Patronsuz Medya

Fakir Ama Gururlu

Ahmet Faruk Yağcı - 5 Haziran 2009  


Oto yıkamacıya arabamı bırakmış, önündeki kaldırımda gölge bir yer seçmiş oyalanıyordum. Hava sıcaktı. Cumartesi öğleden sonraydı. Hafta bitmiş, keyfimi bozacak bir durum olmamıştı. Pazar günü sabah viziti yapacağım yatan hastam da yoktu ki bu durum iki kat kaymaklı hafta sonu demektir. Uzatmayayım güzel ve boş bir zaman dilimi yakalamıştım.

İnsanın hayatında paraya, eşlikçiye, yeni bir heyecana, okumaya, spora kısacası herhangi bir aktiviteye yer olmayan öğle sonraları vardır. İnsan görmeye de, soru sorulmasına da tahammülünüz yoktur. O zamanlardan birisiydi. Oto yıkamacı açık alanı büyükçe, üç arabayı aynı anda yıkayabilen, oto kuaförü işlevi de olan bir yerdi. Bedava çay da olan bekleme salonunu tütün ve ten kokusu sebebi ile kullanmıyordum. Dışarıda tembel adımlar atmak daha iyiydi.

Benimle aynı kaldırımda iki delikanlı sohbete dalmışlardı. Kıyafetlerinden yakındaki bir tamircinin elemanları olduğu belliydi. İçimden "kesin karı kız işi konuşuyorlar" diye geçirdim. Fazla yaklaşmadan civarlarında takıldım. Konuştuklarından kelime seçmeye çalışmadım.

Derken karşıdaki sokağın köşesinde duran köpeği farkettim. Bir Terrier idi (daha sonra yaptığım araştırmalarımla bunun tipinin en fazla Norwich Terrier'e benzediğini gördüm). Oksimoron olacak ama sokak Terrieriydi. Üstelik düpedüz bana bakıyordu. Gözlerini tüylerin arasından nasıl gördüğümü tam bilemiyorum ama bana baktığını biliyordum. Dehşet kirliydi. O derece kirli ki tüylerinin uçlarında topaklar oluşmuştu. Karnına denk gelen yerler ise adeta çamura yatmış gibiydi.

Her zaman yaptığım şeyi yaptım. Dişlerimin arasından tiz bir ses çıkartarak yanıma çağırdım. Bana doğru hareketlendi. Ancak kendi sağına benim soluma doğru. Çaprazımda durdu. Beni inceledi. Bu esnada tamirci gençler ile benim aramdaki mesafenin tam ortasındaydı. Ellerime bakıyordu. Yakınıma gelmesi için çağırdım. Yerinden oynamadı. Çömeldim. Tekrar çağırdım. Yine gelmedi. Ellerime bakmaya devam etti. Gerçekten leş gibiydi.

Tam bu sırada tamirci delikanlılardan birisi bana doğru "orospu abi o!" dedi. Suratımda "nasıl yani?" ifadesi ile o yana döndüm. Çocuklardan birisi kaldırımdan kalkarak yanıma doğru geldi ve o da yere çömeldi. Elini köpeğe doğru uzattı. Hayvan hareketlenmedi. Çocuk anlatmaya başladı: "Abi bunun nereden geldiğini bilmiyoruz. Herhalde yukarıdaki villalardan birinden kaçtı. Buraya yerleşti. Elimizde yemek varsa gelir. Numara çeker, koparır nevaleyi. Yoksa ilgilenmez. Okşatmaz, sevdirmez, yıkatmaz. Biraz üzerine gidersen de hırlar. Ne kovalayabildik ne de bizim oldu."

Bir anda köpeği sevdim. Arabaya gidip torpido gözündeki diyet bisküvilerden aldım. Paketi açıp bir tane ağzıma atarken bir tanesini de ona uzattım. Yaklaştı ve aldı. Yere yattı ve kemik yer gibi kıtırdatarak yedi. Bir tane daha ve arkasından bir tane daha verdim. Yedikten sonra kalktı gitti. Sokağın içinde kayboldu. Sohbetkâr delikanlı, "Abi aynen hareket bu, sanki biz hizmetçiyiz. Bir de yemek yerken vermezsek de küsüyor" diye muhabbete devam etti. Ameliyatlı olup olmadığını sordum. Tam bilmiyordu ama bir senedir yavru falan yapmamıştı. Genç muzipçe gülümseyerek "Kolay kolay vermez abi bu" dedi ve kaldırımda oturmaya devam eden arkadaşı ile gülmeye başladılar. Ergenlikten yeni kurtulduğumuz zamanlardaki gülme krizlerine benzer ve giderek aralardaki muhabbetleri argolaşan bir gülme nöbetine yakalandılar. Bilgiçleşip, "Oğlum, ameliyatlıdır o, yoksa bunlara ver emri gelince vermeden duramazlar" dedim. Yerde oturan ağzından tükürükler saçarak ve kahkaha karışık "emir nerden geliyor abi?" dedi. Ardından ikisi daha derin bir kahkaha krizine tutuldular. Uzun uzun güldüler. Ben de mütebessim izledim. Yıkamacı arabamın kornasını çalarak beni çağırdı. Ayrıldım.

Bu aralar evime gelirken bir önceki sapaktan dönüp köpeğin olduğu sokaktan geçiyorum. Hemen her iki geçişimden birinde görüyorum. Genellikle ortamı seyreder durumda oluyor. Etrafında fazla çocuk görmemem de ustaca onları uzaklaştırmasından olsa gerek.

İnsanlarla dirsek temasında ama asla içlerine girmeyen bir cins köpek. Ne tam sokak köpeği olup yalakalaşmış, ne de asil köpek ayaklarında şımarmış. Kendimce hikâye edilmeye değer buldum.

* * *

Aslında köpek hikâyesi bir kenarda kalacaktı. Perihan hanım uzun aradan sonra bana geldiğinde hatırladım. İlk geldiğinde ekstra süslü Nişantaş'lı abla görünümündeydi. Altmışına varmamıştı (Zaten takip eden yıllarda da genellikle üç dört sene boyunca aynı yaşta kaldı ve beyanını esas alırsak tanıdığım on sene içinde altmış yaşı görmedi). Tanışmamızın hikâyesine baştan başlayalım. Buyrun.

Kapıda etrafını beğenmez bir kadın sesi duyduğumda kulak kabarttım. Sekretere dünyanın hiç bir yerinde muayeneden önce para istenmediğinden bahsediyordu. Kaçmıyordu ya… Önce doktoru görecek ve bilgi alacaktı. Sekretere telefon edip "kasma!" dedim. İçerideki hasta çıktıktan sonra buyur ettim. Siyah pantolon, siyah triko bluz ve ucu sivri siyah ayakkabıları vardı. Sol kolundaki saatin kadranı bebek siması büyüklüğündeydi. Ucunda kocaman mor ve yassı bir taş sallanan kolyesi de dikkat çekiyordu. Kuzgun siyahına boyanmış saçları omuzlarına dökülüyordu. Fönlüydü. Gözkapaklarındaki parlak yeşil far ve gözün dış tarafına doğru uzatılmış siyah çizgi görüntüyü zavallılaştırıyordu. Kıyafet ve makyaj genellikle aldatır. O sebeple bunlara takılmamayı öğrenmiştim. Kibarca derdini anlatmasını söyledim. Sigara içtiğini belli eden, kısık ve fakat erkeksi bir sesle anlatmaya başladı.

Uzunca hikâyesini anlatmak sizi sıkar, beni de üzer. Ana noktalarımız; hipertansiyon, yalnız yaşama, çocukların uğramaması, küçük bir emekli maaşı, ölü koca ve tetkik olma isteği olarak sayılabilir. Dinledikten sonra muayene masasına çıkmasını, kendisini muayene edeceğimi söyledim. Sevinçle gülümsedi. Klasik dahilî muayene bittikten sonra da tahlillerini yazdım. Ertesi sabah aç karnına gelmesini ve kanlarını aldırmasını söyledim. Çok keyifliydi. Teşekkürler etti. Çıktı.

Kaçın kurrasıyız, laboratuvar kâğıdına sadece kasadaki arkadaşların bildiği bir işareti çakmayı da unutmadım. Dört harften oluşan bu kod "muayene ücretini kesmeyi unutmayın" demekti. Malûm ekmek parası.

Tam altı ay sonra bir poliklinikte yapılmış testlerle geldi. Çok sıkıntılı bir dönem geçirmişti. Testleri de çok geç yaptırmıştı. Bu aralar ancak müsait olabilmişti. Ayrıca son günlerde öksürüyordu da. Unutmadan söyleyeyim, gelirken küçük kutu Ülker Kingtop fındıklı pralin getirmişti. Hani bayramlarda masrafa girmeden eli dolu gidilecek akrabalara götürülenlerden. Sırtını dinledim. Çekmecemden ilâcını da verdim. Giderken vezneyi ziyaret etmesini açıkça söyledim. İtiraz etmek bir yana gözlerini aça aça "aa tabii!" dedi ve kayboldu.

Bir sene kadar sonra bu defa acilde yakaladı. Soracağını sordu. Reçetesini aldı ve bir hafta sonra apartmanında oturan bir genç kadın vasıtasıyla bir kutu Ülker Sürpriz fındıklı çikolata yolladı. Yukarıda bahsedilen akrabalardan biraz daha yakın olanlara alınan cinsten.

Dile kolay, bir 5 sene inatlaştık. O istediğini alıyor ama muayene ücretini allem edip kallem edip ödemiyordu. Aralarda da bir kutu şekerleme ya da çikolata geliyordu. Bir defasında Pelit pastanesinden koca kutu madlen çikolata bile geldi. Hüsnüzannım erozyona uğramıştı. İçimden "kadın eve gelen kutuyu bana direkt pas etmiş" diye düşünmüştüm.

Bu müddetin sonunda ücret kesme konusundaki inatlaşmayı kestim. İkimiz de rahatladık. Tahlillerini belediye sağlık tesisinde yaptırıp getiriyor. Ben de ilâçlarını düzenliyorum. Ne dost olduk ne de ipleri kopardık. Aramızda paraya dayanmayan şekerlemeli bir ilişki var. Hakkını yemeyelim, yaptığı reklam sayesinde Valideçeşmesi ile Ihlamur arasındaki bölgeden epeyce hastam oldu.

Hikayelerin nereye bağlanacağı konusunda kararsızım. En güzeli, ben ucunu açık bırakayım. İsteyen istediği gibi alsın.

Yorumlar

Ahmet Bey, bir hayvansever olarak hikâyenin köpekle ilgili kısmını çok sevimli buldum. Diğer kısma gelince; ben de ucunu açık bırakıyorum…

Sevgiler.

Şiyma Aksekili - 6 Haziran 2009 (03:29)

Ah teşekkür ederim. Şiyma hanım bir de komşuluk haliniz var ya hikâyedeki hatun ile. Siz yazınca aklıma geldi. Hürmet ve sevgilerimle.

Ahmet Faruk Yağcı - 7 Haziran 2009 (18:47)

Sevgili doktorcum, yazınızı bir solukta okudum, çok akıcı ve sürükleyici yazmışsınız yine, insanı hem eğitip öğreten, hem de zaman zaman eğlendiren satırlarınız her zamanki gibi çok güzeldi…

P… Hanımla ilgili yorumlarınızı okurken, ben de ne kadar çok renkli kişilerle karşılaşıp tanıştığımı düşündüm, insan ilişkileri sizin ve benim mesleğimde hep ön sırada çünki…

Hani derler ya "insan sarrafı "olduğunuz o kadar belli oluyor ki:)

Gerek önyargısız olmanız, gerekse doktor-hasta ilişkilerinizdeki içten ve samimi yaklaşımınız, gözlem yeteneğinizle birleşince sizi olumlu yönde çok farklı kılıyor…

Eh bu da sizin çok sevilmenize ve doktorluktaki başarılarınızdan dolayı da çok aranmanıza neden oluyor haliyle…

Yüzünüzden tebessüm, kalbinizden sevgi, yüreğinizden huzur ve mutluluk eksik olmasın inşallah…

Sağlıkla kalın daima, en azından biz hastalarınızı düşünerek:)

İclal Arpınar - 10 Haziran 2009 (18:58)

Sevgili doktorum, her zamanki gibi eğlenceli neşeli döktürmüşsünüz.:) İşlerimin yoğunluğu sebebi ile eskisi gibi adım adım takip edemesem de fırsat buldukça keyifle okuduğum yazılarınızı okumaktan acaip memnun oluyorum. Yüreğinize sağlık. Sevgi ve saygılar…

Asude - 13 Temmuz 2009 (01:22)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

47
Derkenar'da     Google'da   ARA