Patronsuz Medya

Banka

Deniz Türkoğlu - 8 Ağustos 2010  


Kapımı çaldığında ve ben gene, bilmem neden, her çalan kapıyla irkilip işi ağırdan aldığımda, elinde gitarı, davet falan beklemeden içeri girdi. En sevdiğim koltuğa, pencerenin önündeki, oturdu oturmasına ama gitar çalmaya gelmedi.

Okulu sevmiyordu. Okumak istemiyordu. Bütün derdi müzik. Çalsın, söylesin, kimse de ona karışmasın. İşte hepsi bu kadar.

Babası resti çekmiş. Öyle diyordu. O da, benden buraya kadar demiş. Liseyi de zar zor bitirdim, üniversiteye gitmem. Baba basmış kalayı. O zaman çalışırsın. Ama pavyonlarda, cümbüşlerde değil. Bankada çalışacaksın. Yıkamıyordu babadaki inadı. Çekip gidemiyordu da. Ailenin onun getireceği paraya ihtiyacı vardı işin kötüsü. Müzikle hayatını kazanamayacağını zaten o da biliyordu. Karar vermişti, babasının dediği olacaktı.

"Anlat hadi" dedi. "Ama olduğu gibi, en başından başlayarak, ayrıntılarıyla anlat. Bankacılık nasıl bir iş?"

"Benim banka anılarım senin işine yaramaz. Şimdiki bankalarla o zamanki bankalar aynı değil. O zaman bankacılık insan işiydi, şimdi neredeyse her şeyi makineler yapıyor. Ben teknoloji bu kadar gelişmemişken bankacılık yaptım. Yaptım da sayılmaz ya, bir ucundan girdim, aynı ucundan bıraktım."

"Kıvırma" diye sözümü kesti. "Korktuğun şey olmadı daha. Dünya henüz makineler tarafından yöneltilmiyor. Sokaklarda siborglar dolaşmıyor."

"Emin misin?" diye sormama kızdı ve "Sen anlatmaya başla, ben anlattıklarının sonuna makineleri eklerim" deyip, sıkıntıyla devam etti.

"Babam, beni bankaya sokabilmek için torpil yapar belki diye, günlerdir beş para etmez bir tanıdığın peşinden koşturuyor. Senin zamanında bu kadar zor muydu bilmem ama bu günlerde bankaya girmek, hele lise diplomasıyla girmek, imkânsız. O yüzden eğer bankacılık babamın sandığı kadar matah bir iş değilse, ben onu gene üzmem ama başka bir iş bakarım."

"Ne olursun meselâ?" dedim gülerek. Ama kaşlarını çatıp, "Banka?" diye sordu yeniden.

"Banka ne olabilir ki? Parayla çalışmayı ne kadar seviyorsan, o kadar iş."

"Sen de ancak torpille girebilmiştin değil mi, bir Oya Hanım vardı, sizin eve uzun bir süre gelip gitmişmiş, herkesin dilindeydi. Sizinkiler pek hayranmış ona. Güç, zenginlik, asalet…"

"Tamam, kes. Banka öyle mi? Peki."

İlk işten sayılacak işim bankacılıktı. Girip çıktığım diğer bütün işler, bunun yanında arızalı denebilecek türdendi. Yıllar, uzun yıllar içinde, bunaltı getirecek tekrarlarla durmadan batan çıkanların yanında, bunun nasıl olup da kazık çaktığına hâlâ hayret ettiğim özel bankalardan birine, torpille koydular.

Ona buna rica ederek, janjanlı paketlerde likörlü çikolatalar taşıyarak, gümrükçü tanıdıklardan yıvışarak kopartılmış ithâl viskileri iştahlı adamların boğazlarından aşağı boca ederek. Sonunda başardılar. Ben değil, onlar. Benden yalnızca ilk maaşla mütevazı bir yemek ısmarlayacağımın sözünü aldılar.

GENEL MÜDÜRLÜK

Şehrin en büyük caddelerinden birindeki genel müdürlüğün önüne geldim ben de. Döner kapıyı ittim, içeri girdim. Çok katlı binanın en üst katına kadar yürüyerek çıktım sonra, çünkü kapıdan içeri girer girmez, burada garip şeylerin döndüğü hissine kapıldım. İçerideki hava burnuma kötü koktu. Her şey ama her şey gözüme korku dolu ve yıkıcı göründü. Asansöre binmedim o yüzden.

Sokaklar karmakarışık ve üst üsteydi. Ama her an her yerde bir sürpriz, bir mucize ile karşılaşabileceğim beklentisi, beni heyecanlandırıyordu. Öyleyken aldığım bütün nefesler, attığım bütün adımlar bedavaya geliyordu sanki.

Oysa genel müdürlüğün spot ışıklarının altında, insanı her şeyiyle görünür kılan ve saniyesinde göründüğüm gibisinin yetersiz, çapsız, pişmanlık duyulası bir şey olabileceği kuşkusunu uyandıran bir hava esiyordu. Ve bu hava, bana çok pahalıya mal olacakmış gibi geldi.

Odalar, kapalı kapılar, bölmeler, masalar, dönenleri duranları tekerleklileriyle tekli çoklu oturulan metal deri siyah gri kurşuni koltuklar, dosyalar, hesap makineleri, daktilolar, zımbalar, delgeçler, hepsi dik çıkıntılı sivri köşeli, üçgen, dörtgen, beşgen, bir yığın ıvır zıvır eşyayla dolu katlar.

İstisnasız her insanın yüzüne yapışmış, ta gözlerinin içine yerleşmiş, "Sen de kimsin, kim oluyorsun?" dercesine, ötekine yönelmiş soğuk donuk bakışlar ve o tuhaf kuşatmayı yarmak için gösterdiğim işe yaramaz gülünç çabalar.

TORPİLLE RANDEVU

"Affedersiniz, Oya hanım, acaba?" diye sordukça, durdukça, zaman uzadıkça uzuyor.

Her yeni gelene, en baştan düşünülüp ezberlenmediği için hep değişik yerlerden başlayıp bir türlü bir bütün halinde anlatılamayan, kesik kesik, "eee ben, şey, gönderildim ben, okudum, evet, bankacı olabilirim" kıvamında bir örneği daha tedavülde bulunmayan, başı sonu belli olmayan, hiç bir şekilde anlaşılmayan deli saçması bir yığın ıkıntı. Her yeni gelen sekreter, yardımcı, kat sorumlusu, çaycı…

Sonunda Oya hanım geliyor. "Oya hanım, hah, ben de sizi görecektim" der demez, Oya hanımın gergin yüzünde beliren, bakalım ben seni görecek miyim bakışıyla, kendime hemen çekidüzen veriyorum. Tanışma bir merasim havasında ilerliyor. Oya hanımın dekoltesinde dolaşan taşlı yüzüklerle dolu kalın parmakları, kırmızı ojeli uzun tırnakları, merasimin hızını yönetiyor.

Altı kalın uçlu kalemlerle bakanın dikkatine çizilmiş yüzü, en küçük bir aykırılığa tahammül edemeyeceğine, gösterilecek şeylerin ancak en iyisine odaklanabileceğine ve aslında bankanın ta kendisi olduğuna işaret ediyor. "Seni genel müdürlüğe alayım, birlikte çalışmamız güzel olur" diyor. Saçlarımdan inen ter gözlerimin içine giriyor. Avuçlarım vıcık vıcık.

"Tedirgin olma, ilk iş başvurusunda heyecan olabilir."

"Yok, ben, o yüzden değil."

İlk işim olmadığını nasıl söyleyeceğim? Yaaa, öyle mi, daha önce nerelerde çalıştın derse? Say bakalım. Oya hanım diye başla, valla ben ne bulursam onu çalıştım diye devam et. Olacak iş değil. Parlak geçmiş, temiz sicil aranıyor. Oysa kaç insan Meryem Ana gibi hem ana hem bakire olabilir? Uzayan, upuzun olan, dar, kısık, parfümü ekşi dakikalar.

"Demek genel müdürlüğü istemiyorsun. Oysa burada çok rahat ederdin."

"Yok, ben, o yüzden değil."

Oya hanımın kaşları hafifçe çatılıyor. "Neden şube istiyorsun? Şubeler zordur, küçüktür, yıpranırsın."

Eve gelince, beni kapıda karşılayan ev ahalisine, şube müjdesini veriyorum. Galiba pek memnun olmuyorlar.

"Senin kafan hiç basmıyor, adı üstünde 'Genel' sonra ne geliyor 'Müdürlük?' Aloo, orada kimse var mı? Bizden buraya kadar, bundan sonrasıyla kendin uğraşırsın. Sen adam olmazsın."

ŞUBE

Ertesi sabah şubedeki ilk gün. Bu kez yol boyunca konuşulacakları ezberliyorum. Tam 9'a 10 kala bankanın kapısındayım.

- Beni genel müdürlükten Oya hanım…

- Tamam, sen yeni stajyersin. Geç şu masaya. Bir daha da geç kalma.

- Banka 9'da açılmıyor muydu?

- Sen müşteri misin? Para mı yatıracaksın?

Saat 10'a doğru, bankanın müdürü teşrif ediyor. Araba bankanın önünde durur durmaz, içerideki hava değişiyor. Güvenlik görevlisi koşup kapıyı sonuna kadar açarken, yan masadan memurun biri fırlayıp, çalışan arabayı alıp götürüyor, park edip anahtarı getiriyor.

Her sabah aynı tören. Müdür Birun'da belirir, Bab-üs-saade'nin önüne gelir gelmez vezir-i azam, defterdar, kapı kulları ve iç oğlanları tarafından hararetle eteklenir. Müdür masaların ortasından geçerken bankada yankılanan "Günaydınlaaar" seslerine kimseyle göz göze gelmeden ve başının kel yuvarlağını fazlaca eğmeden, ucundan, yana yatırarak, sessizce cevap verir. Ağır adımlarla Enderun'a girer. Boydan boya camla çevrili tahtının jaluzilerini hafifçe aralar. Ve gözlerini bankanın içine diker. Artık o saatten sonra herkes işine gücüne bakar.

Müdürün odasına iki ay boyunca hiç giremedim. Sonra bir gün, çaycının, gözlerimizin önünde apandisti patladı. Adam bankanın içinde, bir süre açık saçık lâflarla ağrıdan kıvrandı, kıvranırken de çay servisi yapmaya devam etti. Böyle bir duruma müdahale için pek de kısa sayılmayacak bir zamanın geçmesiyle, müdürün en sevdiği memura, çaycının banka dışına çıkarılması için emir geldi. Memur çaycıyı devlet hastanelerinden birine götürecek bir taksici buldu. Sonra da apar topar geri döndü, masasına oturdu. Bunca işi öyle kısa bir zamanda yaptı ki, müdürün masasının üstünde duran, çaycının son bıraktığı çayın soğuduğunu bile sanmam. Gel gelelim müdür ılık çay içmeyi sevmiyordu. Ve ben o gün ilk defa Enderun'a girebildim.

Müdür, müdür yardımcısı, şefler, şef yardımcıları ve memurlar, güvenlik elemanı, çaycı, temizlikçi, şubedeki hiyerarşi kabaca bu sıraya konabilir. Fakat iki karmaşık konum var ki, sıranın neresinde olduğunu anlamak çok kolay değil. Biri veznedarın durumu, diğeri de benim, yani stajyerin.

ŞEFLER VE DEĞİŞİK İŞLER

Stajyerin ne işe yaradığını pek çözemedim. Ne memur, ne çaycı ne de temizlikçi. Gene de işlerin hepsine koşabiliyor, istenilen her yere konabiliyor. Tıpkı joker gibi. Üstelik yalnızca bankanın içinde değil. Dışında da. Müdürün sümüklü kızlarını okuldan almak, dişçiye arkadaş partilerine sinemaya götürmek, abuk sabuk isteklerini duymazdan geldiğimde ağlamayı kesmeleri için cepteki üç kuruşumu denkleştirip rüşvet olarak pastaneye götürmek ve oturup tıkınmalarını izlemek…

Bankadan adımımı attığım ilk gün beni gözüne kestirmiş ve şubenin ortasında "o benim memurum olacak" diyerek niyetini ifşa etmiş müstakbel bölüm şefimin yaratıcı kaprislerine yetişmek… (O zaman obez sözcüğü henüz icat edilmemişti ama bu adam obezitenin en iyi örneklerinden biriydi mutlaka. Müdür kapıdan çıkıyor, o beni bacadan, yemezse bir yerinin şişeceği, kan şekerinin düşeceği, hemen oracıkta bayılabileceğine inandırdığı, bir anda canının çok çektiği yiyecekleri bulmaya gönderiyor. Yedikçe, düğmelerini teker teker patlattıkça, Osmanbey'in ara sokaklarındaki toptancılardan battal boy gömlek aratmaya, bulamadıkça kızmaya, beni işe yaramazlıkla suçlamaya devam ediyor.)

Yan masadaki diğer bölüm şefinin ayakkabı manyaklığında kendimi paldır küldür bantlı, tokalı, taşlı, zincirli, hepsi 39 numara hepsi rengârenk hepsi sipsivri topuklu hepsi birbirinden garabet ayakkabıların tam ortasında bulmak… (Bu kadın zır deli. Her gün bankaya yanındaki torbada bir çift ayakkabı daha getiriyor. İçeri girer girmez o an ayağındakilerle torbadakileri değiştiriyor. Bazen iki torbayla gelir. Öyle zamanlarda gece eve uğramayacağının, geceki programın heyecanlı olacağının ipuçlarını verir. Bavul benzeri çantasını durmadan açıp, karıştırır meselâ. Makyaj malzemelerini masaya döker, el aynasını bulur, boyalarını tazeler, taranır, o baharatlı meşhur kokusunu sıkar, insanın avucunun içinde kaybolabilecek kadar küçük, ince, acaip geceliklerini açar, sonra katlar, hatta bazen kimsenin bakmaya cesaret edemediği yedek iç çamaşırlarını ortaya döktüğü olur, tabii bunu yaparken sanki yanlışlık olmuş gibi davranır. Bunların hiç birini yapmasa da, daha bankadan içeri girer girmez herkesin burnu aynı kokuyu alır.

"Bu gece Asu hanım mart ziyaretlerinden birine gidiyor."

Aramızdaki saçma ilişki ise, bir küçük ricayla başlamıştı. Çok sevdiği kırmızı ayakkabılarını her boyacıya teslim edemiyordu. Şu iki sokak ötedeki sosyete tamircisine iş çıkışında götürmem için bana adeta yalvarıyordu. Nasılsa yolumun üzerindeydi, değil miydi, olsun, onun için yolu birazcık uzatamaz mıydım yani? Asu hanım konuşmaların geldiği kritik yerlerde durmadan sol gözünü kırpar. Bunu hesabı kabarık bazı mudilere de yapar. Ama en çok müdürle konuştuğunda olur. Çok ısrarcıdır. Bir şeyi istiyorsa mutlaka alır. "Hııı?" Göz kırpar. "Canım benim, çok tatlısın." Göz kırpar. O günden sonra Asu hanımın yalnızca ayakkabılar konusunda manyak olmadığını anlayacak bol bol zamanım olacaktı fakat içlerinden hiç biri ulu orta anlatılamazdı.)

VEZNEDAR

Talih oyunlarına düşkünlüğüyle meşhur veznedarın her gün elime tutuşturduğu bir yığın kuponu zamanında bir takım yerlere götürmek, sıraya girmek, beklemek, yatırmak, geri dönmek. Ve tüm bu mesai dışı işleri mesai dışında yapmak, yapılamayacak kadar acillerinde mesaiden kaytarmak, müdüre yakalanma durumunda, veznedarın beni hiç tanımadığını öğrenmek…

Veznedar denen bu adam, yaptığı ve yapmadığı şeylerle gözümdeki son yerine bir türlü oturamıyor aslında. Tıpkı kendiminki gibi onun da hiyerarşideki yerini tam olarak kestiremiyorum. Memur statüsünde sanıyorum fakat üstün tavırları, bankada cakayla dolaşması, memurlarla "al, ver, git, gel, kes, yürü" türü tek kelimelik cümlelerle konuşuyor olması, rütbesiyle ilgili gizli şüphelere sürüklüyor beni.

Her sabah çantalar dolusu parayla masasına oturur. Asık suratı çatık kaşlarıyla paraları saymaya başlar. Desteler, lastikler, bantlar. Masası tam da benim masamın karşısında, diğer bütün masaların yüksekliğinden belirli bir biçimde yukarıda durur. Masanın etrafını çevreleyen camın arkasından ulaşılmaz görünür. Camın tam ortasındaki ters U kesiğin altında duran uzun çanaktan sürekli para toplar. Toplarken bariz bir değişim göstermez ama verirken sanki epey sinirli olur.

KAPILAR 5'TE KAPANIYOR

Her akşam 17 de kapılar kapanıyor. Herkes sırtını koltuğuna yaslayıp, belki de günün ilk ayılma, uyanma duygusunu, o ara yaşıyor. Herkesin yüzüne boşluk veren tuhaf bir bakış oturuyor tam o an. Önceleri yorgunluk sandığım -ki yorgunluk insanın en çok kendisi olabildiği, kendine kalabildiği şanslı durumlardan biridir-, sonraları ise birbirine tamamen zıt bir halden diğerine geçmenin zorluğu olduğunu anladığım o kısacık sürede, -17.00 ilâ 17.05 arası- bir mucize olacağını düşünmekten kendimi alamıyorum.

Birilerinin gerçek kimliklerini onlara hatırlatacak herhangi bir şeyle irkilmesini, birilerinin çocukken oynadığı bir oyunu aklına düşürmesini, meselâ yağmur sonrası toprağın kokusunu, bulutların türlü hayvanları andıran beyaz gövdelerini, eski bir masalda anlatılan huzur ülkesini, ölümle karşılaştığı ilk yeri, son sevişmesini hatırlayıvermesini bekliyorum, usanmadan.

İçlerinden birinin durduk yerde katılarak gülmesini ya da sebepsiz bir ağlama krizine girmesini, ayağa kalkmasını, bankanın içinde bir yere gitmek amacıyla değil öylesine yürümesini, gerçek birkaç lâf etmesini bekliyorum.

Bankadan içeriye bir yerlerden düşünceleri kışkırtacak bir akımın girmesini, insanın hiç bir şeyi anlamasına izin vermeyen bu karanlık, boğucu dumanı dağıtmasını istiyorum.

Hayatın ne geçmişte ne gelecekte bu denli kupkuru olmayacağına, geçen bu berbat gün ve gecelerin yaşamın ta kendisi olduğu yalanına hiç kimsenin inanmadığına ve kapılar kapanır kapanmaz birilerinin bunu hatırlayacağına duyduğum güven, beni her akşam aynı saatte 5 dakikalığına da olsa, bu beklentiye saplıyor adeta.

Bir gün bu dediklerimin hepsi olacak. Bir gün herkesin yüzüne taş maskeler gibi yapışmış bu mumya ifadelerin hepsi buharlaşacak. O zaman gerçek gözleri, gerçek yüzleri görebileceğiz. Ve o zaman gerçek sözleri de duyabileceğiz. Bundan eminim.

Sigaralar çakmaklar çekmecelerden çıkmaya başlıyor. İlk derin nefesle herkes, veznedar bile, gevşeyip rahatlıyor.

Bankada en sevdiğim saat tam da bu saat. Aynı sebeplerden değil ama veznedarın da en sevdiği saat bu. Çünkü gün boyu dağlar gibi yığılmış paralarını kimseden sakınmadan ortaya saçabiliyor. Ağır ağır saymaya başlıyor sonra, sigarası dudağının kenarında, sayıyor, elindeki kalemle destelerin üzerindeki bantlara bir takım numaralar yazıyor, bir takım kâğıtlara dönüyor bu numaraları kaydediyor, sigaranın külü uzuyor, düşüyor, geniş ağzında yaygın bir gülümseme, paraları okşuyor, yan yatırıyor, dikleştiriyor, diziyor, bozuyor, oynuyor onlarla. O sırada herkesin gözü veznedarın önündeki paralarda oluyor ve ben ciddi ciddi veznedarın herkese cüceymişler gibi davranmasına sebep olan şeyin, bu görüntü olduğunu düşünüyorum. Müdürün oyuncakları bile veznedarınkiler kadar büyüleyemiyor kimseyi.

Sonra birden ayılıyorum. Banka demek para demek zaten. Veznedar da diğerleri gibi işinin hakkını veriyor yalnızca.

5 ay 3 haftadır süren bu rutin hiç değişmiyor. Şubedeki hayat böyle. Genel müdürlükte ne kadar farklı olurdu bilemiyorum. Çok değişmezdi mutlaka.

En azından şubede; insanlarla, hem banka çalışanlarıyla, hem banka müşterileriyle, iyi veya kötü, sıcak ya da soğuk ama yakın, yüz yüze ilişki kurabilmeye izin vardı.

Oysa müdürlük; makineler, kablolar, prizler, sıtmalı sarı yüzler, kansız dudaklar, camdan gözler, ustura gibi kaygan kesen yaralayan sözler, hayır hayır sözler değil, sessizlik, uğultulu bir sessizlik, her an kötü bir şeyler olacakmış hissini yayan kuşkulu bir sessizlik, işte o sessizlik sözlerden daha keskin ve daha kaygan, zamanla yarışan, zamandan hızlı koşan, hız duvarının aşıldığı kesin, fakat koşunun, taş duvarlar arasında, yanlış sinyallerin yönlerini şaşırttığı kuş sürüleri gibi toplu halde, son hızla gelinip kafa üstü çarpılan taş duvarlara karşı yapıldığı da kesin, hazin, çok hazin, bir "protez dünya" ydı.

Her neyse, para kazanmak, hayatı kazanmak değildir zaten.

Uzunca bir sessizliğin ardından, "Banka gerçekten böyle bir yer, bankacılık böyle bir iş mi?" diye sordu.

"Banka ne olabilir ki? Etraftaki para bolluğu, kendini zengin hissetmen için kullanımına sunulmuş şahane bir hipnoz. Ay sonlarında eline tutuşturulan beyaz zarfın içindeki paraya gelince, o gerçekten kim olduğunu anlamana yarayabilir. Yaramayabilir de."

Yorumlar

Kapitalist sistemi ayakta tutan yakıt, para ve bu yakıtla çalışan bankalar… Allah'ın cezaları…

Birkaç gün önce Fransız futbolcu Eric Cantona basit ama ilginç bir yöntem önerdi kendi toplumuna:

"Bugünlerde sokaklarda olmak ne anlama geliyor? Protesto etmek mi? Kendinizi kandırmayın. Bu işe yaramaz. Devrimi başlatmak için ellerimize silâh almıyoruz, bugünlerde devrim yapmak gerçekten kolay. Sistem bankaların gücü üzerine kurulu, bankaların çökertilmesi gerekir."

Cantona'dan basit devrim tarifi: Bankaları çökertin! (Radikal)

Üç beş banka çöktü diye Kapitalist sistem gümbürder mi bilemem ama en azından biz bilinçli bir eylem sistematiğinin dünyayı değiştirebilme potansiyelini deneyerek görmüş oluruz.

Bir de, hâlâ seyretmemiş olanlara Zeitgeist adlı belgesel filmi hararetle öneririm.

Battal Takoz - 29 Kasım 2010 (20:44)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

67
Derkenar'da     Google'da   ARA