Patronsuz Medya

Yağmur klarnet sesinin ardından geldi

Ahmet Büke - 8 Haziran 2004  


Orada oturmuş her şeyi tersine çevirebilir miyim diye düşünüyordum. Bu mümkün müydü? Altımda çırpınan suya baktım. Dipteki midyelere, sağa sola kıvrılan yosunların arasında gizlenen küçük balıklara baktım.

Çok çaresizdim aslında. Yine de ayıpladım kendimi. İzmir çok büyük geldi bana. Sokaklarında kaybolurum diye düşündüm. Dizlerim yandı.Eğilip denize dokunayım dedim. Durdum. Bu şehir, parmaklarının ucunda sigara tutan bu sarı duman izi çok korkuttu beni. Eteklerinin arasından gelen tuz kokusu, zeytin çekirdeği kokusu duvar gibi yükseldi önümde. Deniz yine de iyidir diye düşündüm. Süzüldüm, damla kadar oldum. Düşüyor gibiydim.

Uyanıverdim. Başım yeşil çuhaya değer değmez gözlerimi açtım. Kahvenin kirli gürültüsünü duydum yeniden. Önümde boş kül tablası, yırtık kenarlarından tutturulmuş yaz boz kâğıtları.

Ah yeniden dalabilsem.

Yaz gecikti bu defa. Çok belli. Çünkü ihtiyarlar hâlâ bahçeye sandalye atmadılar. Şimdi her zamanki alışkanlıklarının tersine, kararmış kahverengi sacıyla ortada yükselen sobanın etrafından uzaklaştılar. Yine bir aradalar ama bu kez pencereye yakın bir köşede oturuyorlar.

Onlar kahvede ilk ölecekler arasındalar. Allah bilir tabii ama Ocakçı Selim'in lâfı bu. "Azrail kahve içmeye gelse bir hafta eğleşir burada" diyor. Aldırmıyor gibiler ya, Selim'i de pek sevdiklerini söyleyemem. Ama hesaplar onda toplanıyor. Surat yapıp, terslenseler veresiyeyi kesmeyeceği ne malum. Çaylar tepsiye dizilir dizilmez sıcak sudan kızarmış parmaklarıyla göğüs cebinden çıkardığı defterini işliyor hemen.

"Koreli, üç aylığını almadan nalları dikme ha. Defteri sen doldurmuşsun namussuzum-"

En çok ona takılıyor. Daha doğrusu en ağır lâfları hep Koreli'ye sokuyor. Ulan bu Selim ciğersizin önde geleni. Adam taş gibi sağır ki. Güya "lâfım size" demek istiyor.

Yavaş yavaş karıştırıyorlar çaylarını. Sonra plastik tabaklarını dizlerine koyup avuçlarının içine alıyorlar sıcak bardakları. Birisi ayağını değiştiriyor. Diğeri sigara çıkarıyor. Pos bıyıklı olanı tek tek yakıyor çakmağıyla. Arap uşağı olanı sigaradan nefret ediyor. Yaktılar mı kıçını dönüyor, bahçeye doğru bakıyor. Pos bıyık diğerlerine onu gösteriyor burnunun ucuyla. Gülümseyip avurtlarını soldurup şişiriyorlar.

İçlerinden bir Ziya Bey'in ismini biliyorum. O hep en son geliyor. Kapıyı gürültüyle açıp "selâmın aleyküm" çakıyor ortaya. Yüz kilo var herhalde. Kıçının altına iki sandalye çekip aralarına oturuyor. Garson "Ziya Bey'e bir sade" diye bağırınca kıpırdanıyorlar hafiften.

Ah bu adamlar neden hiç konuşmazlar. İçim geçse yine biraz. Şöyle başım iki elimin arasındayken. Hava açmamışken henüz, biraz daha doysam yalancı uykuma. Denizi görsem.

Garson çocuk bırakmaz ki.

"Ağabeycim, burası sabahçı kahve, otel değil."

İtin sıpası. Ocakçının bir numaralı ispiyoncusu bu zaten. Geçen gün sodanın parasını vermedim diye köşeye kadar koşturmuş peşimden. Sanki kaçan var.

"Öğrenci misin sen?"

"Yok. Neden sordun?"

"Hep elinin altında kâğıt kalem var da. Boyuna yazıyorsun."

"Öylesine, iş olsun diye."

"At mı oynuyorsun yoksa?"

Ebenin körünü oynuyorum. Pezevenk. Yok rahat bana burada. Kaç gündür uyumadım ben adam akıllı. Çayın parasını bırakıyorum masaya. Ayağa kalkınca ihtiyarla bana dönüyor. Belki onlardan önce ölürüm. Allahın işi bu. Yanlarından geçerken Koreli sigara uzatıyor bana. Pos bıyıklı "al işte" der gibi kafasını sallıyor. Ben çıkarken Ziya Bey giriyor.

En iyisi Pasaport'a gitmeli. Uyuyacaksam orda uyuyayım. Denizin kenarında. Yağmur yağarken. Ulan Ocakçı Selim sanki sen kazık çakacaksın bu dünyaya. İnşallah ihtiyarlar helvanla rakı içerler baş ucunda.

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

74
Derkenar'da     Google'da   ARA