamburlarını omuzlayan insanlar.

Esmer yüzlerini fondötenler, pudralarla ağartıp, yanaklarını halka halka kızartarak, kıpkırmızı dudaklarıyla, testi memelerini hoplata hoplata çarşıya giden kızlar. Kalabalığı fırsat bilip ceplerinde mektuplarıyla, kızların kımıldayan yuvarlaklarına hiç değilse şöyle bir dokunmayı düşleyerek köşe başlarında bekleşen erkekler. Kaşla göz arasında geçip giden gençliklerinde buncacıktı tatlı zaman.

Yattıkları yerde panayır düşüne dalan gözleri istiflenmiş sandıklara, toplanacak elmalara, taşınacak kovalara çevrildi.

Daha çok vardı rüzgârın esmesine. Cami tepelerine, kale burçlarına kurulu yazlıklarında takır takır lâflayan leyleklerin, ilk serin rüzgârla, güneşe daha öteki güneşlere gitmelerine.

Çavuşları seslendi, işinin başına geçti herkes. Bahçe "kova" sesleriyle doldu yeniden. Üzüm bağları, ekili tarlalar ve zeytinlikler denizinde hareketli yerlerini aldılar.

diYorum

 

Emin Çelik neler yazdı?

53
Derkenar'da     Google'da   ARA