Patronsuz Medya

Aklımı kaybettim, hükümsüzdür…

Alper Uzun - 27 Haziran 2008  


Hayatın anlamı üzerine binlerce yazı yazılmıştır. Hayatın anlamı nerededir acaba? Yaşadıklarımızdan kazandığımız tecrübelerde mi saklıdır? Yoksa hayat, yaşadıkça hatırlayabildiklerimiz midir?

Tüm bunların ardında büyük bir organizasyon yatıyor. Anılarımız, öğrenme kabiliyetimiz, öğrendiklerimizi hayata geçirebilmemiz ve hatta bunda başarısız olmamız da yine bu büyük organizasyonun eseri.

Harika bir hayat yaşamış ve sonrasında da tıpkı beyaz atlı prensini bekleyen genç kızlar gibi güzel ve huzurlu geçirilecek bir yaşlılığı hayal etmişken hiç de öyle olmayan bir hayat ile tanışmak acaba nasıl bir duygudur? Ya da o duygunun bile farkına varamamak nasıl bir durumdur?

Hayal kırıklığıdır ve çok ta acıklıdır diyeceğim ama denecek daha tonla şey olduğunun da farkındayım.

Yaşlılık çoğu zaman böyle hayal ettiğimiz güzellikte ve huzurda gerçekleşmez. Daha az duyar, daha az görürüz. İsminizi duymayalı yıllar olmuştur. Artık size nine, dede, amca, büyükanne gibi sıfatlar ile seslenirlerken, kimse isminizle çağırmaz sizi. Arkadaşlarınız çoktan gitmişken siz biraz daha uzun yaşadığınız için şanslısınızdır.

Hakikaten şanslı mısınız?

Bunun cevabını veremeyeceğim. Ama aklınız yerinde ve anılarınız ile beraber yaşlanabilmişseniz işte o zaman vereceğim cevap "EVET" olacaktır.

Yaşlılık biyolojik olarak 65 yaş sınırı ile başlar. 65 yaş sonrası artık yaşlı kategorisindedir kişi. Beyin müthiş bir organ bilmeyen yok. Hayatımızın ikinci yılında günde 50 kelime öğreniriz. Müthiş bir hızdır bu. Özel bir çaba istemez, kendiliğinden olur. Adeta bir sünger gibidir beyin. Öğrendikçe sinir hücrelerinin bağlantı sayıları artar. Artık her tecrübe her görüntü kaydedilir, yeniden şekillenir değişik tecrübelerle.

İlk olarak 1906 yılında Dr. Alois Alzheimer tarafından tanımlanmış olan Alzheimer hastalığında beyin adeta tüm muhteşemliğini adım adım kaybeder. Hatıralarınız, en yakınlarınız, arkadaşlarınız ve bizzat kendiniz silinip gidersiniz beyin veri bankalarından. Koca bir hayat yaşanmıştır ama yaşanmamış gibidir. Evden çıkamazsınız, çıksanız bile geriye yolu bulamazsınız. Yaşlılığın bir de böylesi vardır işte. Milyonlarca insan bu zor durumdan ne yazık ki çok çekmektedir günümüzde.

Beyin hücreleri ölmektedir saat saat, gün gün. Beyinde bir tabakalaşma söz konusudur. İnce ince, katman katman bir yapı birikir. Bu yapının sebebi elbette bır takım proteinlerdir. Proteinlerin birikimi zamanla hücreler arası iletişimi bozduğu gibi hücrelerin bizzat kendisinin de ölümüne neden olmaya başlar.

"Alzheimer öldürmez" diye bir laf dolaşır halk arasında ama bu gerçek değildir. Alzheimer genelde önce beynin hafıza ve öğrenme kısımlarını çökertirken hemen ardından ya da eş zamanlı düşünebilme ve planlama yapabilme kısımlarının fonksiyonlarını bertaraf eder. Sonrasında hastalık yayılır. Hayatsal faaliyetlerin olduğu bölgeler de zarar görmeye başlar. 8-20 yıl arası bir zaman içinde hayat sonlanır.

Şu anda hastalığa çözüm yolu bulunmamaktadır. Hani meselâ oluşan protein tabakalarını yok etmek ya da oluşmasını engellemek düşünülen çözüm yolları arasında. Bilim bu konular üzerine epey kafa yoruyor. Genlerin birbiri ile olan ilişkisinin anlaşılması, hastalığın mekanizmasının daha da çözümlenmesine imkân verirken, nokta hedef diyebileceğimiz bir takım ilaçlar geliştirilecek ve hatta geliştirilmekte günümüzde.

Fakat şu an için çözümü olmayan bir hastalık Alzheimer. Tıbbi literatürü ve gelişmeleri gözlemleyince, çözüm 2020'li yıllardan önce bulunur diye tahmin ediyorum. Özellikle hastalıkların mekanizmasında tıpkı bir yol haritası gibi genlerin fonksiyonları ve birbirleri arasındaki ilişkiler daha da ortaya çıkarıldıkça belki de çözüm süreci daha da kısalacak.

Nasıl bir hastalık bu?

Alzheimer hastalığı her hastalık gibi elbette yıpratıcıdır. Ama özellikle etkilerini çok dramatik buluyorum. Bu tıpkı hani telefonda sesiniz karşı tarafa tam ulaşmadığında ya da sesinizi tam tanıyamadığında ortaya çıkan "çaresizce kendinizi anlatma" çırpınmanızdaki hisse benziyor. Düşünsenize, telefonda önce isminizi söylüyorsunuz. Karşı taraf alamıyor sesinizi. Sona doğru artık "Ben oğlun… Oğlun yahu…" derkenki gibi bir duygu. Sizi en iyi tanıyan insana kendinizi tanıtma zorunda kalma anı gibi. Hasta kişi ile yaşayanların zorluğu elbette çok daha büyük ama o tanıtamama hissine en yakın örnektir bu.

Kişinin kendisini düşünün. Gün be gün bizzat kendisinden uzaklaşıyor. Hani bir uçurumun kenarındayken elini tuttuğunuz kişinin yavaş yavaş kayıp gitmesi gibi. Tutunacağınız kaçacağınız fazla bir köşe yok ne yazık ki.

Erken teşhis, bu hastalıkta en büyük umut olacaktır. Risk faktörlerine bakınca yaş büyük öneme sahip. 65 yaş yaşlılık sınırı yazmıştım. Hastalık "çoğunlukla" bundan sonrasında belirginleşmekte. Gelişimi ise 50'li yaşlarda başlamakta. O plak oluşumları usul usul. Yavaş yavaş üst üste yığılmakta. Bazı bireylerde çok daha erken hastalık belirginleşmeye başlamış olabiliyor tabii ki. Mesela 50'li yaşlarda.

Bu hastalık halk arasında "kalıtımsal" diye adlandırılan bir türden. Akrabalarında özellikle kardeşleri, ana-babaları arasında Alzheimer hastalığına yakalanmış olanlar varsa kişinin kendisinin de yakalanma riski çok yüksek. Bir kaç gen var ki bunlar da meydana gelen mutasyonlar yani değişimler o plak (tabaka) oluşumlarına neden oluyor.

Mesela bir tanesi "APP" isimli gen. Bu gende meydana gelen bir mutasyon erken görülen Alzheimer'ın yaklaşık %20 sinde yer alıyor. Başka bir gen meselâ PS1, bir başkası PS2. Bunlardaki mutasyonlar yine hastalığın meydana gelmesinde büyük rol oynuyor. Anne babasından mutasyonlu PS1, PS2, APP genlerini almış olanlar büyük ihtimal Alzheimer'a yakalanma ihtimali olan risk grubunda.

Mesela başka bir gen daha var ki bunun bir versiyonu çocuğa geçmişse yine risk grubunda. Yukarıdaki genler direkt ilişkili, bu şimdi yazacağım gen ise muhtemel risk oluşturuyor. APO E, bu gen kolesterol metabolizmasında görevli özellikle taşınmasında. Bunun bir formu olan APO E4 eğer kişide varsa Alzheimer'a yakalanma ihtimali 12-15 kat artmakta.

Tabii tüm bunlar olasılıklar dahilinde, şu an için kesin yakalanacaktır diyemeyiz. Sadece yakalanma ihtimali çok yüksek.

"Yakalanmamak için ne yapmak lazım?" diye düşünüyor insan. "Büyük bir fırtına geliyor ve ben öylece bekliyorum. Beni silip süpürecek, ve 'kimim ben?' sorusunun cevabını dahi veremeyeceğim ama bekliyorum."

Çok ürkütücü.

Ne yapmalı?

Ama yapılacak şeyler şimdilik ilkel de olsa yok değil. Diyetimize dikkat ederken vitamin desteği almak. Vitamin konusunda doktorumuza danışmak elbette. Egzersiz yapmak. Stresimizi kontrol altında tutabilmek.

Sürekli stres altında olmak vücudumuzda bir takım hormonların tekrar tekrar salınmasına sebep oluyor ki bunların sürekli salınımı vücutta istenmeyen gelişmelere ve hasarlara yol açıyor. Sistem içinde uyarı olsun diye salınması gereken bir takım moleküllerin sürekli salınması hiç iyi bir şey değil.

Bir örnek vereyim bu gereksiz fazlalığa; kolesterol, vücudun son derece ihtiyaç duyduğu önemli bir molekül. Ama günümüzde son derece dikkat edilmesi gereken bir duruma geldi. Sebebi de bu kolesterolü öylesine yüksek dozda ve sürekli dışardan almaktayız, ki fazlalığı kalp hastalıklarına, damar sertliğine yol açıyor.

"Her şeyin fazlası zarar" sözü de tam buraya uygun düşüyor galiba.

O yüzden sürekli stres altındaysanız, biraz aklınızı kullanın ve kendiniz için yaşayın bu hayatı, başkaları için değil.

Zaten siz kendinize özen göstermiyorken, o zaman başkalarının size özen göstermemesine de hiç üzülmeyin.

Yorumlar

Ah işte yine geldik dayandık kişinin kendine olan saygısına ve özenine. Evet Alzheimer mutasyona uğramış genlerle taşınabilir belki ama kendine özen göstermeyen kişi hastalığı biraz da erkene çekmiş olmaz mı?

Öncelikle kendimize özen göstermeyi öğrenmeliyiz. Özenden özene de fark var. Yüzüne krem sürmek, güzel elbiseler giymek bunlar moral yükseltici de olsa o anlamda bir özen değil. Vücut sağlığımızı korumalı, yürüyüş imkân buluyorsak yüzme gibi hafif sporlar, yağlardan uzak bir beslenme…

Bir de ruh sağlığı var. Ülkemizin bu günkü kaotik durum, akşamdan sabaha değişiveren onca dengeler bunları aklına takan ya da zorunlu olarak gözüne sokulan kitleler için ilerisi pek de parlak görünmüyor o zaman bu tür hatalıklar bakımından. Düzgün bir aile ortamı acılardan, kavgalardan uzak…

Düşündüm de belki krem ve güzel elbise konusunda da biraz abarttım. Onlar da psikolojik olarak moral veren dolaysıyla stress hormonlarına geçit vermeyen mutluluk objeleri galiba. Kimileri için de internet, ama büyük kavgalara girmemek koşuluyla…

Ezgi Umut - 25 Eylül 2008 (12:24)

diYorum

 

48
Derkenar'da     Google'da   ARA