Patronsuz Medya

Sık Sık Sorulan Sorular 1

Büdütör - 20 Ocak 2001  


Bu site ne zaman güncellenir?

Her Allah'ın günü, hatta bazen her saat bir şeyler değişir. Bu site, acıkınca yiyen, yorulunca uyuyan, disipline gelemeyen ve söyleyecek sözü ve dinleyecek muhatabı olduğunda konuşan, aksi takdirde susan bir insan tarafından yapılmaktadır.

Sayfaların güncellendiğinden nasıl haberimiz olacak?

Siteyi her gün ziyaret ederek. O da olmadı, sitenin RSS beslemesine abone olarak.

Yeniden kayıplara karışacak mısın?

Her canlı bir gün kayıplara karışmayı tadacak.

Yani, "yeniden alıp başını gidecek ve bizi Necdet Şen'in çizgi romanlarından koparacak mısın?" demek istedim.

Marifet iltifata tabidir. Sen ve diğerleri bu duyarlı ve sevecen tavrınızı sürdürdükçe bir yerlere gitmem.

Ne demek sevecenlik-mevecenlik? Çocuk musun sen?

Evet.

Eski çizgilerini nasıl okuyacağız. Yayınlanmış kitapları var mı?

Hızlı Gazeteci'nin 1987 ve 88 yıllarında Cumhuriyet'te gün be gün çizdiğim "Bacı" adlı öyküsü Cep Yayınevi tarafından (sanırım) 1989'da basılmıştı, ilk baskısı tükendi, yeni baskısı aynı yayınevi tarafından bildiğim kadarıyla (legal olarak) yapılmadı. Yine Hızlı Gazeteci'nin "Deja Vu" ve "Keloğlan" adlı öyküleri Remzi Kitabevi tarafından 1992'de iki ayrı kitap olarak aynı anda basıldı.

(Not: Daha sonra Nereye ve Hızlı Gazeteci öyküleri de (Bacı dahil) daha sonra Parantez yayınevi tarafından dizi olarak yayınlandı.)

Çizgi romanlarını ve yazılarını kitap olarak da yayınlamayı düşünmüyor musun? Ben kâğıt ellemeyi sevenlerdenim de…

İyi ellemeler.

Ayrıca interneti olmayan ama senin yazıp çizdiklerini okumak isteyen bir sürü kişi tanıyorum.

Haklısın.

Eeee?

Önce şu yazıyı oku, sonra devam et…

Eskiden beri merak ederim. Hızlı Gazeteci sen misin?

Biraz evet, biraz hayır.

Söylesene, Hızlı Gazeteci sen misin, değil misin?

Tipim çok farklı. Ama karakterlerimiz ve fikirlerimiz arasında benzerlik var sanırım. Bilemiyorum… Belki o sahici, ben hayal ürünüyüm, belki ikimiz de herhangi bir kimlik prototipinin farklı hayal perdelerindeki gölgeleriyiz. Paralel evrenlerde başka başka olaylar yaşıyor, ama benzer şeyler hissediyoruz.

Şunu bir de felsefe yapmadan anlatmayı denesen?

Çok zor. Yani meselâ, Hızlı Gazeteci şöyle arkaya doğru kaykılıp bir cümle söylüyor, sen onu 30 saniyede okuyorsun. O cümle ya da balonun tamamı gönlünü okşarsa seviyorsun ya da belki unutup gidiyorsun. Oysa ben senin 30 saniyede okuduğun cümle ve arkaya kaykılan Hızlı çizimi için bazen 16 saat masaya kapaklanmak ve ıkınmak zorunda kalabiliyorum. O halde Hızlı'nın 30 saniyesi ile benim 16 saatim arasındaki ilişki ya da çelişki nedir, sen bul.

Hızlı'dan yaşayan biri gibi söz ediyorsun. Var mı öyle biri?

Onun hayatı 1980'de yetişkin bir insan olarak başladı; hiç çocuk olmadı. Ben o sırada 24 yaşındaydım ve o yaşa sıfırdan başlayarak birer birer gelmiştim. Yine de o ve ben benzer şeylere seviniyor, benzer şeylere üzülüyoruz. "Paralel evrenler" derken sanırım bunları kastetmiş olmalıyım. Farklı düzlemlerde var olmuş ve farklı yaşam öyküleri olan ama yine de iç içe geçmiş iki ruh: Hızlı Gazeteci ve onun nakledicisi olan "ben" …

"Nakledici" ne demek? Onu yaratan, yazan, çizen sen değil misin?

Bana tüm kalbinle inanarak, onun "hayal mahsulü" benim "sahici" olduğumu söyleyebilir misin?

Bir çizgi roman yapılırken bunların düşünüldüğünü bilmezdim.

"Bunların düşünüldüğünü bilmediğini" bilir miydin?

Niçin bıraktın çizgi romanı?

Çünkü o benim için toplumsal hayatla aramda asılı duran ve her an yıkılabilecek olan iğreti bir asma köprüydü.

Konuşmanın, gerçekte bir iletişim ve diğer insana ulaşma, içini görme-gösterme yolu değil, çoğu zaman bir tahakküm ilişkisi olarak algılandığı bir toplumsal alanda yaşıyordum. Ama kendimi ifade edememeyi bir yazgı gibi kabullenmek ve boyun eğmek istememiştim. Çizgi roman, kitap okumaktan kaçınanların bile göz atabileceği, önyargı ve duyarsızlık duvarlarını aşmaya en uygun dil gibi görünmüştü bana.

Sorularım vardı, hakiki yanıtlar istiyordum.

Dünyaya kerhen kabul edildiğim duygusuna kapılmıştı içimdeki minicik oğlan çocuğu. Varlığımın tescil ve takdis edilmesini arzuluyordum. Sevilmek ve kabul edilmek, kıyıcığında durduğum yamaçtan aşağı kayıvermemek. Hayata buyur edilmeyi arzuluyordum içten içe. Sanki, diğer insanların tüm çapakları ve pasaklarıyla sorgusuz sualsiz ait olduğu "buraya" kabul edilebilmek için, benim fazladan bir şeyler yapmak, yerçekimini keşfetmek, okyanusu tek pervaneli bir uçakla geçmek, Everest'e bayrak dikmek, radyasyonu bulmak ve gerekirse bu uğurda telef olmak, dünyanın en dokunaklı şarkısını bestelemek gibi bir yükümlülüğüm olduğunu sanıyordum.

Çocuksu bir saflıkla bunlara inanıyordum işte. O nedenle, herkesin zaten kendiliğinden alıp baktığı, derse ve oyuna yeğlediği çizgi romana kaydı elim çocuk aklımla. Okuduğum masallarda "iyiler ödülünü alır" yazıyordu.

Almıyor muymuş?

Almaz olur mu? Tabii alıyormuş… Babayı…

Bunun için mi seçtin sahiden çizgi romanı?

Vitraycı, balet ya da seramikçi olsaydım belki de daha dolambaçlı yollar izlemem gerekecekti sağır kulaklara bir şeyler anlatabilmek için.

Anlatabildin mi peki bir şeyler?

Kuşkuluyum.

Yok mu seni anlayan?

Bu kişisel bir mesele değil. "Ben" öznesine değil, "anlamak" fiiline vurgu yapmıştım.

Neden bıraktın peki çizerliği?

İyi bir çizgi romancı olabilmek için, iyi bir ressam olman gerekir. "Ben araba çizemem, ben kadın çizemem, ben kaykılarak oturan, gülerken bile üzgün bakan, üzülünce kendini üzeni yamuk gören adam çizemem" diyemezsiniz. Fırçayı rasgele sallayıp "soyut resim yaptım" diye maval da okuyamazsınız. Yapabildiğiniz ve yapamadığınız her şey kabak gibi ortadadır.

Bunun için mi bıraktın?

Elma armut çizemeyen, dahası neden resim yaptığı konusunda tek bir sahici cümle kuramayacak durumda olan, ama para ve şöhret kazanan it sürüsü kadar "ressam" var.

Bunun çizgi romanla ilgisi ne?

İyi bir çizgi romancı olmak için iyi bir yazar olmak zorundasın…

Neden bıraktın peki?

Sadece düzgün cümle kurmak yetmez; söyleyecek sözün yoksa, dahası, her gün lokma lokma yayınlanan bir anlatının her sayfasında okurunu cezbedecek, bağlayacak, ertesi güne kadar tutkulu kılacak bir şey yoksa, çizgi romanını okutamazsın…

Bunun için mi bıraktın?

İyi bir senarist ve çok iyi bir sinema yönetmeni ile aynı düzeyde olmak ama bunun meyvesini toplayamamak gibi bir kaderi de yaşamak zorundasın…

Ne meyvesi?

Çizgi romanlarımdan öykü, sekans, sahne, kadraj, mizansen araklayıp film yapanlar, benim (2001 yılı itibariyle) 29 yıldır aş erdiğim sinemanın ödüllerini ve nemasını paylaşıyor. Bana gelince, en şanslı olduğum zamanlarda, gazetelerin bulmaca ve yıldız falı sayfasında, diplerde bir yer bulabiliyorum, o kadar.

Bunları hiç düşünmemiştim.

Düşünen çok az. Hem yazar, hem ressam, hem sinemacı, hem kuş kondurucu olacaksın, bu yeteneklerinin hepsini tek bir potada eritip ortaya bir eser koyacaksın. Çekip gittiğinde yerine bir benzerin bulunup ikame edilemeyecek. Ama gitmeyip kalsan da, yaptığın işe lâyık görülen ölçü heves kaçırıcı.

Ruhunu güç odaklarına satmış paranoyak molozların ya da Müdür Bey'in zamazingosundan icazet almış sürtüklerin "yazar" dan sayıldığı ve A sınıfından payelendirildiği bir camiada, eserlerinin C sınıfından dolgu malzemesi sayılmasını, eğlencelik çerez olarak görülmesini içine sindirebilmelisin. Eserlerinin orijinalleri kıskançlık krizine giren mutsuz adamlar tarafından ortadan yok edildiğinde bunun hesabını sormanın "huysuzluk" olarak damgalanmasını da içine sindireceksin.

Dikkat et, çizgi romanı övenler bile "aaa maymun konuştu!" mantığıyla bakıyor bu konuya; "küçümsediğimiz bu şeyde aslında iş varmış" türünden sözler ediyorlar.

Yani "şoför Mehmet deyip geçme, onun da bir kalbi vardır" gibi mi?

Tıpatıp öyle.

Sen neden film yapmıyorsun peki?

Ben neden kitap yayınlamıyorum? Neden dergi çıkarmıyorum? Neden Hindistan'a sponsor paralarıyla değil, kalan son kuruşlarımla yayan yapıldak gidiyorum? Neden patron kıyağıyla basılmış lüks kitaplarının önsözüne "sevgili patronuma çok teşekkür ederim" diye yazan adamlar "tüm zamanların en büyük karikatüristi" gibi utanç vesikası ödüllerle taltif edilirken, ben eserlerimi üçüncü hamur kâğıda bile bastıramıyorum? Neden bilgisayarıma üç kuruşluk bir tarayıcıyı alabilmek için arabamı satıyorum? Sence neden?

Hımmm. Demek ki sen kendini iyi pazarlayamamışsın.

Bir sanatçıya "senin eserlerin çok güzel, neden pazarlamıyorsun?" diye sormakta bir acaiplik sezmiyor musun?

Nasıl bir acaiplik?

Eğer fikir ve sanat insanları arasında bir "yarış" varsa ve mutlaka olması gerekiyorsa ve bu "yarış", yazarlar, çizerler, sinemacılar, söyleyecek ezberlenmemiş, namusluca bir sözü olanlar arasındaki hayata tanıklık etme yarışı değil de "pazarlamacılar" ve "pazarlamacı olmayanlar" arasındaki ticarî bir yarışsa, yapılan işin adı neden "sanat" ?

Ama düzen böyle…

İyi ya işte. Ben de bu düzene başkaldırıyorum.

diYorum

 

57
Derkenar'da     Google'da   ARA