Patronsuz Medya

Cevapsız sorular soran biri

Deniz Türkoğlu - 24 Şubat 2004  


İki hafta önce telefon etmişti. Konuşmaya "Nasılsın, iyi misin?" diye başlamış, sonra da "Zamanın var mı?" diye sormuştu.

Vardı tabii. O arayacak da ben konuşamayacak kadar kötü, zaman bulamayacak kadar meşgul olacağım. Olacak iş değil. Her zamanki gibi durarak, dinleyerek konuşuyordu.

Ama bu sefer sesi çok yorgundu. Günlerce dayak yemiş biri gibi, ağzından çıkan her lâfla inliyordu sanki. Daha fazla dayanamayıp, konuşmasının uzun aralarından birine dalıverdim. Merakla "Neyin var?" diye sordum. Canı, bir şeylere haddinden fazla sıkkındı.

"Bu hafta içinde bir gün geleyim de, o zaman anlatırım" dedi. Kapatmaya yeltendi. O da telefonda konuşmayı sevmiyordu. Yüz yüzeyken de pek konuşmuyordu. "İki tür insan vardır" derdik dalgasına. "Konuşanlar ve dinleyenler."

Sonra da gevrek gevrek gülerdik. Mizah anlayışımız böylesine acıklıydı.

Durumunu hemen anladım. Gene çok bunaltmışlar dedim içimden. Gene çok susmuş, fazla dinlemiş, taşıyamayacak kadar da dolmuşsun.

Paylaşmaya ihtiyacı vardı ama bunu kolayca yapamıyordu. Cevaplarını bilmediği özel sorularla başkalarının önüne çıkıp onların yolunu kesmek, iç sıkıntısını başkalarına omuzlatmak, kendi dertleriyle kimseyi üzmek istemiyordu.

Nasıl oluverdi bilmiyorum, ama birdenbire ateş aldım. Sinirlendim. Öfke içimi kasıp kavurdu. Kendime hem şaşırdım, hem de biraz utandım.

Sen yıllar yılı uğraş, çabala, didin. Ömrünün en kallavi bölümünü "öfkelenmeyeceğim!" diye tepetaklak olarak, amuda kalkarak, cenderede geçir, sonra çıkan ilk üfürtüde kıç üstü otur yere.

Buna harcanan enerjiyle, zamanla, kömürü elmasa çevirir insan. Madem olan oldu, bari şunun şurasında ağız tadıyla öfkeleneyim dedim ama… Ben öfkelenince tıkanırım. İki lâfı bir araya getirip, iki düşünceyi yan yana koyamam. Yolumu iyice şaşırır, kilitleniveririm.

Telefon kulağımda öylece sustum kaldım. Sonra toparladım kendimi. Hayatımda, "Bunu yapanı elime geçirirsem, yakarım canını" dediğim kalıcı öfkelerim çok olmadı. Az oldu çünkü, "anlama" yı marifet sayanlardanım. Hastalıklı duygular hariç, önünde sonunda her şeyin ve herkesin anlaşılabileceğine inanırım. Yeter ki kendini karşıdakinin yerine koyacak çabayı harcasın insan.

O susuyorsa, ben konuşurum deyip, çareyi ısrar etmekte aradım. "Ne oldu, anlat" diye bastırdım. Elimden bir tek bu geldi o an. Yalnızca çekingen olsa iyi, inatçıdır da, anlattırmaya bir türlü ikna edemedim. Ben sordukça o geriledi, her keresinde, "Önemli bir şey değil" deyip, geçiştirdi.

Ama beni kandırmış. Sıradan dertleri geveleye geveleye telefonu kapattık. Ona inanmadım inanmasına, durduk yerde böyle ateş almaz insan. Sakladığı bir şey var ya, artık o nedir, onu bilemedim. Çaresiz susup oturdum. Beni tekrar aramasını beklemeye koyuldum. Ses çıkmayınca da dayanamadım, hafta içinde bir kere aradım. Tam o anda hastası vardı. "Ben seni ararım" dedi, sonra da aramadı.

O hafta boyunca gündelik hayatın hiç bir meselesi, lehime sonuçlanmadı. İçimi, sanki bilinçli bir düzenekten yayılan karanlık bir sıkıntı kapladı. Hayat işte, napacaksın deyip durdum kendime, ama gerçekten hayat bu mu? Böyle olmak zorunda mı?

"Bu dünyadaki iğrenç kötülükler, iyiler susup seyrettikçe, evreni ele geçirecek" diyen düşünür çok doğru demiş ve bu deyiş, benim mizah anlayışımla ziyadesiyle uyumlu.

* * *

Dün gece çıktı, geldi. Avurtları çökmüş, beti benzi solmuş, iki haftada bir kaç yaş birden yürüyüp gitmiş gibi, karşıma dikiliverdi. Gayri ihtiyari ağzımdan dökülüvermiş. "Hasta mısın yoksa?" diye sormuşum. Sorduktan sonra kendi sesim, kendi kulağıma yabancı geldi.

Gülümsedi. "İyiyim" dedi, şaşırtıcı bir rahatlıkla… Şarap getirmiş. "Bak, sana 'kav' getirdim" dedi. Kav nedir, ben hiç anlamam. Açtık, içtik.

Onu daha önce hiç bu kadar huzurlu görmemiştim. Bakışları çok değişikti. Hayata zırhlanmış gözlerle, kilometrelerce uzaktan bakıyormuş gibi geldi bana.

Kendimi onun yanında ilk kez yalnız hissettim. Konuşmak gelmedi içimden. Susup oturamadım da, elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırıp, saçmaladım durdum tüm gece.

Kendimizi bildik bileli tanırız birbirimizi. Ne halt yediysek beraber yedik. Hem de en halislerini. Ama o, benden çok daha sakin yaradılışlıydı. Çok daha efendi, çok daha akıllı, çok daha dayanıklıydı.

Benim esamimin bile okunmadığı durumlarda, o yerini hiç derk etmedi, hep oturup bekledi. Pes etmedi, direndi. Bana bir şey olmaz diye düşündü galiba.

Ben kaçıp gittiğim yerlerden her geri dönüşümde, onu hep aynı adreste buldum. Alışmıştım zaten. Gelir gelmez ilk önce onu arıyordum. Daha birbirimizin sesini duyar duymaz, gözünün içine bakar bakmaz, başlıyorduk gülmeye. Biz de şaşıyorduk aslında, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, daha dün bırakmış gibi, kaldığımız yerden devam edebilmeye.

"Sen çok asi birisin, o yüzden çok acı çekersin" diyordu bana. "Sen de doktorsun, nasılsa bana yardım edersin" diyordum.

Doktor olmayı çok istemiş, sonunda olmuştu. Şimdi kendi de dalga geçiyordu, o zamanlardaki hırsıyla. Ama bir günden bir güne pişmanlık duymamıştı. "Başka bir şey olamazdım ben zaten" diyordu. Eh, haksız da değil.

Ben insanlar hakkında düşünmeyi seçmiştim, o insanlara yardım etmeyi seçmişti. Kendi seçimim beni sık sık tökezletiyor, düşürüyor, insanların uzağına atıyordu. Onun seçimi ona, etrafında duvarları günden güne yükselen, insandan bir kale örüyordu.

Ben şehir ışıklarına dışarıdan bakan çeperleri, uğultulu tepeleri, dağ başlarını, ormanları tek başıma korkuyla dolanırken, o giderek kalabalıklaşan kalesinin içinde, insan dışındaki hiç bir manzarayı seçemez olmuştu. Ama bir gün bile bu burun buruna yakınlıktan kurtulmayı, insana uzağından bakacağı bir mesafeye kaçmayı aklına getirmemiş, çekip gitmeyi istememişti.

İnsanlar hakkında her zaman iyi düşünmek mümkün mü diye sorardım ona. Hayır, hiç değil, bazen çok zor hatta derdi. Peki nasıl katlanıyorsun derdim. Katlanmaya dayanamazdım her halde, sevmek daha kolayıma geliyor derdi. Herkesi mi, derdim. Evet, herkesi derdi.

İşte o, böyle zor bir şeyi başarıyordu. Benim asla başaramayacağım bir şeyi. "Sen kendini kandırıyorsun" diye üstüne giderdim ara sıra. "Şöyle, elinin tersiyle, her şeyi süpürüp atmak gelmez mi içinden?"

"Gelmez olur mu hiç?" derdi. Ama yapamazdı. Yapmadı da.

O gitti, daha başka bir şey yaptı. Evliydi, çocukları vardı. Orta yaşlarını sürüyordu. Herkese bakıyordu. Aklıma gelen, gelmeyen, herkese…

Durup dinlenmeden çalışıyordu. Her gün yatıp uyuyamıyordu, ama sızıp gittiği birkaç saatlik uykuların dışında, hiç kimseyi sırtından indirmedi. Rüyalarında da yük taşıdığından eminim. Eğer gördüyse. Umarım, görmemiştir. Fakat tüm bu fedakârlıkların sonunda, işleri kendi aleyhine çeviren, tuhaf bir de tutukluğu vardı. O tutukluğu, zamanla etrafında toplanan insanların, onun canına kastedecek kadar ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bunu görüyor, bundan acı duyuyor, gene de hiç bir şey yapmaya yanaşmıyordu.

Sanki insan olduğunu unutmuş, bir iyilik meleğine dönüşmüştü ya da daha beteri, ona bahşedilen tek ömürlük hayat ışığını, olduğu gibi başkalarına yönlendirmiş, kendi karanlıkta oturuyordu. Böyle değerli bir hazineyi, bu denli hesapsızca, bu kadar bedavaya dağıtması, başta en yakınındakiler olmak üzere çevresindeki herkesin nefsi iştahlarını kabartıyor, onları giderek bencilleştiriyordu.

Önce ufak tefek saygısızlıklar, sonra adam yerine koymamalar, sonunda çat kapı almaya alıştıkları şeyler için bir teşekkürü bile çok gören yırtıcı, yıkıcı talepler derken, sevdiklerinin elinde oyuncağa dönmüştü. Ben bunları düşünürken o birdenbire, "Geçen hafta, öyle yorgundum ki, biraz uyumak istedim" diye lâfa başladı. "Birkaç ilâç aldım. Sonra beni bulmuşlar, midemi yıkatmışlar, gerisini tahmin edersin." Sen neden bahsediyorsun diyemedim. Sen doktor değil misin; aldığın ilâcı, dozunu, püsürünü nasıl bilmezsin diyemedim. Gene kilitlendim. Sesim çıkmadı.

"İşin komik tarafı ne oldu biliyor musun?" dedi. "Beni, Balıklı Rum Hastanesi'ne yatırmaya çalıştılar."

Sonunda "Hani şu akıl hastanesi? Hani bağımlıları şey ettikleri yer, ne diyorsun yahu? Kimden çıktı bu saçmalık?" diye bağırdım.

Aşkla sevdiği o insanların, en yakınında duranları yaptı bunu. Eşi, dostu yaptı. Çocuklarının korkuyla büyümüş gözleri önünde, iyilik yapıyoruz diyerek yaptılar.

"Şimdi nasılsın, iyi misin?" diyebildim.

"İyiyim, içim temizlendi. Herkese söyledim zaten" dedi. "Benim şimdi midem yıkandı, bir yere kadar pislik aktı içimden, ondan sonra su, gerçek berraklığı ve saflığıyla bana geri döndü. Darısı sizin başınıza. Ben artık temizim, dedim."

"Bir şeyi anlamıyorum yalnız" diyerek devam etti. "Onların bana bu yaptıkları iyilikse, benim onlar için yaptıklarım kötülük müydü?"

Yorumlar

Evet sorumluluk çok güzel bir duygu. Arkadaşınız sevdiklerine karşı sorumluluk duymuş, herkesin yükünü omuzuna almış, ama bunu taşıyamamış ve yorgun vücudu sonunda pes etmiş. Arkadaşınızın mükemmel biri olduğunu düşünüyorum, bence pes etmemeli, hayat sevdiklerimize destek verdiğimiz sürece güzeldir.

Melahat Erdoğan - 14 Nisan 2011 (09:07)

Çok hazin bir öykü. Duyarlı insanların ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, hayatla başa çıkma konusunda herkesten daha dezavantajlı olduğunu çok güzel anlatıyor.

Müntekim Çalapkulu - 14 Nisan 2011 (23:55)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

59
Derkenar'da     Google'da   ARA