Patronsuz Medya

Yazacaksın da ne olacak?

Büdütör + William - 15 Temmuz 2009  


William Shakespeare isimli genç yazar adayı ile Büdütör (bu dergiyi yayınlayan şahıs) arasındaki -anca gün ışığına çıkarılan- evrakı metrukeyi açığa çıkarıyoruz.

* * *

Sevgili Büdü ağbicim…

Bir süredir kayıplara karıştığımın her halde siz de farkındasınızdır. Zannetmeyiniz ki sizi ve patronsuz hayat okulumuz Derkenar'ı unuttum. Asla. Zaman zaman ihmal etsem de sık sık ziyaret ettiğim online mecmuamız Derkenar'ı cümle eş dost ve ahbaplarıma da tavsiye etmekteyim her fırsatta.

Ne var ki, son aylarda -hatta yıllarda- üstüme bir moralsizlik, bir bıkkınlık, yazma isteksizliği çöktü. "Neden yazmalıyım?" sorusunun cevabını artık bulamıyorum. Eskiden bu soruya verecek some kind of cevaplarım olmuştur her halde, ama şimdi onları da unuttum.

Aslında şu an dışarı çıkmak üzereyim. 2 arada 1 derede karaladım bu maili. Böyle kısa yazdığım için lütfen kusuruma bakmayınız. Bilâhare daha tafsilâtlı yazmaya çalışacağım. Şimdilik şen ve esen kalınız sevgili Büdü ağbicim. Baharı bekleyen kumrular gibi, siz de beni bekleyin, sakın unutmayın…

Kardeşiniz, William Shakespeare (Büyük Britanya)

* * *

Merhaba Vilyam…

Kısa mektubunu aldım, memnun oldum. Benim de şu aralar vaktim dar, o nedenle söylemek istediklerimi kısaca özetleyeyim.

Zaman zaman hepimizin "neden yazayım ki" sorusuna verecek makul bir cevap bulamadığı olabilir. Ben şahsen öyle zamanlarda yazmıyorum. Zorla olacak bir iş değil bu; gönül meselesi.

Her sabah kalkıp, memur gibi masasına yerleşen, akşam altıya kadar masa başında mesai yapan profesyonel yazarlardan olamadım ben şahsen. Olmak da istemem. İnsan bütün gününü yazarak geçirirse hayat hakkında ne bilebilir ki?

Zaten öyle durumlarda "edebiyat" diye ortaya çıkarılanı görüyoruz:

"Tuna İclal'i deliler gibi seviyordu. O kadar çok seviyordu o kadar çok seviyordu ki, oturup kalkıp onu düşünüyordu. Sabahtan akşama kadar hıçkırarak ağlıyor, gözyaşları dereler gibi akıyordu…"

İyi, aksın bakalım… Böyle osuruktan nağmeler yazınca, paralar da oluk oluk akıyor.

Yazarlığı geçim kapısı yapan bu market yazarlarının neden yazdığını biliyoruz da, biz ne için yazıyoruz peki? Öyle ya, işin ucunda ne servet var, ne imtiyaz, ne şan şöhret…

Her ne kadar neden yazdığımız konusunda bin dereden su getirsek, esbabı mucibemizi süslü cümlelerden oluşmuş şık kılıflara sarsak da, aslında sorunun en gerçekçi cevabı, belki şu andakinden daha fazla sevilmek ve belki yaralarımızı deşip içimizdeki sızıyı dışarı akıtıp rahatlamak, belki hayattan öğrendiklerimizi birileriyle daha paylaşmak, belki fikirlerimizi başka insanların sağduyusuyla sınamak olabilir.

Ya da belki unutmak istediklerimizi bir yerlere kaydedip kafamızdan atmak…

Ya da unutmak istemediklerimizi yazarak hafızamıza adam akıllı nakşetmek…

Ya da ele güne bilgiçlik taslamak…

Ya da…

Ne bileyim… Bir nedenle yazıyoruz işte. Yazmak iyidir. İnsanın gazını alır.

Hepsinden de önemlisi, popülarite yarışında en öne geçmek, çok satan kitapların bol sıfırlı yazarı olmak, sadece sanatçıların çıkabildiği üst katmanlara tırmanmak için değil, sende olanı herkesle paylaşmak, tüm rütbelerden ve nişanlardan soyunup herkesle eşit olmak için yazmalı. Başkalarından "aferin" almaktan daha değerlisi, kendi dünyamızdan başka dünyalara, kendi yüreğimizden başka yüreklere köprüler kurmak olsa gerek.

Sadece bu işin orospularına bırakılamayacak kadar değerli bir şey yazı. O nedenle, mutlaka yazmalısın.

Şu aralar yazasın gelmiyorsa, çok fazla dert etme. Bir süre sonra bakarsın, ilham perin geri gelmiş, tıkır tıkır -ya da cızır cızır- yazıyorsun.

Sevgiyle…

Büdü Tör

* * *

Tekrar merhaba Büdü ağbi…

Size yazdıktan sonra sokaklarda, kanal boylarında dolandım biraz. Special problemlerimle canınızı sıkmak istemem ama bir parça kötü hissederek dolandım aslında.

Son zamanlarda biraz mutsuzum sanırım. (Ne kadar tuhaf! Az öncesine kadar kendime bile itiraf edemiyordum; şimdi size itiraf ediyorum.)

Yıllardır karınca kararınca yazıp duruyorum ağbi. Hatta basılmış kitaplarım bile var, biliyorsunuz. Fakat öyle umut kırıcı bir cultural ortam var ki burada, London'da, yayıncılar artık biz gerçek edebiyat tutkunlarının suratına bakmaz oldu. Dükler, düşesler, silâhşörler, tüccarlar, fahişeler, aklınıza gelecek ne kadar çerden çöpten insan varsa hepsi, private ilişkilerini kullanarak kitap bastırırken (şaşırdınız değil mi? Evet, böyle bir moda var artık, ne zaman oturup yazıyorlar, bilemiyorum ama bunların hepsi şakır şakır roman yazıp yayınlatıyor. Bari bir teki de bir şeye benzese, alayı lâf salatası), ben ve diğer yazar arkadaşlar yayınevlerinin sekreterlerine bile zor ulaşabiliyoruz.

Bu da çok ağırıma gidiyor haliyle. Yıllar var ki tek satır yazmadım. Yazmakta olduklarımı da yarım bıraktım. Berduş berduş dolanıyorum kanal boylarında.

Galiba yanlış bir çağda dünyaya gelmişim Büdü ağbi. Kör talihime sövüp sayıyorum. London, London olalı hiç görmedi böyle keder.

Dostluklar sunarım ağbi… Yüreğimden yolduğum şu vahşi orkideleri de lütfen kabul ediniz…

London'daki küskün kardeşiniz, William

* * *

Ah Vilyam, sen hangi yüzyılda yaşıyorsun canım ciğerim? Bu işler evvel eski böyleydi. Bugün niye farklı olsun? Ben niye bıraktım sence tacı tahtı? Ve şimdi neden üç beş ayda anca bir tane, onu da ite kaka, bir şeyler karalıyorum?

Evet, sen de en az benim kadar üretken, benim kadar yazıya aşık birisin. Ve evet, her ne kadar gençlik yıllarında bu işi ekmek kapısı yapsan da, o acemiliğinle bile yüzyıllar sonraya kalacak kıymette hikâyeler anlattın bize.

Ama bilmelisin ki, yüzyıllar sonrasına kalmak da büyük oranda şans işi. Belki senden iki sokak ötede çok daha güzel şeyler yazan ya da yazabilecek olan birileri vardır ve belki onlar -şu veya bu nedenle- hiç bir zaman keşfedilemeyecekler. Sen hiç değilse gençlik yıllarında, az önce sözünü ettiğin hokkabaz fetbaz takımının arasından sıyrılıp üç beş tane eserini yayınlatabildin. Az şey mi?

Büdü Tör

* * *

İyi ama Büdü ağbiciğim, onlar benim gençlik (aslında acemilik) dönemimin eserleriydi. Kalın kafalı orta sınıf için yazılmış hayattan kopuk, ağdalı, abartılı, janjanlı öyküler. Zaman içinde büyüdüm, olgunlaştım, şimdi yazdıklarım, bana kalırsa, o zaman yazdıklarımdan çok daha dolu dolu ve sürükleyici. Onları yayınlayan -ve bayıla bayıla okuyan- bu insanlar şimdikilere neden dönüp bakmıyorlar? Bu işte bir bit yeniği yok mu? Ben bunu bir türlü anlayamıyorum.

Haa, ilginç bir şey daha söyleyeyim mi ağbi: O zamanlar adı sanı bilinmeyen, tıfıl, tüysüz bir delikanlıydım. Şimdi ise az çok tanınıyor biliniyorum. Üstelik, o dönemdeki arkadaşlarımın çoğu ya governör ya senyör ya emprezaryo falan oldular. Hatta aralarında bir zamanlar ayağıma kadar gelip "Üstad, ben de sizin gibi bir şair ve edip olmak için ne yapmalıyım?" diye soranlar bile var. Bunlar şimdi neden beni görmezlikten geliyorlar?

William

* * *

Sorunun cevabı zaten sorunun içinde ya Vilyam. Bir zamanlar sana aşağıdan, imrenerek ve hasetle baktıkları için şimdi "görmüyorlar". Sen yazdıklarınla, onlar itaatleriyle yüceldiler. Farklı istikametlere doğru tabii. Onlar da senin kadar yetenekli ve inançlı olsalardı, belki hâlâ bir şeyler karalamakla meşgul ve belki hâlâ seninle aynı yazgıyı paylaşıyor olacaklardı. Demek ki yeteneklerinin sınırını yol yakınken fark etmek, onların -kendi arzuladıkları anlamda- kurtuluşları olmuş. Nafile duaya "amin" demektense asıllarına rücu edip ticarete ya da siyasete atılmışlar ve o kulvarda yol katetmişler. Köprülerin altından çook nehirler akmış, göremiyor musun?

Peki sen, gençlik yıllarında tüccar ya da siyasetçi falan olmayı hiç düşündün mü?

Büdü Tör

* * *

Asla, Büdü ağbi, ben yazmaktan başka hiç bir nesneye gönül düşürmedim. Halen daha tek emelim tek arzum, yine yazmak, yine yazmak. Ve tabii ki yazdıklarımı onları okuyacak kitleye ulaştırabilmek. Ama bu bile mümkün olamıyor artık. Yaşlı ve unutulmuş bir şair ve edip eskisi olarak, kabuğuma çekilmiş, kendime acımaktan daha fazlasını yapamıyorum.

(Haa, bu arada, yaşım sizden epeyce genç olsa da, artık benim de saçlarımın ve sakalımın ağarmaya başladığını söylememiştim, değil mi? Yıllar çok çabuk geçiyor ağbi, orta yaşlı olduk artık, saçım hafif kel.)

Acıların William'ı

* * *

Sevgili Vilyam, sizin oralarda internet bağlantısı var mı bilemiyorum. Eğer varsa sana tavsiyem, şu Blogger, Wordpress falan gibi bedavaya blog yaptırtan yerlerden kendine bir kişisel blog açman. Madem alem gört olmuş, yayıncı esnafı -topyekûn- seni yok sayıyor, sen de yazdıklarını kendi çöplüğünde yayınlarsın. Bir nevi "yaz bir güzellik, at internete, balik bilmezse halik bilir" seçeneği. En azından bir rezilliği teşhir etmiş olursun. "Don't give up" diyorum ciğerim. Yani, sakın vazgeçme.

Ama bu işlerde (kültürel tehcir) tecrübe kesbetmiş bir abin olarak uyarmak da isterim: Aman haaa, eğer makus talihin değişsin, bahtının yıldızı parlasın, bu namussuz zevat seni yok saymaktan vazgeçsin, görsün istiyorsan, eleştirel şeyler yazma. Ya da yazacaksan, sakın ola ki sana kıyağı dokunabilecek dük, kont, senyör, governör, voyvoda, banker, armatör takımına tek kelime bile lâf etme. Tam tersine, onların hasımlarını belle, diline dola, söv say, ilen, tükür, sıç, sıva, ağzına ne gelirse, say dök. Seviyesizleşmekten çirkinleşmekten hiç sakınma, çünkü ne kadar rezilleşirsen o kadar makbul sayılırsın. Kitapların da basılır, oyunların da sahneye konur, hatta baş mabeynci vezir, senyör, şövalye, şansölye bile olursun.

Eğer "ben bunları asla yapamam, midem kaldırmaz" diyorsan, az önce de söylediğim gibi, kendine bir blog, web sitesi falan yap, orada eşelen meşrebince.

Hatta istersen, yazdıklarını bana gönder, uygunsa Derkenar'da yayınlarım. Ama bunun için sana söz veremem.

Büdü Tör

* * *

Aman ağbi, aman diyeyim, n'ağzıma? Ben bir garip Şekspir'im, kapınızın itiyim ağbi, Derkenar'da yazı yayınlatmak ne haddime? (Bugünlerde sizin sitenin yazarlarından Kemal Tahir'in külliyatını hafızlıyorum da, bu lâflar ağzıma oradan takıldı.)

Sahiden de ağbi, Derkenar'daki her bir yazıyı ve yorumu üçer beşer kere okuyan biri olarak… Nasıl heyecanlandığımı anlatamam. Neredeyse hiç boş lâf yok sizin sitede. Su, sabun, gırla… Fakat benim bu sitenin kalibresine ulaşmak için daha on fırın paskalya çöreği yemem lâzım. Ah keşke yazabilsem sizin beğeneceğiniz bir şeyler ama ne gezer… Daha Türkçe'yi bile tam anlamıyla sökemedim ağbi, yazsam da beğenmezsiniz ki…

William kulunuz

* * *

Vilyam, işte bu konuda halt ettin ki, yaman halt ettin. Tamam, Derkenar'ı Allah nazardan saklasın, senin gibi ben de hayranım onun kaşına gözüne endamına ama bu hayranlığım gene de orada yazılarımı yayınlatmama engel teşkil etmiyor. Dahası, müştereken hayran olduğumuz o yazarlardan bazılarının da başlangıçta senin gibi düşündüklerini ve "Derkenar'da yazmak ne haddime" diye yersiz heyecan yaptıklarını biliyor muydun? Ama bak, ne kadar nefis şeyler yazdıklarını sen de görüyorsun.

Peki o zamandan bu zamana değişen ne? Yani, o insanların Derkenar'da yazmaya başlamalarından bugünkü hallerine gelmelerine kadar olan sürede?

Söyleyeyim: Sadece özgüven. Aslında onlar daha en başta zıpkın gibiydiler. Sadece kuşkuları vardı çoğu insan gibi. Derkenar'ı özel sınavla girilebilen bir "seçkinler kulübü" sanıyorlardı.

Bu yanılgının temelinde kendi değerini ve kapasitesini tam olarak keşfedememiş olmak yatıyor. Tepemize çöreklenmiş namussuz düzen, yazanla okuyan arasındaki manevî makası öyle bir açmış ki, bir yanda aslında kenef bekçisi bile olamayacakken "büyük yazar" sırasına karışmış moloz taifesi, diğer yanda da onları cebinden çıkarabilecek çap ve lezzette şeyler yazıp, kendine yazarlığı hiç bir surette konduramayan keşfedilmemiş yetenekler.

Bu tabu yıkılmalı. Söyleyecek sözü olan herkes, iyi kötü bir şeyler yazabilir ve behemehal yazmalıdır da. Nobel almak için değil, sadece yazmış olmak için. Herkes kadar kendilerinin de yazmaya hakları olduğunu bildikleri için.

Tamam, bazı insanlar diğerlerinden -hatta çoğunluktan- daha yeteneklidir. Ama insana öykü roman makale vesaire yazdıran en birinci şey, yetenek değil yazma arzusudur. Söyleyecek bir lâfın vardır, yazarsın. Başka sebep arama.

Aslında, içinde kalırsa kendisini tepetaklak edecek kadar zorlu depremleri ve tsunamileri olan, dünyaya haykırmak istediği içsel gerçekleri artık içine sığmayan insanlar yazar en kıvamlı ve en sahih metinleri. Yazar'ın taponu ise gazetelerde her gün okuduğu fossuruktan köşe yazılarının benzerini bir de kendisi yazmak için ıkınır durur.

Tamam, başlangıçta bocalarsın bir şeyler yazmaya kalkıştığında. Nasıl yazacağını, söze nereden başlayacağını tam olarak kestiremezsin. Kötü yazmaktan, alay konusu olmaktan, yüzüne gözüne bulaştırmaktan korkarsın doğal olarak.

Ama senin "usta" diye bellediklerinin ekserisi acaba daha mı farklı? Ben söyleyeyim: Hayır. İnsana daha güzelini, hatta en şahanesini yaptıran, o "becerememe" korkusudur zaten. Bir türlü yapabileceğinin en iyisini yaptığından tam anlamıyla emin olamamak. Yazıp yazıp silmek, tekrar yazıp "tüh, gene olmadı" demek ve bu boğuşmayı yarıda kesmeyip inatla, "olana" kadar sürdürmek…

Zafer, yolun başında havlu atıp savuşmayanlarındır Vilyam. Bunu bir yere not et.

Bil ki çok başarılı bir ilk şiir, çok başarılı bir ilk roman, çok başarılı bir ilk beste yoktur. Yapa yuvarlana pişersin. Acemiliklerini tiftik tiftik yolup, didikleyip, neyi nasıl niçin beceremediğini çözmeye çalışarak, daha iyisi için hangi noktalarda sil baştan yapman gerektiğini bulmaya çalışarak, milim milim ilerlersin.

Ama en önemlisi şu ki, bir öyküyü ya da şiiri diğerlerinden farklı kılan esas hazine, içindeki samimiyettir. İşte bu, samimiyet, belki de insanda doğuştan var olan tek şeydir. Yetenek onun arkasından gelir. Ustalık da.

Üstelik, bu yolları senden önce arşınlamış kulağı kesik "ustalar" ve kitap kurtları vardır etrafında; onlara okutur, fikirlerini sorarsın. Kibiri, nevrozu, şişkinleşmiş benlik duygusunu bir yana koyup, seni yerden yere vursalar bile kızmadan, küsmeden, sözün özünü, içindeki balı damıtıp almaya çalışırsın.

Sonunda olur.

Kaldı ki sen zaten, maaşallah, bu dediğim aşamaları çoktan geride bıraktın. Böyle kaygılara hiç takılmayıp, üslup, cilâ, ıvır zıvır şeyleri bir yana bırakıp, en samimi ve en "insan" tarafınla içindekileri yazıp, değer verdiğin insanlara okutmalısın.

Bunları söylüyorum diye, daha önce yazdığın 1500 sayfalık romanı gönderip "ağbi bi oku da fikrini söyle" demezsin umarım. O kadarına vaktim yok, kusura bakma. Ben sadece Derkenar'a bir şeyler yazmak için ille de şeyh-ül muharririn olmak gerekmediğini anlatmaya çalıştım.

Yazarlığı geçim kapısı olarak görmeyen amatör bir internet yayıncısı olarak, şahsen, lâf cambazlığına değil, içtenliğe ve bir de dişe dokunur bir sözü olan içeriğe değer verdiğimi, bu vesileyle bir kez daha tekrarlamış olayım.

Keza, bana fikirlerimi açıklama fırsatı verdiğin için, sana da teşekkür ediyorum Vilyam'cığım. Sağlıcakla kal.

Büdü Tör

* * *

Ağbi, yüreklendiren sözlerin için ben teşekkür ederim asıl. Sana söz, ilk fırsatta öncekilerden daha içten, daha yalın, daha açık seçik şeyler yazıp sana göndereceğim. Yayınlarsan da sağol yayınlamazsan da. Eti senin kemiği benim. Kes biç, kafana göre editle.

William

* * *

Tamam Vilyam, gönder, bekliyorum. Ama lütfen e postayla değil, sitedeki Yazar Formu aracılığıyla, tamam mı?

Haydi kal sağlıcakla…

Daha ilk mektubunda sendeki cevheri fark etmiş olan ağabeyin…

Büdü Tör

Yorumlar

Benim de bir aralık yazıp hiç bir yere göndermediğim denemelerim var. Sizin yazınızı okuduktan sonra biraz cesaret geldi, göndereyim dedim, sonra yine kararsızlığa düştüm.

Çünkü Derkenar'daki yazıların düzeyi siz ne kadar "korkmayın" deseniz de insanın cesaretini kıracak kadar yüksek. İster istemez bir çıta var ve insanın gözünü korkutuyor.

Bir de, yazıların geneline bakıldığında "Derkenar'ın tarzı nedir, ben nasıl yazmalıyım" sorusuna çok net cevap verilemiyor.

Bu durumda biz kendi tarzımızı nasıl oluşturacağız? Konu ve üslup açısından?

Senem Özen - 18 Temmuz 2009 (11:17)

Yerinizde olsam, üslup konusuna hiç takılmazdım Senem Hanım. Üslup, ses tonu gibi, herkeste zaten kendiliğinden var olan bir şey. Ötesi lüzumsuz cila süs püs. En güzel üslup -hep zikrettiğim gibi- kafa dengi bir arkadaşınızla sohbet eder gibi yazmak. En yalın, en gündelik konuşma diliyle. Bence tabii.

Buradaki bir önemli nokta da, muhatabınızı -ve okuyucunuzu- anlayışı kıt biri gibi görmemek. Çünkü o zaman yazı lüzumsuz açıklamalardan ve zorlama esprilerden geçilmiyor.

Büdütör - 18 Temmuz 2009 (17:48)

Birkaç gün önce televizyonda seyrettiğim bir programı hatırladım yazınızı okurken. Selim İleri (galiba TRT'de) "bir zamanlar çeşitli ödüller almış olan yazar Mehmet Seyda'nın eserlerinin artık yeni baskılarını yapacak bir yayınevi bulamadığını" anlatıyordu.

Mehmet Seyda'yı hiç okumadığım için: Bu durum vefasızlık mıdır, yoksa yazarların kendi zamanlarında aldıkları ödüllerin çok da kalite kriteri sayılamayacağının kanıtı mıdır, nedir, bilemeyeceğim?

Zamanında Abdülhak Hamit de "yazarların piri" gibi bir isimle anılırmış. Şimdi adını bilen demeyeyim ama okuyan kimse pek yok.

Erim Karakaş - 18 Temmuz 2009 (18:32)

Sayın Büdütör, Derkenar'ın yazar formunu kullanarak bir yazı eklemiştim, bir hafta geçti, onaylanmadı. Lutfedip neden yayınlanmadığına dair bir cevap bile yazmadınız. Bu mudur sizin büdütörlük anlayışınız?

Duygu Hassasruh - 28 Temmuz 2009 (15:05)

Duygu'cuğum, yazınız yayınlanmadıysa mutlaka sebebi vardır. Örneğin, beğenmemiş olabilirim. Yazının yanına iliştirmiş olduğunuz bahşişi az bulmuş olabilirim. Sizden gelecek nevrotik/agresif çıkışları düşünerek "şu sebepten yayınlamadım" diye açıklama yapmaktan çekinmiş olabilirim. Paşa gönlüm bir açıklama yapmak istememiş olabilir. Şu olabilir. Bu olabilir. Olmayabilir de…

Siz en iyisi, yayınlanmayan yazıların hesabını sormak ya da kendi köşenizde hislenip içlenmek yerine, yayınlanabileceğine inandığınız başka yazılar yazıp yazar formundan gönderin. Ne demişler, çivi çiviyi söker. Sökmeyebilir de…

Büdütör - 28 Temmuz 2009 (15:11)

Duygu'ya teselli:

Duygucum benim yazılarımı da yayınlamadı büdütör efendi. Gerçi bende de kabahat var. Yeni taze taze yazıp yollamak varken eski yazılarımı yolladım. Yine de büdütör beyden cesaret verici birkaç söz duymayı isterdim. Wilyam'a paşa paşa cevap vermiş üşenmemiş. Ben denemeye ve göndermeye devam edeceğim. Belki birgün şeytanın bacağını kırarım. Bugün görüşlerimizi yayınlayan, yarın da yazılarımızı yayınlar. Ne dersin?

Bu arada bi kitap tanıtımı da göndermiştim. Sayın büdütör belki yayınlar ümidiyle hâlâ bekliyorum.

(2 enter den sonra da aynı şeyi yazıyo bu.)

Ümmü Nuran - 29 Temmuz 2009 (06:05)

Ümmü'cüğüm, sizinkiler de dahil, yayınlanmayan yazıların hangi kıstaslara uyularak değerlendirildiğini ve yayınlanmadığını anlamak için Derkenar'ı dikkatle okuyor olmanız yeterli. Özellikle de William'la yapılmış olan yazışmalara göz atarak aradığınız cevapları bulabilirsiniz. Yazar Formu'nu kullandığınıza göre, "gönder" butonunun yanı başında bu yazıları "behemehal okumanız" gerektiğini vurgulayan uyarıyı ve o yazılara verilmiş linkleri de görmüş olmalısınız.

Bu durumda;

A) Bu yazıların tamamını okudunuz ama yine de Derkenar'ın yazarlardan beklentisinin ne olduğunu anlayamadınız;

B) Bu yazıları okumak yerine, orada anlatılanları bir de size uzun uzun anlatmamı; deyim yerindeyse, özel ders vermemi bekliyorsunuz.

Şu işe bakın ki, ben de yazar olmak istediği sitedeki yazıları okumayan kişilere karşı bundan daha fazla mülayim olamıyorum. İçimden o kadarı gelmiyor. Keşke zamanım ve sabrım sonsuz olsaydı ama değil maalesef. Ömrüm dakika dakika eksiliyor.

Hamiş: Parantez içine aldığım son cümleniz için size ve tüm insanlığa bir çağrıda bulunayım: Sayfanın altındaki elips şeklindeki sarı ikonu tıklayıp bilgisayarınıza Firefox tarayıcısını kurun ve bir daha da zinhar Internet Explorer kullanmayın. Ortada sorun falan kalmadığını göreceksiniz.

Büdütör - 29 Temmuz 2009 (13:51)

Derkenar, bir şahıs sitesi mi yoksa çok yazarlı bir fikir dergisi mi, hâlâ çözebilmiş değilim. Madem yayına girecek yazılara Büdütör karar veriyor, o zaman "şahıs sitesi" demek daha doğru her halde.

Kemal Sadık Göğceli - 29 Temmuz 2009 (16:00)

Sevgili Göğceli, her yayının bir yayıncısı olur; bunu fark etmiş olmanız gerekir. Dergiler dağ yamaçlarında büyüyen hüdainabit bitkiler gibi kendiliğinden fışkırmaz. Onları elini taşın altına sokan birileri çıkartır.

Uzaktan nasıl görünüyor bilmiyorum ama, bir yayına hangi yazıların gireceğini, hangi sırayla gireceğini, yazıların yanında hangi görsellerin yer alacağını, şunu bunu vesaireyi belirlemek, zannedildiğinden fazla zaman, bilgi ve tecrübe gerektirir. Yayınlar arasındaki kalite makasını belirleyen de budur zaten.

Normal bir yayında bu işleri yapan insanlara -karınca kararınca ya da eşşek yüküyle- maaş ödenir. Derkenar'da bu iş, kendini Büdütör adıyla tanıtan bir avanak tarafından leylî meccanî ifa edilmektedir. Tek lüksü, tepesinin tası attığında -ki nadiren atar- lâfını esirgememektir.

Özetle, Derkenar, şahıs sitesi değil, çok yazarlı bir akıl fikir dergisidir. Dokuz yıldan beri kesintisiz yayındadır. Ve yayıncısı bu güne kadar tahmininizden çok daha fazla nevrotik mızıldanma dinlemiştir.

Bunca açıklamaya rağmen hâlâ "yav bana özel bir cevap yazsan incilerin mi dökülür" diye düşünenler varsa, onlara şöyle bir formül önerebilirim: İsterseniz size banka hesabımı vereyim, yazınızın yanında aldığınız hizmetin piyasadaki rayicine uygun miktarda para balyası gönderin, ben de sizin başşaklarınızı paranız kadar okkalayayım.

Yok eğer "hem bedava olsun hem de en alâsından olsun" diyen varsa, bize de o zaman "evlere servis yapmıyoruz, muamele budur" deme hakkı doğar.

Büdütör - 29 Temmuz 2009 (16:24)

diYorum

 

64
Derkenar'da     Google'da   ARA